Hz. Ali (k.v.) Hayatı
Hz. Ali (k.v.); Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden.
Peygamberimizin (s.a.v.) damadı ve dördüncü halîfesidir. Peygamberimizin
(s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Künyesi Eb’ül-Hüseyin’dir. Bir künyesi de
Peygamberimizin
(s.a.v.) iltifat buyurarak söylediği “Ebû Türâb”dır. Hiç puta tapmadan müslüman
olduğu için
“Kerremallahü vecheh”, kahramanlığı ve çok cesur olmasından dolayı “Kerrâr”
“Esedullah-il gâlib” lâkabları verilmiştir. Ayrıca takdir-i ilâhiyyeye
gösterdiği tam rızadan dolayı da “Mürteza” denilmiştir.
Hz.Ali, Hicret’ten yirmiüç sene önce (m. 579) senesinde
Mekke’de doğdu. 40 (m. 660)’da şehîd edildi. Hz. Ali Cennetle müjdelenen on
sahâbîden dördüncüsü ve Ehl-i beytin birincisidir. Hz. Ali’nin babası Ebû
Tâlib’in, geliri az, ailesi kalabalıktı. O sıralarda Mekke’de bir kıtlık hüküm
sürdüğünden Peygamber efendimiz (s.a.v.), amcası Abbas’a (r.a.): “Ey amca,
kardeşinin çoluk çocuğu çok olmakla masrafı da çoktur. Buna mukabil geliri azdır.
Ona yardımcı olmak lâzımdır. Aile geçimindeki yükünü hafifletelim. Her birimiz
bir oğlunu alalım”, teklifinde bulundu. Bu teklifin, amcası
Ebû Tâlib tarafından kabulü ile Hz. Ali beş yaşından itibaren Resûlullah ile
yaşamış, Resûl-i Ekrem’in tâlim ve terbiyesinde yetişmiş, O yüce irfan
hazinesinin feyzinden kana kana içmiştir.
Çocuklar arasında ilk defa Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini tasdîk
edenlerdendir. Güzel ahlâkın canlı timsali idi. “Allah’ın arslanı!” diye
tanınmıştı. Şecaati, metaneti, cesareti eşsizdi, hiç bir vakit haddi aşmazdı.
Hayatının sonuna kadar Hz. Resûl’ün yanından hiçbir suretle ayrılmamış, daima
meclislerinde bulunmuş,
Onu can kulağıyla dinlemiştir. Küçük yaşta müslüman olmuş ve Nebîyy-i zi-Şân’ın
yüksek nazarlarına, muhabbetlerine mazhar olduğundan dolayı kendisinde
harikulade meziyyetler tecelli edip
durmuş, Resûl-i Ekrem’in ilmen, ahlaken vârisi olmuştur. Müslüman olması şöyle
olmuştur:
Daha on yaşında iken, bir gün Resûlullah (s.a.v.) ile Hz. Hadîce’nin beraber
namaz kıldığını gördü. Namazdan sonra, “Bu nedir?” diye sordu Resûl-i Ekrem
(s.a.v.): “Bu Allahü teâlânın dinidir. Seni bu dîne davet ederim. Allahü teâlâ
birdir, ortağı yoktur.Lât ile Uzzâ isimli putları terk etmeni emrederim.” diye
cevap verdi. Ali (r.a.): “Önce bir babama danışayım.”
dedi. Resûlullah ona “İslâma gelmezsen, bu sırrı kimseye söyleme!” buyurdu. Hz.
Ali ertesi sabah, Resûlullahın huzuruna gelerek “Yâ Resûlallah, bana İslâmı arz
eyle” diyerek müslüman oldu. Müslüman olanların üçüncüsüdür. Hz. Ali, çok fedâkâr
idi. Onun Resûl-i Ekrem (s.a.v.) uğrunda gösterdiği fedâkârlık ve O’nu kendine
tercih etmesi, her türlü takdirlerin üstündedir.
Peygamber efendimiz, Hak teâlâ’dan hicret emrini aldığı zaman, Hz. Ali’nin de
Resûl-i Ekrem’in yatağında yatacağı, Allahü teâlâ tarafından emredilmişti.
Böylece Hz. Ali, Resûl-i Ekrem’in evlerindeki emânetleri yerine ulaştırmak için
ve Mekke’de kalan Eshâb-ı kirâm üzerine vekili oluyordu. Resûl-i Ekrem bunların
hepsini Hz. Ali’ye emânet etmişti. Hicret gecesi kâfirler, Resûlullah’ın
(s.a.v.) saâdethânelerinin etrafını sarmışlardı. Şeytan da aralarında
idi. Hak teâlâ, şeytân dahil bütün kâfirlere bir uyku verdi. Bunlar uykuda iken
Resûl-i Ekrem, Hz. Ebû Bekir ile beraber evden çıktılar.
Hak teâlâ, Mikâil ve İsrâfil (a.s.)’a “Kafirler belki bir anda. Ali’ye bir
hatada bulunurlar. Sizler behemehal Ali’nin yanına yetişin?’ buyurdu. Bu iki
büyük melek, Hz. Ali’nin yanına geldiler. Mikâil
(a.s.) Hz. Ali’nin başucunda, İsrâfil (a.s.)’da ayak ucunda oturup duâ
ederlerdi. Bir zaman sonra (mel’ûn) Şeytan uyandı. Yüksek sesle: “Vay! Muhammed
kaçtı.” dedi. Şeytan, kâfirlere insan suretinde görünürdü. Kâfirler mel’ûna:
“Ne biliyorsun?” dediler. Mel’ûn Şeytan: “Binlerce senedir uyku gözüme
girmemişken, bu gece Muhammed’in yaptığı sihirle uyuyakalmışım” dedi. Bunun
üzerine bütün kâfirler Resûl-i Ekrem’in evine hücum ettiler. Hz. Ali’yi,
Resûlullah’ın (s.a.v.) yatağında gördüler. Resûl-i Ekrem’in nerede olduğunu
sordular. Hz. Ali “Bilmem” dedi. Kâfirler aramak için dışarıya çıktılar. Ertesi
gün o kadar kâfirin arasında, Resûlullah’ın (s.a.v.) Kâ’be-i şerîfte devamlı
oturdukları makama Hz. Ali oturdu. “Resûl-i Ekrem’de kimin hakkı var ise,
gelsin benden alsın!” diye
nida ettirdi. Herkes gelip nişanını söyleyerek emânetini aldı. Bütün
emânetlerini sahiplerine teslim etti.
Mekke-i Mükerreme’de kalan Eshâb-ı Güzin, Hz. Ali’nin kanadı altına sığındılar.
Hiçbir kâfir, Hz. Ali’nin korkusundan Eshâb-ı kirâmın hiçbirine eziyyet
edemedi. Resûlullah’ın saâdethâneleri Mekke’de olduğu müddetçe Hz. Ali de orada
kaldı. Bir zaman sonra Resûl-i Ekrem evinin, Medine-i Münevvere’ye
getirilmesini emir buyurdu. Allah’ın arslanı Hz. Ali, Kureyş kâfirlerinin
toplandıkları yere gitti. “İnşâallahü teâlâ yarın Medine-i Münevvere’ye
gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin” buyurdu. Hepsi
başlarını eğip hiçbir şey söylemediler. Hz. Ali oradan ayrılınca Ebû Cehil
kalktı: “Ey Kureyş’in büyükleri! Muhammed, evi burada olduğu müddetçe bize
düşmanlık etmez, buna mâni olmalıyız”, dedi. Kâfirlerin her biri şöyle yaparız,
böyle yaparız, dediler. Sonra Hz. Abbas’a yalvardılar. “Kardeşinin oğluna söyle
Muhammed’in
evini kaldırmasın, yoksa aramız açılır”, dediler. Hz. Abbas bu sözleri Hz.
Ali’ye söyledi. Hz. Ali; “Amcacığım, yarın inşâallah Resûl-i Ekrem’in evindeki
eşyayı götüreceğim. Kararım kat’îdir. Yoluma
çıkan olursa cenk ederim.” buyurdu. Hz. Abbas, Hz. Ali’nin sözlerini Kureyş
kâfirlerine söyleyince canları sıkıldı. Hz. Ali’yi şehirden dışarı
çıkarmayacaklarına karar aldılar. Sabah oldu. Hz. Ali, Resûl-i Ekrem’in
saâdethânesindeki eşyaları toplayıp yola koyuldu. Kureyş’den dört beş kişi atlı
olarak Hz. Ali’nin yolunu kestiler. “Geri dön, yoksa, seninle cenk ederiz.”
dediler. Hz. Ali yükleri indirip bunların üzerine yürüdü. Hak teâlânın izniyle
onlara galip geldi. Tekrar hâne-i saâdetin mübârek yüklerini kaldırıp yola
koyuldu.
Yolda, o zaman henüz îmân etmemiş olan Mikdâd bin Esved, Hz. Ali’nin karşısına
çıktı. Hz. Ali hiçbir söz söyletmeden bir vuruşta yere yıktı. Göğsüne çıkıp
imâna davet buyurdu. Derhâl cân-ı gönülden kabul edip Müslüman oldu.Mikdâd bin
Esved’in (r.a.) bir oğlu, Hz. Hüseyin uğrunda, Kerbelâ’da canını fedâ edip
şehîd olmuştur. Mikdâd hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve
bahadırlarındandır.
Hz. Ali, Resûlullah’a (s.a.v.) şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette,
Kuba’da yetişmişti. Gündüzleri saklanıp, geceleri yaya olarak yürüdüğü bu
yolculuğun sonunda Peygamberimizin huzuruna
gidemiyecek bir halde idi. Resûl-i Ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat
kendisi teşrif etmiş, Hz. Ali’yi görünce hâline acımış, sevgili, fedâkâr
amca-zâdesini kucaklamış, mübârek iki eliyle, o hak yolunda binlerce meşakkate
katlanmış olan narin, nazik ayakları okşamış, kendisine afiyeti için duâ
buyurmuştu. Hatta Hz. Ali’nin bu fedâkârlığı üzerine: “İnsanlardan öyleleri
vardır ki, Allah’ın rızâsı içinnefsini fedâ eder.” âyet-i celîlesinin nazil
olduğu rivâyet edilir.
Hz. Ali, Medine-i Münevvere’de, Mescid-i Nebevî’nin inşaasında çok çalışmış,
bizzat sırtında taş ve toprak taşımıştır. Başta Bedir, Uhud ve Hendek harbleri
olmak üzere, Resûlullahın bütün gazvelerinde
bulunarak, fevkalâde gayret ve kahramanlıklar göstermiştir. Hz. Ali Bedir
savaşında birçok azılı müşriki öldürmüştür.
Daha savaşın başlarında mübârezede Velîd bin Ukbe’yi bir kılıç darbesiyle öldürdü.
Akşama doğru, iki taraf da birbirine karışmıştı. Kum tepesinin üzerinde
zırhlara bürünmüş müşriklerden birisi, Sa’d bin Hayseme’yi şehîd etmişti. Hz.
Ali, O’na yaklaştı. Müşrik atından indi ve Hz. Ali ile vuruşmaya başladı. Hz.
Ali, müşrikin darbesini kalkanı ile karşıladı ve müşrikin kılıcı kalkana
saplanıp kaldı.
Hamle sırası Hz. Ali’ye gelmişti. Hz. Ali kılıcı ile müşrikin göğsüne doğru
çaldı. Zırhını enlemesine biçince müşrik titredi ve sarsıldı. Hz. Ali o esnada
arkasında bir kılıcın parladığını ve şakıdığını görünce başını eğdi. Kılıcı
parlatan “Al buda ben Abdülmuttalib’in oğlundan!” derken müşrikin kellesi,
miğferiyle birlikte yere yuvarlandı. Hz. Ali dönüp arkasına baktığı zaman, Hz.
Hamza’yı gördü. Yine bu savaşta Nevfel bin Huveylid ile karşılaştı. Nevfel
hakkında Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Yâ Rabbi! Nevfel bin
Huveylide karşı bana yardımcı ol! O’nun hakkından gel!” diye duâ etmişti. Hz.
Ali, onun bu savaşta kılıcıyla önce bacaklarını sonra kafasını kopardı. Sonra
Peygamber efendimize (s.a.v.) Nevfeli öldürdüğünü haber verdi. Bunun üzerine
Resûl-i Ekrem, “Allahü ekber”diye tekbir getirdi ve “Allahü teâlâ O’nun
hakkında duâmı kabul etti” buyurdu. Hz. Ali, Bedir’de ayrıca Âs bin Sa’îd’i de
katlederek, müslümanlara büyük hizmet etti.
İbn-i Esir’in rivâyetine göre Hz. Ali, Bedir savaşında müşriklerin başlarını
ağaçlardan meyva düşürür gibi düşürüyordu. Bedir savaşına katıldığında 25
yaşında idi. Hz. Ali sadece Uhud gazvesinde onaltı kılıç darbesi almıştı.
Hendek savaşında da müşriklerin en azılıları ile savaştı. Muharebenin iyice
şiddetlendiği yirmiikinci gün, Amr bin Abdûd adlı müşriklerin en azılılarından
biri, Hendek kenarlarına gelip meydana er istedi. Müslümanlardan kimse Amr’ın
davetini kabul etmedi. Bir daha meydan okudu. Yine hiçbir müslüman çıkmadı.
Yedi kere böyle oldu. Yedincide Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, Hz. Ali’yi
çağırdı, huzuruna oturttu: “Yâ Ali! Benim atıma bin, kılıcımı al, Amr bin
Abdûd’un önüne yiğitçe, cesaretle var. Onun heybetinden, uzun boyundan endişe
etme. Ben” Hak teâlâ’dan sana yardım etmesi için, senin elinle Müslümanların,
bunun şerrinden kurtulmaları için duâ ediyorum” buyurdu. Hz. Ali atına bindi.
Kılıcını kuşandı. Avını gözetliyerek giden bir arslan gibi, Amr’ın önüne vardı.
“Yâ Amr! Duydum ki sen Kâ’be’nin karşısında ahd etmişsin ki, Kureyş’den bir
kişi senden iki şey istese birini yaparmışsın.” buyurdu. Amr “Evet öyle söz
verdim” dedi. Hz. Ali: “Biliyorsun ben Kureyşdenim. Senden iki şey isteyeceğim.
Hiç olmazsa birini kabul et”, buyurdu. Birinci isteğim, Allah’ın birliğine ve
Resûlünün Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğunu ikrâr ve tasdîk etmendir”, buyurdu.
Amr: “Bunu kabul etmiyorum, başka ne istiyorsun?” dedi. Hz. Ali: “İkinci
isteğim bu iki kuvveti hallerine bırakıp, Mekke’i Mükerreme’ye gitmendir” buyurdu.
Amr “Bunu kabul ettim, yalnız Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r.a.)ın başlarını
keserim,” dedi. Hz. Ali: “Ey ahmak! Benim başımı kesmeden onların başını nasıl
kesersin?” buyurdu. Amr: Yâ Ali! Sen henüz gençsin, dünyânın tadını almamışsın,
ben senin başını kesmek istemem.”
dedi. “Ben Allahü teâlânın yardımı ve Resûlünün duâsı ile senin başını kesmek
isterim” buyurdu. Hz. Ali’nin bu sözü üzerine Amr, atından inip Hz. Ali’ye
doğru yürüdü. Hz. Ali de atından indi. Birbirlerine hamle ettiler. Hz. Ali bir
fırsatını bulup, Amr’ın uyluğunu bir kılıç darbesiyle kopardı. Artık işi bitti,
diyerek geriye dönmüş gelirken, Amr, kendi kopmuş bacağını Hz. Ali’ye fırlattı.
Hz. Ali hemen geri dönüp Amr’ın başını kesti. Resûlullah (s.a.v.) tekbir
getirip: “Ali’nin Amr bin Abdûd ile bir kere karşılaşması, ümmetiminkıyâmete
kadar olan ibâdetinden hayırlıdır.” buyurdu.
Hz. Ali, Tebük harbinde bulunmayıp, Resûlullah (s.a.v.) tarafından Ehl-i beytin
muhafazası için Medine’de bırakılmıştır. Birçok harplerde Resûlullah (s.a.v.)
efendimiz, sancağı Hz. Ali’ye vermiştir. Yemen
savaşında, ordu başkomutanlığı yapmıştır.
Hayber kalesinin fethinde, kalenin kapısını koparıp, kalkan olarak
kullanmıştır. Bu savaşta Hz. Ali’nin gözleri ağrıyordu. Resûlullah (s.a.v.)
O’nu çağırtarak gözlerine üfledi ve şifa bulması için Allahü teâlâya duâ etti.
Hz. Ali’nin gözlerinde bir ağrı sızı kalmadı. Bu savaşta, yahudilerin meşhûr
pehlivanı Merhab: “Hayber halkı iyi bilir ki: Ben, gelip çatan harplerin
tutuştuğu, kızıştığı zamanlarda, tepeden tırnağa kadar silâhlanmış, cesaret ve
kahramanlığı denenmiş
Merhab’ımdır. Ben, kükreyerek geldikleri zaman aslanları bile kâh mızrakla, kâh
kılıçla vurup yere sermişimdir” diyerek müslümanlardan er diledi. Bunun üzerine
Hz. Ali, “Ben O’yum ki: Anam bana Haydar
(Arslan) adını takmıştır! Ben, ormanların, heybetli görünüşlü arslanı
gibiyimdir. Sizi, geniş ölçüde ve çarçabuk tepeleyici bir er kişiyimdir” diye
şiir söyleyerek Merhab’ın karşısına dikildi. Bu şiir Merhab’a o gece gördüğü
rüyayı hatırlattı. Rüyasında kendisini bir arslanın parçaladığını görmüştü. Hz.
Ali, Merhab’la karşı karşıya geldiğinde, Merhab’ın tepesine öyle bir kılıç
indirdi ki, kılıç, Merhab’ın siperlendiği kalkanını ve demirden miğferini
kesti. Başını, ikiye ayırdı. Merhab’ın başına inen kılıncın çıkardığı ses o
kadar fazla idi ki, Hayber karargâhında bulunan Ümm-i Seleme “Merhab’ın
dişlerine kadar inen kılıcın sesini ben de işittim” demiştir. Hz. Ali, o gün
yahudilerin en namlı kişilerinden sekizini öldürmüştür. Hz. Ali şecaat ve
kahramanlığı ile tanınmasına rağmen, düşmanlarıyla döğüşürken onlara acır ve
haddi tecavüz etmezdi. Çok cesurdu, her yaptığı işi, insanlığın iyiliğini
düşünerek yapardı. Savaşlarda düşmanlarının ölümüne bile acırdı. Çok şefkatli
ve merhametliydi.
Bir harpte düşmanını altına almış, kılıcı ile boğazlamak üzereydi. O anda
düşmanı, var gücü ile Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü. Bunun üzerine öldürmekten
vazgeçti. Altındaki düşman, niçin öldürmediğini sorunca. “Biraz önce seni,
Allah için öldürecektim. Yüzüme tükürünce, kendi nefsim için öldüreceğimden
korktum. Nefsimin isteğine uymamak için vazgeçtim.” dedi. Bu dinin
emirlerindeki büyüklüğü anlayan müşrik hemen müslüman oldu. Hz. Ali, servet
sahibi değildi. Buna rağmen çok cömert, çok kerîmdi. Son derece mütevazı, alçak
gönüllü idi. Hakkında birkaç âyet-i kerîme nazil olmuş; kerem, cömertlik,
adalet, merhamet ve diğer yüksek fazîletleri
öğülmüştür. Pek çok hadîs-i şerîflerde meth edilmiştir. Ehl-i sünnetin
gözbebeği, kerâmetler hazinesi ve evliyânın reisidir. Peygamber efendimiz,
Aliyyü’l-Murtazâ’yı (r.a.) pek çok severdi. Sevgili kerîmesi (kızı) Hz.
Fâtıma’yı, O’nunla evlendirmişti. Bu, Hz. Ali hakkındaki iltifât-ı Nebevînin en
yüksek bir nişanesiydi.
Bir gün Eshâb-ı kirâmdan bir zümre gazâ için yola çıkmışlardı. Hz. Ali de
bunların arasında bulunuyordu. Resûl-i Ekrem efendimiz: “Yâ Rabbi! Ali’yi bana
tekrar göstermedikçe beni öldürme!” diye duâ buyurdu. Bir hadîs-i şerîfte de
Aliyyü’l-Murtazâ’ya hitaben: “Seni ancak mü’min olan sever, sana ancak münafık
olan buğz eder.” buyurmuştur.
Resûlullah (s.a.v.) veda haccından dönerken “Gadîr-Hum” denilen yerde namaz
kıldıktan sonra Eshâb-ı kirâma (r.a.) dönerek: “Ben mü’minlere nefslerinden
daha sevgili, yakın değil miyim?” buyurdular. Eshâb-ı kirâm tasdîk ederek “Evet
yâ Resûlallah! Öylesin”, dediler. Sonra Hz. Ali’nin elinden tutup: “Ben kimin
efendisi isem, Ali de, onun efendisidir.” buyurdular. Mübârek sözlerine
devamla: “Yâ Rabbi! O’na düşmanlık edene düşmanlık et. Onu seveni sev. Onu
aşağı tutanı zelîl et. Onayardım edene yardımcı ol. Nerede olursa olsun hakkı,
doğruyu ona bildir!” buyurdular.
Uhud harbinde Eshâb-ı kirâmdan bir çok kişi şehîd düşmüştü. Bu şerefe nâil
olamadığından dolayı me’yûs (üzüntülü) görünen Hz. Ali’ye hitaben Resûl-i Ekrem
efendimiz: “Yâ Ali, şehâdet senin arkandadır.Bunlar, kan ile boyandığı zaman
nasıl sabır edecektin?” buyurarak mübârek elleriyle onun başını, sakalını
okşamıştı. Hz. Ali de “Yâ Resûlallah, şu buyurduğun hal benim hakkımda tahakkuk
edince o, sabredilecek şeylerden delil, beşâret ve kerâmet sayılacak şeylerden
almış olur.” diye cevap vermiştir.
Hz. Ali, Irak’a giderken, Abdullah bin Selâm (r.a.) O’nun ziyâretine gelmiş:
“Yâ Ali, Irak’a gitme, korkarım ki, orada vücuduna bir kılıç ağzı isabet eder”
demiş, Hz. Ali de: “Evet! Allaha yemin ederim ki,
bunu bana Resûlullah haber vermiştir” diye mukabelede bulunmuştu. Ebü’l-Esved
diyor ki: “Ben, o gündeki gibi böyle nefsine bir kötülük geleceğini haber veren
bir muhârib görmedim.
Hz. Ali vahy kâtiblerindendi. Peygamberin mektûblarını da yazardı. Hudeybiye
anlaşmasını da o yazmıştı. Resûlullah (s.a.v.) Eshâb-ı kirâm arasında iki defa
kardeşlik akd edilmesini buyurdukları halde,
hiç birinde Hz. Ali ile, bir başkası arasında akd buyurmayınca, Hz. Ali’nin
“Beni unuttunuz mu?” suâline Peygamberimiz “Sen, dünyâda ve ahirette benim
kardeşimsin” buyurdu. Hz. Ali, âlîcenâbtı (cömertti), doğru söylerdi. İlmin
menbaı, kaynağı sayılırdı. Dindarları, müttekîleri severdi, fakîrlere yardım
ederdi. Hz. Fâtıma ile evlenmiş ve Peygamber (s.a.v.) efendimize damat
olmuştur.
Hz. Fâtıma’dan,Muhsin,Zeynep, Hasan, Hüseyin ve Ümmü Gülsüm (r.a.) isimlerinde
evlâtları olmuştur.
Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ali ile Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i (r.a.) mübârek
abaları ile örterek: “İşte,benim Ehl-i beytim bunlardır. Yâ Rabbi, bunlardan
kötülüğü kaldır ve hepsini temiz eyle!” buyurdukları bildirilmiştir. İşte bu
Ehl-i beyt, “Âl-i Nebî” namıyla, kıyâmete kadar her mü’min tarafından, her
namaz ve duâda yâd olunurlar. Hz. Ali, fevkalâde belîğ, fasîh konuşurdu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’den sonra Aliyyü’l-Murtazâ derecesinde belîğ hutbe
tertip ve irâd eden bir zât görülmemiştir. Arap lisânının ilk kaidelerini koyan
zât da Hz. Ali’dir. Bir gün Kur’ân-ı kerîm’in yanlış okunduğunu duymuş, bunun
üzerine Arap gramerinin ana hatlarını ortaya koyarak buna mâni olmuştu. Zamanının
en kudretli hatîblerinden biri idi. Her nutku bir şaheserdir. İslâmiyetin
yayılmasında görülen hizmeti büyüktür. Bu vazifeyi herkesten fazla
muvaffakiyetle ifâ ederdi.
Kur’ân-ı kerîm lisânına herkesten daha ziyâde âşinâ idi. Kur’ân-ı kerîm’in
belâgatine, i’câzına, hakikatlerine herkesten daha ziyâde vâkıftı. Resûl-i
Ekrem’den yayılan feyizlerin nurlarına en evvel kavuşmuş olan Hz. Ali’nin nezih
ruhu idi. Onun en büyük bir müfessir olduğunda kimse şüphe etmezdi. Hâsılı Hz.
Ali’nin Kur’ân-ı kerîme büyük bir vukûfiyeti vardı.
Hattâ bir gün hutbe irâd ederken cemâate hitaben: “Sorunuz! Bana ne sorar
iseniz, size cevâbını veririm. Kitâbullah’dan bana sorunuz. Vallahi bir âyet
yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi kırda mı, dağda mı, nazil olduğunu bilmiyeyim!..”
diye buyurmuştu. Bu sebepten, hakkında birçok rivâyet olup anlaşılması güç
mes’elerde, onun rivâyeti tercih edilmiştir. Hacc-ı Ekberin, “Kurban Bayramı”
olduğuna dâir olan rivâyeti, bunlardan biridir. Hz. Ali, Ehl-i beytten olması
sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vâkıf idi. Bu
hususta herkesin müracaat kapısı idi. Kendisi 586 hadîs-i şerîf bildirmiştir.
Bunlardan 20 tanesi, hem Sahîh-i
Buhârî’de, hem de Sahîh-i Müslimde vardır. Bundan başka 9 hadîs-i şerîf Buhârî’de,
15 hadîs-i şerîf Müslim’de tamamı da Ahmed bin Hanbel’in “Müsned” adlı
kitabında vardır.
Hz. Ali, Eshâb-ı kirâmın en büyük fıkıh âlimlerinden idi. halledilemeyen
konular ona havale edilirdi. Peygamber efendimiz onu Yemen’e kadı olarak
gönderdi. “Yâ Resûlallah! Ben âlim değilim, Kâdılık ahkâmını bilmem” dedi.
Mübârek elini göğsüne koyup: “Yâ Rabbi! Kalbine hidâyet, diline doğrulukver.”
diye duâ buyurdu. Hz. Ali buyuruyor ki, bundan sonra ben asla iki kimse
arasında hüküm vermekten şüpheye düşmedim. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) “Yâ Ali!
Benim deveme binip Yemen’e git. Falan dağdakitepeye geldiğin zaman üzerine çık.
Halkın seni karşıladıklarını göreceksin. O zaman (Ey taşlar,ey ağaçlar! Allahın
Resûlü size selâm ediyor, diye söyle)” buyurdu. Hz. Ali oraya gidip selâmı
tebliğ edince, yeryüzünde bir gürültü, uğultu koptu. Taşlar ve ağaçlar Resûl-i
Ekrem’in selâmına: “Salât ve selâm, Allah’ın Resûlünün üzerine olsun” diye
cevap verdiler. O tepede bulunanlar, bu hali görünce, hepsi birden îmân
ettiler.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) vefât edince, O yıkayıp kefenledi. Bu son mübârek
vazife, ona nasîb oldu. Definden sonra, halife seçilen Ebû Bekir’e (r.a.) bîat
edip, ona devlet işlerinde yardımcı oldu ve kadılık (hâkimlik) görevlerinde
bulundu. Hz. Ömer’in halifeliğine de bîat edip, halifenin danışmanı ve
hâkimliğini yaptı. Hatta Hz. Ömer buyurdu ki: “Şayet Hz. Ali olmasaydı, Ömer
helâk olurdu.” Hz. Osman’ın da halifeliğine bîat edip, hilâfet işlerinde onun
vezirliğini yaptı. Hz. Osman’ın şehîd olmasından evvel, gerek kendisi ve
gerekse oğulları Hz. Osman’ı korumak için gerekli tedbirleri almıştır. Hz.
Osman’ın şehâdetini duyunca da oğullarının yüzüne karşı: “Siz yaşarken onun
şehîd düşmesine nasıl imkân bıraktınız?” diye büyük bir teessürle hitap
etmiştir. Hz. Ali, mâni olmaya çalıştığı halde bir türlü önüne geçemediği elim
şehâdet vak’ası üzerine Hicrî 35 yılının zilhicce ayında, Medine-i
Münevvere’de, halife seçildi. Halife olmasında hiç bir itirâz olmadığından
icmâ-ı ümmet ile hilâfet makamına geldi. Hz. Osman zamanında fitne, yahudîler
tarafından başlatılmış ve halîfenin şehîd edilmesine kadar varmıştı. Hz.
Ali’nin hilâfeti zamanında da devam etti. Hz. Osman’ı şehîd edenlerin
cezâlandırılması hususunda Eshâb-ı kirâm arasında üç ayrı ictihâd oldu.
Sahâbîlerden bir kısmı, tarafsız kalmayı. Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Âişe ve
Şam’da bulunan Hz. Muâviye, suçluların hemen cezalandırılmasını; Hz. Ali ise,
bu hususta acele edilmemesini, adaletin tatbikinde dikkatli ve tedbirli hareket
edilmesini ve başka bir fitneye sebep olmaması için, suçluların, ortalığın
durulmasından sonra cezalandırılmasını ictihâd etmişlerdi. Hz. Ali suçluları
hemen cezalandırmayınca, Talha ve Zübeyr (r.a.) ile Âişe (r.anha) Basra’ya
gittiler. Halife, onlarla anlaşmak üzere, Basra’ya yola çıktı.Medine’den ayrılırken,
Abdullah İbni Sebe’ye, Medine’de kalmasını emretti. İslâm birliğini bozmaya
çalışan ve Hz. Osman’ın şehîd olmasına sebep olan bütün bu fitnelerin başı olan
İbni Sebe, halifenin emrini dinlemedi. Kendi komiteci arkadaşlarıyla gizli
toplantı yapıp, halîfeye gözükmeden Basra’ya gitmeye, geceleyin gizlice iki
taraftan birine saldırarak, iki tarafı muharebeye tutuşturmaya karar verdiler.
Hz. Ali, Basra’ya yakın bir yerde ordugâh kurdular. Elçi gönderip,
Aişe(r.anha)’nın ictihâdında olan Basralılarla anlaştılar. Her iki taraf,
anlaşma oldu diye rahatça uykuya varınca, Abdullah bin Sebe, yahudisi, gece
karanlığında grubu ile birlikte Basralılar üzerine saldırdı. Gece karanlığında
kimse ne olduğunu anlayamadı. Ortalık kızıştı ve savaş başladı. Üç gün süren
savaş sonunda, iki taraftan onbin kişi şehîd düştüler. “Cemel (Deve) vak’ası”
olarak bilinen bu hâdisede Âişe-i Sıddîka (r.anha) esir alınınca, Hz. Ali
hürmet ve ikrâm edip, kendi askerleri arasında
bulunan kardeşi Muhammed bin Ebî Bekir ile Medine’ye gönderdi. Hz. Ali bu
vak’adan sonra, Basra’ya bir vali tayin ederek oradan ayrıldı. Bir daha
Medine’ye dönmeyip, Kûfe’ye gitti. İslâm devletinin merkezini de, Kûfe olarak
tesbit etti. Cemel vak’asından bir sene sonra Sıffîn denilen yerde Hz.
Muâviye’nin ordusu ile yüz günde doksan meydan muharebesi yaptı. Askerlerinden
yirmibeşbin, karşı taraftan kırkbeşbin kişi şehîd oldu. Karşı taraftan gelen
sulh teklifini kabul edince, ordusundan yedibin kişi ayrıldı. Bunlara “Hârici”
denildi. Bunların üzerine yürüyüp, perişan etti.
Ümmetin malini ümmete dagitirken de son derece titiz davranirdi. Kendisine bir
pay ayirma noktasinda gayet dikkatli olup, kimsenin hakkina tecavüz etmemekte
de büyük bir örnek idi. Kendisini Kûfe'de görenler, kışın sogugunda ince bir
elbisenin altinda tir tir titreyerek camiye gittigini aktarirlar.
Devlet yönetici ve memurlarinin nasil davranmalari gerektigi konusunda su
yönetmeligi hazirlamisti.
1. Halka karsi daima içinizde sevgi ve nezaket besleyin. Onlara bir canavar
gibi davranmayin ve onlari azarlamayin .
2. Müslüman olsun olmasin herkese ayni davranin. Müslümanlar kardesleriniz,
müslüman olmayanlar ise sizin gibi bir insandir.
3. Affetmekten utanmayin. Cezalandirmada acele etmeyin. Emriniz altinda
bulunanlarin hatalari karsisinda hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyin .
4. Taraf tutmayin, bazi insanlari kayirmayin. Bu tür davranislar sizi zulme ve
despotluga çeker.
5. Memurlarinizi seçerken zalim yöneticilere hizmet etmemis ve devletin
suçlarindan ve zulümlerinden sorumlu olmamis bulunmalarina dikkat edin.
6. Dogru, dürüst ve nazik kisileri seçin ve çikar ummadan ve korkmadan aci
gerçekleri söyleyebilenleri tercih edin.
7. Atamalarda arastirma yapmayi ihmal etmeyin.
8. Haksiz kazanç ve ahlâksizliklara düsmemeleri için memurlariniza yeterince
maas ödeyin.
9. Memurlarinizin hareketlerini kontrol edin ve bunun için güvendiginiz samimi
kisileri kullanin.
10. Mektuplar ve müracaatlara bizzat kendiniz cevap verin.
11. Halkin güvenini kazanin ve onlarin iyiligini istediginize kendilerini
inandirin .
12. Hiç bir zaman vaadinizden ve sözünüzden dönmeyin.
13. Esnaf ve tüccara dikkat edin; onlara gereken önemi gösterin, fakat ihtikâr,
karaborsa ve mal yigmalarina izin vermeyin.
14. El islerine yardim edin; çünkü bu yoksullugu azaltir, hayat standardini
artirir.
15. Tarimla ugrasanlar devletin servet kaynagidir ve bir servet gibi
korunmalidir.
16. Kutsal görevinizin yoksul, sakat ve yetimlere bakmak oldugunu hiç
aklinizdan çikarmayin. Memurlariniz onlari incitmesin, onlara kötü davranmasin.
Onlara yardim edin, koruyun ve yardiminiza ihtiyaç duyduklari her zaman
huzurunuza çikmalarina engel olmayin .
17. Kan dökmekten kaçinin, islâm'in hükümlerine göre öldürülmesi gerekmeyen
kimseleri öldürmeyin.
Hicretin kırkıncı yılının Ramazan-ı şerîf ayının onyedinci Cuma günü sabah
namazına giderken İbni Mülcem adlı bir harici tarafından başına zehirli bir
kılıçla vurularak yaralandı. İki gün sonra altmışüç yaşında iken, şehîd oldu.
Techîz ve tekfîni, oğlu Hz. Hasan tarafından yapılmış ve namazı eda olunduktan
sonra Kûfe’nin kabristanı sayılan Necef’e defn edilmiştir.
Amr İbni zi-Mürr el-Hemadânî şöyle rivâyet ediyor: Hz. Ali, Kûfe’de kılıç
darbesini aldıktan sonra huzuruna girdim. Başını birşey ile sarmıştı. Dedim ki:
“Ey mü’minlerin emiri! Yarayı bana gösterir misin? Hemen sargıyı açtı. Baktım.
Birşey yok, hafif bir yaradan ibaret, dedim. Hz. Ali: “Evet sizden
ayrılmaktayım” dedi. Kerîmesi Ümmü Gülsüm perde arkasından ağlamaya başlamıştı.
Hz. Ali: “Kızım sükut et! Eğer benim gördüklerimi görecek olsan ağlamazsın”
dedi. “Yâ Emir-el-Mü’mimîn, ne görüyorsun?” diye sordum. Buyurdu ki: “İşte
bunlar melelekler ile nebîler cemâati; işte bu da Muhammed aleyhisselâm! Yâ
Ali, müjde sana, teveccüh etmekte bulunduğun hâl, şu içinde bulunduğun halden
daha hayırlıdır, diye buyuruyor.”
Halifeliği devrinde zuhur eden fesatçılarla mücadelede bulunduğundan, beş sene
süren hilafet zamanlarında sükun ve huzur bulamamış, hükümet idaresinde Hz.
Ömer’in yolunu tutmuştur. Memurları murakabe eder, her işin emniyet ve
istikamet dairesinde yapılmasını ister, halka karşı şefkat
gösterirdi.Yoksulları Beyt-ül-mâldan geçindirirdi. Her tarafta askeri birer
merkez vücuda getirdi. Beyt-ül-mâlı muhafaza yolunda gerekli teşkilâtı kurdu.
Hz. Ali’nin İslâmiyetin yayılmasındaki hizmeti büyüktür.
Hz. Ali, buğday benizli, orta boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri ve siyah
gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı idi. Sakalı sık idi. Sakalını muharebe
zamanlarında sünnet olandan fazla uzatır ve omuzlarına
kadar yayılırdı. Son zamanlarında saçı ve sakalı pamuk gibi beyaz olmuştu. Hem
ilim, hem de amel bakımından en yüksek derecede olduğu halde, Allah korkusundan
hemen her gün ağlardı. Güzel ahlâkın canlı bir timsali idi. Çok hadîs-i şerîf
ile övüldü. Hz. Ali hakkında söylenmiş hadîs-i şerîflerden ba’zıları:
“Allahü teâlâ bana dört kişiyi sevmemi emretti. Ben de onları seviyorum.”
Bunlar kimlerdir?
denildikte, “Ali onardandır. Ali onlardandır. Ali onlardandır ve Ebû Zer,
Mikdat ve Selmân’dır.”
“Ali, dünyâda da, âhirette de benim kardeşimdir.”
“Ali, Cennette sabah yıldızı gibi parlar.”
“Ben ilmin şehriyim, o şehrin kapısı Ali’dir.”
“Ali bendendir, ben de ondanım, Onu bütün mü’minler sever.”
“Ali’ye bakmak ibâdettir. Ali’yi inciten beni incitmiş gibidir.”
“Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim.”
“Kızım Fâtıma’yı Ali’ye vermeyi, Rabbim bana emr eyledi. Allahü teâlâ her
peygamberin sülâlesini
kendinden, benim sülâlemi de Ali’den yaratmıştır.
“Ali, kıyâmet günü benim yanımdadır. Havuz ve kevser yanında benimledir. Sırat
üzerinde
benimledir. Cennette benimledir. Allahü teâlâyı görürken benimledir.”
“Münâfıkların kalbinde dört kimsenin muhabbeti toplanmaz: Ebû Bekir, Ömer,
Osman ve Ali(r.a.)”
“İmânın alâmetleri vardır: Birinci alâmeti Ali’yi sevmektir. Ali iyilerin
rehberidir. Ona yardımedene, yardım edilir. Ona sıkıntı vermeye uğraşanın
kendisi perişan olur. Cennet üç kimseye âşıktır. Ali’ye, Selmân’a ve Ammâr’a.”
“Ehl-i beytim, Nuh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Onlara tabi’ olan selâmet
bulur. Olmayanhelâk olur.”
Hz. Ali’nin (r.a.) Peygamberimizden (s.a.v.) rivâyet ettiği bazı hadîs-i
şerîfler şunlardır:
“Günah işleyen biri pişman olur, abdest alıp namaz kılar ve günahı için
istiğfâr ederse (bağışlanmasını dilerse), Allahü teâlâ o günahı elbette
affeder. Çünkü Allahü teâlâ, Nisâ sûresi 109.
âyetinde: (Biri günah işler veya kendine zulm eder, sonra, pişman olup, Allahü
teâlâ’ya istiğfârederse, Allahü teâlâ’yı çok merhametli ve af ve mağfiret edici
bulur) buyurmaktadır.”
“Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere
zahmet çekmişolur. Bu kimse kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nafile
namazlarını kabul etmez.”
Eshâb-ı kirâm birbirlerini çok severlerdi. Bir gün Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)
Resûlullah’ın (s.a.v.) evine geldi. İçeri gireceği sırada, Ali bin Ebî Talib
(r.a.) da geldi. Hz. Ebû Bekir: (Geri çekilip) Yâ Ali! Sen buyur, gir dedi. O
da cevap verip, aralarında, aşağıdaki uzun konuşma
oldu: Hz. Ali: -Yâ Ebâ Bekir! Sen önce gir ki, her iyilikte önde olan, her
hayırlı işte ileri olan, herkesi geçen sensin. Hz. Ebû Bekir: -Sen, önce gir yâ
Ali! Resûlullah’a daha yakın sensin. Hz. Ali: Ben senin önüne nasıl geçerim.
Çünkü Resûlullah’tan işittim. “Ümmetimden Ebû Bekir’dendaha üstün bir kimsenin
üzerine güneş doğmadı” buyurdu. Hz. Ebû Bekir: Ben, senin önüne nasıl geçebilirim
ki, Resûlullah (s.a.v.) kızı Fâtımat-üz-Zehrâ’yı sana verdiği gün “Kadınların
en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim” buyurdu.
Hz. Ali: Ben senin önüne geçemem. Çünkü, Resûlullah (s.a.v.) “İbrâhîm
aleyhisselâmı görmek isteyen Ebû Bekir’in yüzüne baksın”, buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne geçemem. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) “Âdem
aleyhisselâmın hilm sıfatını ve Yûsuf aleyhisselâmın güzel ahlâkını, görmek
isteyen Ali Mürtezâ’ya baksın” buyurdu.
Hz. Ali: -Senin önünden giremem. Çünkü, Resûlullah (s.a.v.) “Yâ Rabbi! Beni en
çok seven ve Eshâbımın en iyisi kimdir?” dedi. Cenâb-ı Hak: “Yâ Muhammed (a.s.)
Ebû Bekir Sıddîktır” buyurdu,
Hz. Ebû Bekir: Ben, senin önüne geçemem! Resûl (a.s.) Hayber’de: “Yarın sancağı
öyle bir kimseye veririm ki, Allahü teâlâ Onu sever. Ben de, Onu çok severim.”
buyurdu.
Hz. Ali: -Senin önünden geçemem çünkü, Resûl aleyhisselâm “Cennetin kapıları
üzerinde “Ebû Bekir Habîbullah” yazılıdır buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne nasıl geçebilirim? Çünkü, Resûl aleyhisselâm Hayber
gazâsında, bayrağı sana verip, “Bu bayrak Melik-i Gâlibin Ali bin Ebî Tâlib’e
hediyesidir.” buyurdu.
Hz. Ali: -Senin önüne nasıl geçebilirim. Çünkü, Resûl aleyhisselâm: “Yâ Ebâ
Bekir! Sen benim,gören gözüm ve bilen gönlüm yerindesin!” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne geçemem. Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki:
“Kıyâmet günü,Ali Cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenâb-ı Hak
buyurur ki: Yâ Muhammed
aleyhisselâm! Senin baban İbrâhîm Halil, ne güzel babadır. Senin kardeşin Ali
bin Ebî Tâlib ne güzel kardeştir.”
Hz. Ali: -Senin önüne geçemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyâmet
günü, Cennet Meleklerinin reisi olan Rıdvan adındaki Melek Cennete girer.
Cennetin anahtarını getirir. Bana
verir. Sonra Cebrâil (a.s.) gelip, Yâ Muhammed! Cennetin ve Cehennemin
anahtarlarını, Ebû Bekir Sıddîk’a ver. Ebû Bekir, istediğini Cennete,
dilediğini Cehenneme göndersin der.”
Hz. Ebû Bekir: -Senin önünden giremem. Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki:
“Ali kıyâmet günü benim yanımdadır. Havz ve kevser yanında, benimledir. Sırat
üzerinde benimledir. Cennette,
benimledir. Allahü teâlâyı görürken, benimledir.”
Hz. Ali: -Senden önce giremem. Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ebû Bekir’in imânı,
bütün mü’minlerin imânları yekûnu ile tartılsa, Ebû Bekir’in imânı ağır gelir.”
buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne nasıl geçebilirim? Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ben
ilmin şehriyim.Ali bunun kapısıdır.” buyurdu.
Hz. Ali: -Senin önünden nasıl yürüyebilirim? Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ben
sâdıklığın şehriyim.Ebû Bekir, bunun kapısıdır.” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne geçemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm buyurdu ki:
“Kıyâmet günü,Ali bir güzel ata bindirilir. Görenler acaba, bu hangi
Peygamberdir? derler. Allahü teâlâ, bu Ali bin
Ebî Tâlib’tir buyurur.”
Hz. Ali: -Senin önünden gidemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ben ve Ebû Bekir,
bir topraktanız.Tekrar bir olacağız” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: -Senin önünden gidemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm buyurdu ki:
“Allahü teâlâ,ey Cennet! Senin dört köşeni, dört kimse ile bezerim. Biri,
Peygamberlerin üstünü Muhammed’dir.
(a.s.). Biri, Allah’dan korkanların üstünü Ali’dir. Üçüncüsü, kadınların
üstünü, Fâtımatüz-Zehrâ’dır. Dördüncü köşesindeki de temizlerin üstünü Hasan ve
Hüseyin’dir.”
Hz. Ali: -Senin önünden nasıl girebilirim? Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu
ki: “Sekiz Cennetten şöyle ses gelir: Ey Ebû Bekir! Sevdiklerinle birlikte gel.
Hepiniz, Cennete girin!”
Hz. Ebû Bekir -Senin önünden gidemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm: “Ben bir ağaca
benzerim.Fâtıma bunun kökü, Ali, gövdesi, Hasan ve Hüseyin, meyvesidir.”
buyurdu.
Hz. Ali: -Senin önüne geçemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Allahü
teâlâ, Ebû Bekir’in bütün kusurlarını af etsin. Çünkü O, kızı Âişe’yi bana
verdi. Hicrette bana yardımcı oldu.
Bilâl-i Habeşî’yi, benim için alıp âzâd etti.”
Resûlullah’ın (s.a.v.) bu iki sevgilisi, kapıda böyle konuşurlarken, kendileri
içeriden dinliyordu. Hz. Ali’nin sözünü kesip içeriden buyurdu ki: “Ey
kardeşlerim Ebû Bekir ve Ali! (r.a.) artık içeri girin!Cebrâil aleyhisselâm
gelip dedi ki, yerdeki ve yedi kat göklerdeki melekler sizi
dinlemektedir.Kıyâmete kadar birbirinizi övseniz, Allahü teâlâ yanındaki
kıymetinizi anlatamazsınız” ikisi bir birine sarılıp, birlikte Resûlullah’ın
(s.a.v.) huzuruna girdiler. Resûlullah efendimiz:
- “Allahü teâlâ, ikinize de yüzbinlerle rahmet etsin, ikinizi sevenlere
de, yüzbinlerle rahmet etsin ve düşmanlarınıza da, yüzbinlerle lanet olsun!”
buyurdu, Hz. Ebû Bekir Sıddîk dedi ki:
“Yâ Resûlallah! Ben, Ali kardeşimin düşmanlarına şefâat etmem, Hz. Ali de dedi
ki: “Yâ Resûlallah! Ben de Ebû Bekir kardeşimin düşmanlarına şefâat etmem ve
başını kılıç ile bedeninden ayırırım. Ebû Bekir (r.a.): Ben, senin düşmanlarına
Kevser havzından su vermem, buyurdu: Hz. Ali de: Ben senin düşmanlarını sırat
üzerinden geçirmem, buyurdu.
Hz. Muâviye, Hz. Ali Hakkında: “Hz. Ali son derece âlîcenâb bir insandı. Sözün
doğrusunu söyler, her davayı hakkaniyetle hallederdi. Ali (r.a.), ilim ve
hikmetin feyyaz bir kaynağı idi. Kendisi dünyâ ziynetlerinden ve
şatafatlarından nefret eder, gecenin karanlığında mescidin mihrabına gelir,
düşünür, ibadet eder ve ağlardı. Dindar ve muttaki olanlara, fukara ve muhtaç
olanlara yardımı severdi. Şeytan, dünyâ, hiçbir vakit onu aldatamadı,”
demiştir.
Peygamber efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali’ye buyurdular ki: “Yâ Ali altıyüzbin
koyun mu istersin,yahut altıyüzbin altın mı veyahut altıyüzbin nasîhat mı
istersin?” Hz. Ali dedi ki: “Altıyüzbin nasîhat isterim.” Peygamber
aleyhisselâm buyurdu ki: “Şu altı nasîhata uyarsan, altıyüzbin nasîhata uymuş
olursun.”
1. “Herkes nafilelerle meşgul olurken, sen farzları ifâ et. Yani farzlardaki
rükünleri, vâcibleri,sünnetleri, müstehabları ifâ et!
2. Herkes dünyâ ile meşgul olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla. Yani din ile
meşgul ol, dine uygun yaşa, dine uygun kazan, dine uygun harca!
3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi
ayıplarınla meşgul ol!
4. Herkes, dünyâyı imâr ederken, sen dinini imâr et, zînetlendir.
5. Herkes halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen
Hakkın rızâsını gözet. Allahü teâlâya yaklaştıran sebep ve vâsıtaları ara!
6. Herkes çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına
dikkat et!”
Hz. Ali Sıffîn harbine giderken, yolda susayan askeri için, su bulamayınca,
birçoklarının kaldıramadığı bir taşı tek başına kaldırdı, altından leziz su
çıktı. İçtiler, aldılar götürdüler. Ali (r.a.) o taşı yine
yerine koydu. Bu hâdisenin geçtiği yerin yakınında bir kilise vardı. O
kilisenin rahibi bu hali oradan gördü. Hemen aşağı inip, Hz. Ali’nin huzuruna
geldi. Sen Peygamber misin? diye sordu. “Hayır ben son
Peygamber Muhammed bin Abdullah’ın (s.a.v.) halîfesiyim” buyurdu. Râhib elini
ver ki müslüman olayım dedi. Ali (r.a.) elini uzattı. Rahib, Allahtan
başkasının ibâdete hakkı olmadığına, Muhammed’in (s.a.v.)
Allahın Resûlü olduğuna ve senin de Resûlün vârisi olduğuna şehâdet ederim
dedi. Âli (r.a.) rahibe:
“Sen bu yaşa kadar kendi dinini yaşamışsın. Ne sebeple şimdi bizim dinimize
girdin?” diye’sordu. Râhib:
“Ey Emir’ül-mü’minin, bu kiliseyi, bu taşı kaldıran için yapmışlardır. Biz
kitaplarımızda okuyoruz. Âlimlerimizden de duyduk ki, burada bir pınar vardır.
Üzerinde bir taş vardır. O taşı Peygamber veya peygamber vârisi kaldırabilir.
Senin bu taşı kaldırdığını görünce, arzuma kavuştum ve yıllardır beklediğim
şeyi buldum” dedi. Emir’ül-Mü’minîn bu sözü işitince ağladı. Gözlerinin
yaşından sakalı ıslandı. Sonra:
“Allahü teâlâ’ya hamd olsun ki, beni unutulmuşlardan değil, kitabında zikr
edilenlerden eyledi?” buyurdu.
Hz. Ali (r.a.) namaza durunca âlem altüst olsa haberi olmazdı. Derler ki: Bir
harbde mübârek ayağına ok gelmiş, demir kısmı kemiğe işlemişti. Bu yüzden okun
demirini çekemediler. Cerrâha gösterdiler.
Cerrâh: “Sana aklı gideren, bayıltan ilaç vermeli ki ancak o zaman demir
çekilir. Yoksa, bunun ağrısına tahammül edilemez” dedi. Emîr’ül-Mü’minin:
“Bayıltıcı ilâca ne lüzum var, biraz sabredin, namaz vakti gelsin, namaza
durunca çıkarın” buyurdu. Namaz vakti geldi. Hz. Ali namaza başladı. Cerrâh da
Emir Hazretlerinin mübârek ayağını yarıp demiri çıkardı. Yarayı sardı. Hz. Ali,
namazını bitirince cerraha: “Demiri çıkardın mı?” buyurdu. Cerrâh: “Evet
çıkardım,” dedi. Hz. Ali: “Hiç farkına varmadım,” buyurdu.
İbni Mülcem, Hz. Ali’nin bu hâlini bildiği için, namaza giderken şehîd etmeği
tercih etmişti.
Allahü teâlâ, Hz. Ali için güneşi iki kere batarken geri çevirmiştir. Birisi
Resûlullah’ın (s.a.v.) zamanı şerîflerinde idi. Ümmü Seleme, Esma bint-i Ümeys,
Câbir bin Abdullahı’l-Ensârî ve Ebû Saîdi’l-
Hudrî (r.a.) rivâyet ettiler.
Peygamber efendimiz, huzurlarında Hz. Ali olduğu halde evlerinde idiler.
Cebrâil (a.s.) vahy getirdi. Resûl-i Ekrem vahyin ağırlığından mübârek başını
Hz. Ali’nin dizine koydu. Güneş batıncaya kadar kaldıramadı. Hz. Ali (r.a.)
namazını oturduğu yerde imâ ile kıldı. Resûl-i Ekrem’i rahatsız etmemek için
yerinden kalkmadı. Sultan-ı Kâinat efendimiz vahyin ağırlığından kurtulunca:
“Yâ Ali! İkindi namazını kıldın mı?” diye sordular. Hz. Ali imâ ile kıldım,
dedi. Habîbullah güneşe emir buyurdular. Güneş geriye dönerek dağın üzerinde
durdu. Hz. Ali namazını kıldı. Güneş tekrar yerine gitti. Esma binti Umeys
(r.a.) diyor ki: “Güneş ikinci defa batarken testere sesi gibi bir ses
işitildi.”
Resûlullah’tan (s.a.v.) sonra Hz. Ali Bâbil’e giderken Fırat nehrinden geçmek
icab etti. İkindi namazı vakti idi. Beraberindekilerin, bir kısmı ile kendileri
ikindi namazını kıldılar. Bir kısmı da hayvanlarını sudan geçirmeğe uğraştı.
Güneş battı. Bunlar ikindi namazını kılamadılar. Hz. Ali duâ buyurdu. Hak teâlâ
güneşi geriye getirdi. Namazını kılmayanlar selâm verinceye kadar güneş kaldı.
Sonra korkunç bir
ses çıkararak battı. Hz. Ali’nin Eshâbı korktular. Tesbih, tehlîl ve istiğfâr
ettiler.
Birgün Eshâb-ı kirâm Resûlullah’dan (s.a.v.) Hz. Ali’yi çok sevmelerinin
sebebini sordular. Server-i âlem: “Varın Ali’yi çağırın!” buyurdular. Eshâb-ı
kirâmdan birisi Hz. Ali’yi çağırmaya gitti. Habîb-i Ekrem,
Hz. Ali gelmeden Eshâbına: “Ey Eshâbım! Siz birisine iyilik etseniz, o size
karşılık olarak kötülük yapsa ne yaparsınız?” buyurdular. Eshâb-ı kirâm: “Yine
iyilik ederiz” dediler. Resûl-i Ekrem “O kimse yine size kötülük yaparsa ne
yaparsınız?” buyurdular. Eshâb-ı kirâm: “Tekrar iyilik yaparız,” dediler.
Resûl-i -Ekrem: “Tekrar size kötülükte bulunursa, ne yaparsınız?” buyurunca
“Eshâb-ı kirâm
başlarını aşağı indirdiler, bir cevâb veremediler. Hz. Ali geldi. Resûl-i
Ekrem, Hz. Ali’ye “Yâ Ali! Sen birisine iyilik etsen, o sana kötülük yapsa,sen
ne yaparsın!” buyurdular. Hz. Ali: “İyilik yaparım” dedi.
Resûl-i Ekrem aynı soruyu yedi kere tekrarladı. Hz. Ali hepsinde: “Yine iyilik
yaparım,” diye cevap verdi. Sonra ilâve ederek “O kimseye ben iyilik yaptıkça,
o bana hep kötülükte bulunsa yine ben ona iyilik yaparım” dedi. Bunun üzerine
Eshâb-ı kirâm: “Yâ Resûlallah! Hz. Ali’yi çok sevmenizin sebebini anladık, bu
sevgiye lâyık olduğunu gördük” dediler ve Hz. Ali’ye duâ ettiler.
Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte: “Fakîrlikle öğünürüm” buyurdu. Hz. Ali
bu hadîs-i şerîfi Habîb-i Ekrem’den (s.a.v.) işitince dünyâya hiç kıymet
vermedi. Çok fakîr oldu. Meselâ bugün eline bin
altın geçse, bir tanesi ertesi güne kalsın demez, hepsini fakîrlere dağıtırdı.
Resûl-i Ekrem, Hz. Ali’ye cömertlerin sultanı mânâsına, “Sultân-ül-Eshıyâ”
buyurdular. Bir gün Hz. Ali, Hz. Fâtıma’ya: “Evde yiyecek bir şey var mı, çok
acıktım” buyurdu. Hz. Fâtıma evde bir şey olmadığını, yalnız altı akçenin
olduğunu söyleyerek: “Bu akçeler ile çarşıdan yiyecek al. Bir de Hasan, Hüseyin
meyve istemişlerdi. Biraz da meyve alırsın” dedi. Hz. Ali altı akçeyi alıp
çarşıya çıktı. Yolda giderken bir kimsenin, bir Müslümanın yakasına yapışmış,
ya hakkımı ver veya yürü mahkemeye gidelim dediğini, yakasını bırakmadığını
gördü. Borçlu adam, bana birkaç gün daha müsâade et, diyorsa da yakasına
yapışan: “Hayır ben de sıkıntıdayım, bir saat bile bekleyecek hâlde değilim”
diyordu. Hz. Ali bunların çekişmelerini görünce yanlarına vardı: “Münâkaşanız
kaç para içindir?” buyurdu. “Altı akçedir” dediler. Hz. Ali: (Kendi kendine)
“Müslümanı bu sıkıntıdan kurturayım, nasılsa Hz. Fâtıma’ya bir cevâb bulurum,”
diye düşündü. Yanındaki altı akçeyi vererek, borçlu müslümanı sıkıntıdan
kurtardı. Bir zaman Hz. Fâtıma’ya ne
söyliyeyim diye düşünceye daldı. Sonunda nasıl olsa Hz. Fâtıma kadınların
seyyidesi, Resûlullah’ın kızıdır, bir şey demez, diyerek eli boş eve döndü. Hz.
Hasan ve Hüseyin kapıya koştular. Babalarının
meyve getireceğini ümid ediyorlardı. Babalarının ellerini boş görünce ağlamaya
başladılar. Hz. Fâtıma’ya: “Verdiğin altı akçe ile bir müslümanı hapisten
kurtardım,” buyurdu. Hz. Fâtıma: “Çok iyi yaptın, elhamdülillah, bir müslümanı
hapisten kurtarmışsın. Hak teâlâ bize kâfidir,” dedi. Fakat, mübârek hâtır-ı
şerîfleri biraz mahzun oldu. Hz. Ali üzüntüsünü sezip, iki oğlunun da
ağladıklarını görünce gönlünde bir kırıklık hissetti. Bu elem ile dışarı çıktı.
“Bari gidip Resûlullah’ın (s.a.v.) mübârek yüzünü göreyim de, bu üzüntüden
kurtulayım” diye düşündü. Zira Resûlullah’ın (s.a.v.) mübârek yüzüne bakan
kimsenin her üzüntüsü gittiği gibi, kalbinde sürûr ve safa hâsıl olurdu. Bunun
için Hz. Ali, Resûlullah’ın (s.a.v.) tesiri katı ve çabuk bir ilaç gibi olan
mübârek ayaklarının tozuna yüz sürmeye gitti. Yolda bir kimse gördü. Elinde
besili bir deve vardı. Hz. Ali’ye: “Ey yiğit! Bu deveyi satıyorum, alır mısın?”
dedi. Hz. Ali “Şimdi param yoktur” dedi. O şahıs: “Sana veresiye veririm” dedi.
Hz. Ali “Kaça veriyorsun?” buyurdu. O şahıs “Yüz akçeye veririm”, dedi. Hz. Ali
“Kabul ettim,” dedi. O şahıs da “Peki ben de kabul ettim,” dedi.
Deveyi, Hz. Ali’ye teslim etti. Hz. Ali deveyi almış, biraz gitmişti. Bir adama
rastladı. Hz. Ali’ye: “Bu deveyi bana satar mısın?” dedi. Hz. Ali “Evet
satarım” buyurdu. O kimse: “Üçyüz akçeye bana verir misin?” dedi. Hz. Ali:
“Olur veririm,” dedi.
Deveyi o şahsa sattı. Üçyüz akçeyi peşin alınca doğru çarşıya gitti. Yiyecek ve
meyveler aldı. Evine girince çocuklar sevindiler. Babalarının getirdiği yiyecek
ve meyveleri yemeğe koyuldular. Fatimat-üz- Zehrâ (r.anhâ) Hz. Ali’den bu
yiyecekleri nereden aldığını sordu. Hz. Ali mes’eleyi anlattı. Yemeklerini
yiyip Allahü teâlâ’ya hamd ü sena ettikten sonra Hz. Ali, Hz. Fâtıma’ya: “Ben,
Resûl-i Ekrem’in sohbetine gidiyorum” diyerek evden çıktı. Yolda Resûl-i
Ekrem’e, yanında Eshâb-ı kirâm oldukları hâlde, rastladı. Meğer Resûl-i Ekrem
(s.a.v.), Hz. Ali ve Fâtıma’yı görmeğe geliyorlarmış.
Resûlullah (s.a.v.) “Yâ Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın?” buyurdu. Hz. Ali
“Allah ve Resûlü bilir,” dedi. Resûl-i Ekrem: “Yâ Ali! Sana deveyi satan
Cebrâil aleyhisselâm, satın alan da, İsrâfil
aleyhisselâm idi. Deve de Cennet develerinden idi” O müslümanı sıkıntıdan
kurtardığın için Hak teâlâ dünyâda bire elli hasene (sevab) verdi. Âhirette
vereceğinin hesabını ise kendisinden başka
kimse bilmez” buyurdu.
Hikmetli, ibretlerle dolu sözleri çoktur. Kalblere tesir eden kıymetli
sözlerinden bazıları şunlardır:
Buyurdu ki: “Kişi dili altında saklıdır. Konuşturunuz kıymetinden neler
kaybettiğini anlarsınız.”
“Dünya bir cîfedir, leştir. Ondan birşey isteyen köpeklerle dalaşmaya dayanıklı
olmalı.”
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, beni yalnız mü’min sever ve bana yalnız münafık
buğz eder.”
“İnsanın yaşlanıp Rabbini bildikten sonra ölmesi, küçükken ölüp, hesapsız
Cennete girmesinden daha hayırlıdır.”
“Kul ümidini yalnız Rabbine bağlamalı ve yalnız günahları kendini
korkutmalıdır.”
“İnsanlar arasında, Allah’ı en iyi bilen, onu çok sevendir, tam ta’zîm,
edendir.”
“Sizin için korktuğum şeylerin en başında, nefsinin hevasına uymak ve uzun
emelli olmak gelir. Birincisi hak yoldan alıkor. İkincisi ise âhireti
unutturur.”
“Takvâ, hataya devamı bırakmak, aldanmamaktır.”
“Kalbler kablara benzer. Hayırlı olan, hayırla dolu olanıdır.”
“İlimsiz yapılan ibâdette, anlayış vermiyen ilimde, tefekküre götürmiyen
Kur’ân-ı kerîm okumakta hayır yoktur.”
“Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.”
Vefâtında, son sözü “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” oldu.
“Müslümanların hayırlısı, müslümanlara yardım eden ve faydalı olandır.”
“İyilik bilmez birisi de olsa, sen iyilik yap! Zira o, mukâbilinde teşekkür
edene yapılan iyilikten mîzânda daha ağır basar.”
“Arkadaşlarımdan bir grup toplayıp kendilerine bir ziyafet vermem, benim için
bir köle azad etmekten daha sevimlidir.”
“Kendinize Allah yolunda kardeşler edininiz. Çünkü onlar dünya için de, ahiret
için de lâzımdır. Cehennem ehlinin “Artık bizim için, ne şefâatçiler, ne de
candan bir dost yok.” (Şuarâ, 100-101)
sözlerini işitmiyor musunuz? Hadîs-i şerîfte de şöyle gelmiştir: “Bir kul,
Allah yolunda yeni bir kardeş edindi mi, Allahü teâlâ da Cennette onun için bir
derece ihdas eder.”
“İleride öyle zamanlar gelecek ki, kıtâl ve zulümsüz hükümdarlık etmeğe yol
bulunmayacak; çılgınlık ve cimrilik etmeden zengin olmak mümkün olmayacak;
kişilerin arzularına uymadıkça da insanlarla
sohbet etmek mümkün olmayacak. Bu zamana kim yetişecek olur da sohbet ve
metânet gösterir ve kendisini korursa, Allahü teâlâ ona elli sıddîk sevâbı
verir.”
“Ahir zamanda bir mü’min, halk arasında adını unutturmadıkça rahat
edemeyecektir.”
“Sizin hayırlılarınız, günahına gerçekten çok tövbe edenlerdir.”
“Her kim kötüyü yasaklar, fâsıka kızar ve Allah’ın yasaklarının hududu çiğnendiği
zaman öfkelenirse, Allahü teâlâ da o kulunun lehine gadablanır.”
“Öyle zamanlar gelecek ki münkeri inkâr edenlerin sayısı insanların onda
birinden az olacaktır. Sonra bunlar da gider ve artık kötüyü yasaklayan tek
kimse bulunmaz.”
“Her fenalıktan uzak kalmanın yolu, dili tutmaktır.”
“Hayra niyet edince acele et ki, nefsin seni yenip de caydırmasın.”
“Dünya hayatı kimseye bâki değildir. Şiddeti de ni’meti de geçicidir.”
“İki şey aklı ve tedbiri bozar. Biri acele etmek, biri de olmayacak şeyi
istemek.”
“Akıl gibi mal, iyi huy gibi dost, edep gibi miras, ilim gibi şeref olmaz.”
“Danışmadan (istişâre etmeden) doğruya ulaşılamaz.”
“Tembellik insanı vaktinden önce yıpratır.”
“Öksüzü ağlatmak zulümdür.”
Kaynak; http://www.serifbuhari.com/hz.aliyel-murtaza--r.a.html#.YcWmK8lByUk