TEVHİDİN YEDİ MERTEBESİ
Allah Teâlâ hakkında bilinmesi gereken şeyleri bilmek her
mükellefin (kul) üzerine gereklidir. Bu şekilde söylememizin nedeni Allah
Teâlâ’nın “Ben, insanları ve cinleri ancak
bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât, 56) buyurmasından
dolayıdır. Hz. İbn‐i Abbas radiyallâhü anh bunu “bana ibadet etsinler” (li‐ya’büdûn)
yerine “beni bilip tanımaları için (li‐ya’rifûn) yarattım” şeklinde tefsir etmiştir. Burada bahsedilen marifet,
tevhiddir. Marifet, zâtında, sıfatında ve fiillerinde şirke düşmeden Allah
Teâlâ’yı bir olarak bilmektir. Bilindiği gibi dinimizin esası tevhîddir.
Tevhîd, Cenâb-ı Hakk'ı birlemek demektir ama bu birlemenin birçok vechesi ve
mertebesi vardır. Tevhîdin bütün mertebelerini bir araya getirip, her birini kısaca
izah edelim.

1- LA İLAHE İLLALLAH
"Lâ ilâhe illallah" kelime-i tayyibesi ile
ifâde edilen tevhîdin ilk mertebesi Hakk'dan gayrı hiç bir ilâh olmadığını,
kâinâtın yegâne hâlıkının ve mâlikinin Allah olduğunu, kabûl etmekdir. Bu
mertebe İslam mertebesidir ve Cenâb-ı Hakk'ı bu şekilde tevhîd edenlere müslüman
denir. Ne var ki bu îmân, mücerreddir yani ne akâid ne ibâdet ne de ahkâm-ı
ilâhî ile mukayyeddir. Nitekim hiç ibâdet etmeyenler ve ahkâm-ı ilâhîye boyun
eğmeyen mübtedîlerin îmânıda böyledir ve çok zayıfdır. Bu hâliyle îmân, açıkda
yanan bir muma benzer. Nasıl ki rüzgârlı bir havada mumun alevi kolayca
sönebilirse, ibâdetlerle takviye edilmeyen bir îmân da kolayca
kaybedilebilir.
2- LA MA’BUDE İLLALLAH
"Lâ ma'bûde illallah" cümlesi ile ifâde
edilen tevhîdin ikinci mertebesi, Hakk'dan gayrı bir ma'bûd olmadığını yani
yegâne ibâdet lâyık Allah olduğunu kabûl etmekdir ki buna iman, bu
mertebeye erişenlere de mümin denir. Bu mertebeye erişenlerin,
öncekilere göre büyük bir üstünlüğü vardır zîrâ bunlar yalnızca Allah'a
inanmakla kalmazlar, Allah'ın emirlerine de ellerinden geldiği kadar riâyet
eder, yasaklarından da mümkün olduğu kadar kaçınırlar. Tevhîdin bu mertebesinde
îmân ibâdetlerle takviye edildiği için, kuvvetlenmiş, tahkîm edilmişdir ancak
yine de bir takım tehlikeler ve tehdidler altındadır. Bu tehlikelerin en büyüğü
de ihlassızlıkdır. Cennet arzusu ile veya cehennem korkusu ile ibâdet
etmek, ibâdetine güvenmek ve riyâ gibi tehlikeler hep ihlassızlıkdan
kaynaklanır.
3- LA MAKSUDE İLLALLAH
“Lâ maksûde illallah" cümlesi ile ifâde edilen
üçüncü tevhîd mertebesi ise Hakk'ın rızâsından gayrı hiç bir maksad taşımayan
mü'minlerin mertebesidir. Bu mertebedeki mü'minler, Cenâb-ı Hakk'a bir menfaat
için ibâdet etmezler, bunlarda ne cennet ümîdi ne de cehennem korkusu vardır.
Yaptıkları ibâdet ve tâatın karşılığında ne dünyâda ne ukbâda bir şey
beklemezler, yalnız Allah'ın rızâsını beklerler. Buna ihlas, bu
mertebeye erenlere de muhlis denir. Bu mertebeye erişenler, eğer
ölünceye kadar ihlasda devamlı olurlarsa, muhlasîn zümresine dâhil olup
kurtuluşa ererler.
(Her mü'minin hedefi en azından bu üçüncü mertebeye ulaşmak
olmalıdır. Zîrâ birinci ve ikinci mertebelerde ciddî tehlikeler mevcûddur.
Tabii bu mertebeye birdenbire erişilemez, bu iş zamanla ve gayretle olur. Bunu
insan hayâtına teşbîh edersek, ilk mertebe çocukluk, ikinci mertebe gençlik,
üçüncü mertebe de olgunluk çağı gibidir. Halkı irşâd etmekle vazîfeli
hocaefendilerin, imâmların, vâzilerin, müezzinlerin, en azından bu üçüncü
mertebede olmaları gerekir. Aksi takdirde halka bir faydaları olmaz. Hattâ faydaları
olmadığı gibi bir de zararları dokunur. Çünkü davranışları ile sözleri
birbirine uymadığı için halkı dînden soğuturlar. Bu gibi kimseler için, "Kendisi
muhtâc-ı himmet bir dede/ Nerde kaldı gayrıya himmet ede" denilmişdir.)
4- LA MAHBUBE İLLALLAH
"Lâ mahbûbe illallah" cümlesi ile ifâde
olunan dördüncü bir tevhîd mertebesi daha vardır ki, Hakk'dan gayrı sevilmeye
lâyık hiç bir şey olmadığını hakka'l-yakîn olarak idrâk etmekdir. Bu
mertebedeki mü'min, Hakk'dan gayrı hiç bir şeye gönül vermez, alakâ duymaz. Bu
mertebe âşıkların makâmıdır. Bir gönülde iki sevdâ olamayacağı için
âşıkların gönlünde muhabbetullahdan başka sevgiye yer yokdur. Onların tek derdi
Hakk ile berâber olmak ve Hakk'a kavuşmakdır, başka hiç bir emelleri yokdur.
5- LA FAİLE İLLALLAH
"Lâ fâile illallah" cümlesi ile ifâde
edilen beşinci mertebe ise mahlûkâtdan zâhir olan her türlü fiili Hakk'dan
bilmekdir yani bütün kuvvet ve kudretin Cenâb-ı Hakk'a âid olduğunu, mahlûkâtın
Hakk'a perde olduğunu idrâk etmekdir. Kesenin bıçak, yakanın ateş, boğanın su
olmadığını, hepsinin de birer sebeb olduğunu, müsebbib-i hakîkînin Allah
olduğunu yakînen bilmekdir. Bu makâm müşâhede ve yakîn makâmıdır.
Bu makâma erişenler, yetmiş iki milleti bir görürler, kimseye kin tutmazlar,
her şeyi Hakk'dan bildikleri için Hakk'ın takdîrine hep rızâ gösterirler, en
ufak bir itirazda bulunmazlar, yüzlerini bile ekşitmezler.
Allah Teâlâ önce fiillerde tevhid edilir. Bu tevhid sıfattaki
tevhidi anlamaya ve yönelmeye sebep olur. Sıfattaki tevhid ile zâttaki vacip
olan tevhide kabiliyet kazanılır. Tevhid‐i ef’âlde nakil, akıl ve Şuhut gereklidir.
Nakil: Allah
Teâlâ Kur´ân‐ı Kerim’de buyuruyor ki, “Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan
Allah’tır.” (Saffat, 96)
Akıl: Bir şeyde
tesir eden ancak bir olmalıdır. Bu konuda itifak ve ihtilaf edilse bile, eğer
bir olmazsa asla eser (meydana gelemez ve düzen) bulunmaz.
Nesefî akaidinde de bu konu işlenmiştir; “Allah her şeyin yaratıcısıdır” (Zümer,
62) [Allah kulların her işini: iman küfür, ibadet isyan... Yaratıcıdır. Ve
Bunların hepsi onun iradesi, istemesi, hikmeti, kazası, takdiri iledir. Kulun
da ihtiyarı vardır. Onunla işlediği işlerden sorumlu tutulur. Ceza veya
mükâfata uğrar. Kulun yaptıklarından güzel olanlar Allah Teâlâ’nın rızası iledir.
Kabih (çirkin) olanlara ise rızası yoktur. İstitaat (güç) fiille beraberdir. O
anda verilir. Bu tabir (istitaat) âlet, uzuv ve sebeplerin sağlamlığı, el
verişliliğini ifade eder. Sorumluluk ta bu güce uygun düşer zaten, Kulun gücü
ve yeteneğini aşan şeyler ona yüklenmez.] Netice şudur ki; kul, kudretini bir
fiile kat'iyyetle say’edince Allah Teâlâ âdeti icabı, o fiili yaratır. Eğer, bu
fiilin meydana gelmesinde Allah Teâlâ'nın yaratmasının yanında kulun da dâhil
bulunmamış olsa idi; kulun infiradı da sahih olmazdı. O halde, kulun fiili, iki
kudretin içtimai ile hâsıl olmaktadır. Allah Teâlâ'nın kudreti ile hâsıl
olması, Allah Teâlâ'nın halkı (yaratması)dır. Kulun kudreti ile hâsıl olması
ise, kulun kesbi (seçip tercih etmesi) dir. Fiilin, makdur (takdir edilen),
hüsün (güzel) ve kubuh (çirkin) olarak vasıflanmasını gerektiren şey ise,
kesb'dir. Fiilin, Allah'ın kudreti ile olduğu inancı, cebirdir. Kulun kudreti
ile olduğu İnancı ise, tefviz, yani fiili kula bırakmaktır. Böylece, seleften
nakledile gelen “Cebr‐i Mutavassıt” görüşü ortaya çıkar ki, Mâtüridîlerin kabul
ettikleri görüş de budur. Ehl‐i Sünnet'in Görüşü: Kudret, kuvvet, güç ve takat
manalarına gelen “istitâat”, bir sıfattır ki; Allah Teâlâ bu sıfatı, insan bir
işi yapmayı kastettiği anda (bu işi yapmak için gereken adetler ve sebepler de
salim ve tam olunca) yaratır. İnsan, “hayır” fiilini yapmayı kastedince; Allah
Teâlâ da hayır kudretini yaratır; “şer” fiilini kast edince de; Allah şer
kudretini yaratır. İşte bu kudret, fiil İle beraberdir. Allah Teâlâ ta‐
rafından, kul için, fiil İle beraber olarak yaratılır. Fiilden evvel olamaz.
Zira fiilden evvel olsa idi; bir şey yapmak istediğinde, kulun Allah Teâlâ'ya
ihtiyacı olmaması gerekirdi. Bu halde ise, Mutezilenin dediği gibi, kul,
fiilinin yaratıcısı olurdu. Bu kudret, fiilden sonra da olamaz. Zira kudret
olmadan fiilin hâsıl olması gerekir. Bu ise, muhaldir. Cebriye Mezhebi, bu
görüşü savunur.
Netice olarak; istitâat, kul için bir sıfattır ve bu
kudret; kul, irade‐i cüz'iyyesini sarfettiği anda hâsıl olur. Bu ise, dört
kademede meydana gelir:
1. İrade‐i külliye ki; bu iradenin kendisinde, tak‐
dir edilmiş şeylerin her birisine taalluk etme salâhi‐ yeti vardır.
2. Bundan sonra, fiilin mevcudiyeti için şart olan
bütün sebeplerin selâmeti gerekir.
3. Daha sonra kul; irade‐i külliyesini belirli bir
fii‐ le sarf eder ki; bu sarf, irade‐i cüziyyedir.
4. Bundan sonra da, kulun, irade‐i cüz'iyyesini fii‐
le sarfı ânında Allah Teâlâ, fiil ile beraber, kulda kudret yaratır. Bu son
sarf, Allah'ın, kulda kudreti yaratmasına sebeptir.
Kudretin aslını isbat, Cebriyye'yi; kudretin fiil ile
beraber olduğunu isbat ise Mûtezile'yi yıkar.
6- LA MEVSUFE İLLALLAH
"Lâ mevsûfe illallah" cümlesi ile ifâde
edilen, altıncı mertebe ise, mahlûkâtın cümlesinde Hakk'ın sıfatlarını müşâhede
edenlerin makâmıdır. Bunlar, şuhûd ehlidir. Bunlar, "Fe eynemâ
tüvellû fe semme vechullah" “Nereye dönerseniz dönün Allah’ın vechi
oradadır.” (Bakara Sûresi 115) âyetinin sırrına ermiş olan büyük
velîlerdir.
Şuhûd: Fiili müşahedede
vaki olamaz. Ancak mevcutta olur. Bütün mevcutların vücudunda bulunur. Bu
istidlâl yoluyla vücutta müessir "tesir eden" olan Allah Teâlâ’nın
olduğunu açıkça müşahede edersin. Bu söylenenlerle, yaratılmışlardaki tesir
edenin yalnız Allah Teâlâ olduğunu anlayışı sana açıldığını bilirsin. Allah
Teâlâ’ya vacip olan “Hayat, İlim, İrade, Kuvvet, Semi, Basar, Kelam, Tekvin” Sübutî sıfatlar ilmî olarak bilinir, şuhûdî
olarak bilinmez.
Bu girişten sonra mükellefler için seferler üçtür.
1‐ Tabii hüküm olan cehâletten ilm‐i yakîne sefer etmek
2‐ İlm‐i Yâkin’den ayne’l
yakîn’e sefer etmek
3‐ Ayne’l yakîn’den Hakk’al
yakîn’e sefer etmek.
Sefer İlm’el Yakin; İki türlüdür.
a‐Zıt kâidesi: Allah Teâlâ vacibül vücut tur. “O'nun
benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şura, 11) âyetinin
işaretiyle Allah Teâlâ zâtında, sıfatında ve fiillerinde kadim, bâkî, muhâlefetü’n
lil‐havadis (yarattıklarına benzemeyen), kendi nefsi ile kaim olduğunu
bilmektir. İnsan ise varlığı ile câiz‐ül vücuttur. Yani kendi benzeri vardır ve
kendi cinsine hususi muhtaçlığı vardır. Kendi cinsi içerisinde zât, sıfat ve
ef’âlinde bir olamadığı gibi bütünün içinde yani âlemin içinde benzerleriyle de
bili‐ nir.
b‐Temsil kâidesi: Allah Teâlâ’nın Hayat, İlim, irâde,
kuvvet, Semi’, Basar, kelam tekvin olan Sübutî sıfatlarındaki kemâlatıyla
yaratmadaki eşsizliğinin misalini göstermesidir. Yani; “Allah Teâlâ Âdemi kendi
surelinde yarattı.”[1]
Burada kul hayat sahibi, âlim, mürid (istek sahibi), kâdir, semi’, basîr,
konuşan, fâildir. Fakat kadîm Allah Teâlâ’ya nispeti olan sıfatların hâdise
olan tesiri ve nispeti takdiri hükümledir.
Sefer Ayn’el Yakin; Allah Teâlâ’nın bütün eserleri
isimleri ve sıfatlarının zuhur aynasıdır. Muhit sıfatı mümkün’ül vücudta olan
her şeyi ihata eder. “Allah şüphesiz her şeyi bilgisiyle kuşatandır.” (Fussilet,
54) Mazharların subûtlar (gerçeğe çıkması) zahirlerin subûtu iledir. Eserlerin
subûtu isimlerde, isimlerin sübutu sıfatlarda, sıfatların sıfatta subûtu ancak vücutta
olur. “Allah göklerin ve yerin
Nur'udur. O'nun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık
bir cam içindedir, cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır; bu ne
yalnız doğuda ve ne de yalnız batıda bulunan bereketli zeytin ağacından
yakılır.” (Nur, 35) Bunu anlayabildiysen Allah Teâlâ’nın zâtın mazharı
sıfatı, sıfatının mazharı isimleri, isimlerinin mazharı eserleridir.
Eserlerinden murat yaratılmış taayyünler, isimler ise taayyünlerin hakikatidir.
Lakin bütün yaratılmışların hakikatini hakikat’ül hakâik olan halife olan
insan-ı kâmil toplanmıştır.
Sefer Hakk’el Yakin; Bu sefer: “1.Seyr ilâ’llâh 2.Seyr
bi’llâh 3.Seyr fî’llâh 4.Seyr meâ’llâh 5.Seyr u’llâh 6.Seyr ani’llâh” seyirleri
ile tamam olur.
1.Seyr ilâ’llâh, bu tevhid ulûhiyetteki ef’âl, sıfat
ve zâtta şirki kaldırmaktır. Allah Teâlâ’nın başka şeyde olmayan ve nefsindeki
birliğini olması gereken şekilde tevhidde vukuf etmektir. O’nun Vacibül vücud
olan birliğini hiçbir şeyin gereği olmadığı gibi varlığa çıkan her taayyün onun
eseridir. O bulunan her şeyden yüksektir. Çünkü her şey her anda O’nun
icâdıdır. “Doğrusu, zeval bulmasın diye gökleri ve yeri tutan Allah'tır.
Eğer onlar zevale uğrarsa O'ndan başka, and olsun ki onları kimse tutamaz. O,
şüphesiz Halim'dir, bağışlayandır.” (Fatır, 41) Bu âyetin manası imdat
(tehlikede olana yapılan yardım) Allah Teâlâ’ya aittir. “Nerede olsanız, O sizinle
beraberdir.” (Hadid, 4) Bizimle beraber olan Allah Teâlâ olunca başka
bir şey yoktur. Bu ise Vacib’ül vücüdun fiillerinde tevhid ve yüksek yardımı hâsıl
oldu demektir. Her âyinede (aynada) görülen ve tesir eden Allah Teâlâ’dan başka
bir şey değildir. “Bugün hükümranlık kimindir?” denir; hepsi: “Gücü her şeye
yeten tek Allah'ındır” derler.” (Mümin, 16) Akıllı olana gereken
kıyamette bu nida ile seslenildiği vakitte utanmadan önce bu durumu zevk etmesi
gerektiğidir. Yani eserlerde Allah Teâlâ’dan başka bir yaratıcı ve icat edenin
olmadığını bilmektir. Tevhid‐i zât, eserleri ile bilinen vacibül vücuttur. “O,
her an yaratma halindedir.” (Rahman, 29) âyeti beyanıyla her an
yaratmadadır. O taayyünlerin eserlerinde tecelli edendir.
2.Seyr bi’llâh; Cem makamıdır. Kurb‐u ferâizdir.
3.Seyr fî’llâh; Hazret‐ül cem makamıdır. Kurb‐u
nevafildir. Hadis-i Kudsi’de buyuruldu ki; “Her kim benim veli kullarımdan
birisine düşmanlık ederse ben ona harp açarım. Kulum kendisine farz kıldığım
şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana devamlı nafile
ibadetleri ile yaklaşır. Bunun sonucunda ben onu severim. Bir kere onu sevdim
mi ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Eğer
ben‐ den bir şey isterse onu veririm. Bana sığınırsa muhakkak onu
korurum.”[2] Hak
zahirdir, kul mazhardır. Kul bu şekil de Hak ile işitir, görür, konuşur, tutar
ve yürür yani bütün azalarıyladır. Hulâsa cem vahdetin kesretle (varlıkla)
zuhurudur. Hazertü’l cem ise kesretin vahdetle zuhurudur.
4.Seyr meâ’llâh; Cem’ül Cem makamıdır. Vahdet ile
kesreti birleştirmektir. Yani, Kurb‐u ferâiz ve nevâfili birleştirmektir. O
büyük bir berzah olarak “O, evveldir ve ahirdir ve zahirdir ve batındır. O
her şeyi de bilendir.” (Hadid, 3) Öyle ise vahdet, bir olan zât, kesret ise
şuûnatının çokluğudur. Bu sayılanlardan sonra men edildiğimiz Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ayakları altında hususî olan ehâdiyyet velâyeti
gelir. Ebu Yezid Bestâmî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki; “Öyle bir
denize daldım ki, nebiler onun sahilinde kalmışlardı.”[3] Bu
bahsedilen derya sırf (salt) tevhiddir. “Attığın zaman da sen atmamıştın,
fakat Allah atmıştı. Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü.” (Enfal,
17) “O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır.” (Kasas, 88) “Allah
şu hakikate Şahadet eyledi: “başka Tanrı yok ancak o” vardır.” (Âl‐i İmran,
18) (Bahsedilen makamların lisanlarda söylenişi şu şekildedir.)
Cem lisanında; “Bir şey görmedim, ancak önce Allah
Teâ‐ lâ’yı gördüm”. (Her zaman önce Allah Teâlâ’yı gördüm, kesreti görmedim) Hazertü’l
cem lisanında; “Bir şey görmedim, ancak sonra Allah Teâ‐ lâ’yı gördüm”.
(Allah Teâlâ’dan önce kesreti gördüm.) Cem’ül cem lisanında; “Bir şey
görmedim ancak her şeyi Allah Te‐ âlâ’yı beraber gördüm”. (Allah Teâlâ ile
kesreti beraber gördüm.) Ehâdiyetü’l cem lisanı; “Bir şey görmedim ancak
ne gördümse muhakkak Allah Teâlâ (olarak) gördüm”.
5.Seyr u’llâh; (Seyyid Muhammed Nûr kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bu
seyrin açıklamasını yapmamıştır.)
6.Seyr ani’llâh; Bu seyir
telvîn (bir halden diğer hâle geçmeyi veya bir makamdan diğer bir makama
atlamayı ifade eder) ve temkîn (ise, istikamette derinleşmek ve sabitleşmek
anlamına gelir. İkisi birbirinin mukabili gibidir) makamıdır.[4] Ehadiyyet makamı telvîni
barındırmayan temkîn makamıdır. Seyr ani’llâh Hakk’tan, Hakk’la seyirdir. Bu
seyrin sahibi Allah Teâlâ ile beraber olduğu için O’ndan perdelenmez. Bu
bahsedilen makamda olan varis ve hilâfet sahibidir. Onun lisanı ise; “Hakk‐ı Hakk görürdür”
Zahir ve batın Allah
Teâlâ´dır. Allah Teâlâ’nın zahir oluşu isim ve sıfatlarla, batın oluşu zat‐ı
iledir. O'nun isimleri zatına aslında aynadır. Yaratılanlar ancak Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemle O´nu bilebilirler. Allah Teâlâ dışardan bir şeyle
gizlenmemiştir. Fakat isimleri ve sıfatlarını bilmeyene ve özünde bulmayana
kendini gizler. Hz. Ali kerremallâhü vechenin; “Ben görmediğim Allah (celle
celâlühû)´a ibadet etmem” buyurması Allah Teâlâ’nın görüleceğine işarettir.
Fakat bu görülme bu sırları bilene olmayıp bunu özünde bulanadır ki; çokları
görme konusunda bir şeyler söyleseler de, onlarda bu halden habersizdirler.
7- LA MEVCUDE İLLALLAH
"Lâ mevcûde illallah" cümlesi ile ifâde
edilen yedinci mertebesi ise tevhîd-ı sırfa ermiş olan evliyâullahın
mertebesidir. Onlar Hakk'dan gayrı bir şey görmezler. Neye baksalar Hakk'ı görürler,
mahlûku görmezler.
(Dördüncü ve sonraki mertebeler Hakk'a karîb olan zevâtın
yani havâssın ve hâssü'l-havâssın mertebeleridir. İlk üç mertebeye çalışarak
erişilebilir ama sonrakiler vehbîdir yani çalışmak kâfî gelmez. Allah, bu
mertebeleri dilediği kullarına bahşeder. Bunlar, âşıkların, sâdıkların,
velîlerin, âriflerin, kâmil mürşidlerin mertebeleridir.)
“Ey Allah’ım! Salât’ın Muhammed’e âline ve arkadaşlarına
hepsine birden olsun.” “Hamd âlemlerin Rabbi’nedir. (Bu yazıdaki bir çok bilgi
kaynağı: defter-i-ussak.blogspot.com/2020/01/tevhidin-yedi-mertebesi.html ve Seyyid Muhammed Nûr’ül‐Arabî - Burhânü’s Salikîn'den alınmıştır.)
[1] Buhârî.
İsti’zan. 1: Müslim. Birr. 110. Cennet. 28:İbn. Hanbel. II/244. 251. 315. 323.
434. 463. 519
[2] Buhârî.
Rekaik, 38; İbn. Mâce. Fiten. 16.38
[3] Dr.
Abdurrahman Bedevi, Şatahatu’s‐Sufiyye, 28‐ 32; Feriduddin Attar,
Tezkiretu’l‐Evliya, 1/160, Neşr. Nicholson, 1905‐1907.
[4] Telvîn
hal ehlinde, temkîn ise makam sahiplerinde olur. Hal ve makam arasında bir
takım farklar vardır:
1.Hal, şimşek gibi değişkendir, makam sabittir.
2.Hal, çift çift gelir, mesela hüzn‐sürûr, kabz‐ bast
gibi. Makamda, bu çift çift gelme durumu söz konusu değildir.
3.Hal, vakte bağlıdır, vekil gibidir, sahibinin elin‐
de değildir. Makam, kesb sonucu ortaya çıkar.
4.Bulunulan makamın tam hakkı verilmeden bir üste
çıkılmaz, halde ise bu durum yoktur.
5.Her makamın başlangıç ve bitişi, ayrıca bu ikisi
arasında çok sayıda halleri vardır. Yani makam, kaplam; hal, içlem
durumundadır. Bu seyre "telvin ba'de't‐temkin" (temkinden sonra
telvin) denir. Bu seyir vahdet (birlik)'ten, kesret (çokluk)'e doğrudur. Bundan
gaye, Hakk'dan halka terbiye ve irşâd için dönüştür. Bu yüzden, seyr‐i anillaha
"beka ba'de'l‐fenâ", "sahv ba'de's‐sekr" veya "fark
ba'de'l‐cem" de denir. Bu durumdaki kişi, vahdette kesreti, kesrette
vahdeti görür.