DÎVÂN-I KEBÎR / DÎVÂN-I ŞEMS / DÎVÂN-I ŞEMS-İ TEBRÎZÎ (MEVLÂNÂ)
Mevlânâ (Celâleddîn-i Rûmî, Muhammed Celâleddîn, Hudâvendigâr’ın Dîvân-ı Şems ve Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî adlarıyla da bilinen eseri. Dîvân-ı Kebîr, içerdiği 21 aruz bahrine göre elifbâ sırasıyla düzenlenmiş 21 divandan oluşur. Eser, Mevlânâ’nın gazel, rubai ve diğer şiirlerini içerir ancak hazret, hiç bir şiirde kendi isim ve lakaplarını zikretmediği için, şiirlerde şair olarak Şems-i Tebrîzî, Selâhaddîn-i Zerkûbî ve Çelebi Hüsâmeddîn’in adları ve bunlara ilaveten “Hâmûş” mahlası kullanılır. Dîvân-ı Kebîr’in beyit sayılası yazma nüshalara göre büyük farklılıklar gösterir. Bu nüshalara göre eserin beyit sayısı 21.000 ila 70.000 beyit aralığında değişir. Nüshaların beyit sayıları arasındaki bu büyük farkı, Mevlânâ’nın bazı şiirlerini yakması ve sebebi sorulunca da “Gökten geldi, göğe gitti” demesinin doğru olabileceğini düşündürmektedir (Yazıcı 1994: 432). Konya Mevlânâ Müzesi Kitaplığında bulunan en eski Dîvân-ı Kebîr nüshalarından birine göre eserin beyit sayısı 21.366 ve gazel sayısı da 2073’tür (Can 2006: 384). Abdülbaki Gölpınarlı'nın 2007 neşrindeki beyit sayısı ise 35.885'tir.
Dîvân-ı Kebîr’deki şiirlerin kaleme alınış tarihlerini, Şems öncesi ve Şems sonrası olarak tarihlemek mümkündür. Ne var ki bu şiirleri birbirinden kesin çizgilerle ayıran belli bir ölçüt yoktur. Bu durumun nedeni, Mevlânâ şiirlerine hâkim olan tek ve büyük üsluptur. Dîvân-ı Kebîr, Mevlânâ’nın sema meclisleri başta olmak üzere, çeşitli yer ve zamanlarda irticalen söylediği şiirlerin sır kâtipleri tarafından anında yazıya geçirilmesiyle oluşmuş bir eserdir. Mevlânâ hiçbir eserini bizzat kaleme almadığı için bu usul onun bütün eserlerinin genel bir özelliğidir.
Dîvân-ı Kebîr, gerek Mevlânâ gerekse diğer mutasavvıfların hakikatleri anlamada aklın acizliği ve yüce manaları kavramada dilin yetersizliği vurgusunu temel hareket noktası alan şiirlerden oluşan bir eserdir. Mevlânâ, hakikatlerin idrakinde zıtlıkların oluşturduğu engelleyici duruma dikkat çekmek için Dîvân-ı Kebîr’de; varlık-yokluk, akıl-akıldışılık, mekân-lâmekân, konuşmak-susmak, küfür-din gibi zıtlıkları paradoksal bir silsilede ele alır. Bu paradoksal yapıları dile getirmekten muradı, hakikatin bu zıtlıkların mahiyetinden dolayı sütre altında kalması durumudur. İşte Dîvân-ı Kebîr’de Mevlânâ, hakikatlerin anlaşılmasında ve manaların sırrına erişilmesinde bu mahzurlu kavrayış biçimine dikkat çekerek bizi, zıtlıkların ortadan kalktığı bir idrak biçimi olan vahdet idrakine çağırır. Bu idrak biçiminde hakikatlerin üstünü örten zıtlıklar ve manaların yolunu kesen çokluktan gelen bilgi ve haberlerin dikkate alınmaması esastır. Bu bilgi ve haberlerden uzaklaştıkça yeni bir bilgi biçimi olan hikmetlerin kaynağı ve yeni bir haber şekli olan manaların iklimiyle temas etmeye başlarız. Bu temas marifeti, marifet de tevhit idrakini gerektirdiği için, bu idrak biçiminde simetrik aklın yerini asimetrik akıl olan aşk alır. Asimetrik akılda, zıtlar kendi zıtlarında birleştiği için varlık yoklukta, küfür dinde ve konuşmak susmakta son bulur. Dîvân-ı Kebîr’de dikkat çekici bir vurguyla sık sık tekrarlanan bir tema olan sükuta özel bir yer verilmesi bundan dolayıdır. Büyük ve kapsamlı bir konuşma olan Dîvân-ı Kebîrde sükutun önemli bir yerinin olması bir çelişkiden ziyade sükutta gizlenen anlamların derinlik ve seslerindeki heybetin kavratılmasına ilişkindir.