Esma'ül Hüsna Şerhi Niyazi Mısri Hazretleri
ŞERH-İ ESMÂ-YI İSN‘AŞER
Hazret-i Şeyh Niyâzî Mısrî Kuddise Sırrahu's Sâmî
Bismillâhirrahmânirrahîm Elhamdülillâhi rabbil ‘âlemîn, vessalâtü vesselâmü ‘alâ seyyidinâ muhammedin ve ‘alâ âlihî ve ashâbihî, emmâ ba‘dü;
Ma‘lûm ola ki, erbâb-ı tarîkatın meşgûl oldukları oniki
esmânın esrârını ve rumûzunu beyân budur ki;
Not: Hazretin verdiği burdaki bilgiler vahdeti vücuda göredir. "Vahdeti vücud" bir haldir o halde olmayanın bu şekilde inanması imanını tehlikeye sokar. Görünen Hak olamaz, Hak Teala ötelerin ötesindedir. Ehli Sünnete göre varlık hadisdir, sonradan yaratılmıştır. Ama insan kamilen masivayı (Allah'tan gayrı herşeyi) gönlünden siler, kendi varlığınıda yok bilirse Hakk'a teveccüh edebilir.
LÂ İLÂHE İLLALLÂH
Ma‘nâ-yı evvel (1); ya‘nî ibâdete lâyık Allâh'dan gayrı yokdur.
Ma‘nâ-yı sânî (2); ya‘nî her gönülde maksûd O'dur, O'ndan gayrı maksûd yokdur. Her ne
kadar o gönül, maksûdunu gayrı i‘tikâd ederse de. Ma‘nâ-yı sâlis (3); ya‘nî O'ndan
gayrı mevcûd yokdur. Yanî vücûdun hakîkati Odur, isimleri i‘tibâriyle gayrı
vehm olunursa da. İmdi ‘ârife lâzımdır ki, gönlünde “Hakkın gayrı mevcûd
vardır” tevehhümünü nefy edüb, her vücûd zâhiren ve bâtınan Hakk'ın idüğün isbât
ede, tâ ki tevhîd temâm ola. Ve illâ yalnız dil ile tevhîd, tevhîd-i ‘avâmîdir.
Makbûliyeti yine ‘avâm arasındadır. Ey ‘ârif, asıl nefy lâzım olan, kendi
vücûdundur. İsbâtı lâzım olan, Hak vücûdudur; ki sende ve cümlede ben diyen
O'dur.
ALLAH
Allâh Te‘âlânın isimlerinden bir isimdir ki, cümle esmâya
delâlet eder. Bundan gayrı isimler ancak herbiri başka başka birer ma‘nâya
delâlet eder. Meselâ Rahmân Rahîme, Rahîm Gafûra, Gafûr Şekûra delâlet etmez.
Ammâ lafzatullâh, cemî‘-i esmâ-yı ilâhiyyeye delâlet eder. Anın içün buna ism-i
zât, müstecmi‘-i cemî‘-i sıfât denir. İmdi Allâh te‘âlâ öyle Allâh'dır ki,
yalnız göklerde veya yerlerde veya sağda veya solda veya önde veya artda
istemek cehildir. Belki cihât-ı sittenin (altı cihetin) cemî‘inde istemek de cehildir. Zîrâ
cihât-ı sitte, ‘âlem-i şehâdetdir. Âlem-i melekûtda ve ‘âlem-i ceberûtda ve
‘âlem-i lâhûtda cihât yokdur. Cihât ancak ‘âlem-i şehâdetdedir. Hak ise her
vârın bir uğurdan mecmû‘udur. Onun içün Allâh te‘âlâ, bu mevcûdâtın başka
birisi olmakdan münezzehdir. Meselâ Zeydin başka eline Zeyd demezler. Başka
ayağına ya gözüne ya kulağına ya ağzına ya burnuna yâhûd aklına ve hayâline ve
fehmine ve vehmine, muhassal-ı kelâm, a‘zâsından bir ‘uzvuna yâhûd kuvvâsından
bir kuvvetine demezler ki, Zeyd şurasıdır ya şurasındadır. Belki Zeyd deseler,
mecmû‘unu murâd ederler. İmdi bir kimse, Allâh te‘âlâyı bu kemâlâtla mutâla‘ada
olsa, ol kimsenin bir saat böyle fikri, gayrıların bir sene diliyle zikrinden
hayırlıdır, meğer bu fikirle olmaya. Böyle câmi‘lik yüzünden olan fikir
sâhibini cezbeye yetişdirir ki, “cezbetün min cezebâtir rahmân tevâzî ‘amelüs
sekaleyn” dir. Ya‘nî, Allâh te‘âlâ cezbelerinden bir cezbe, cümle ins ve cinnin
‘ameline berâber olur. İmdi bu câmi‘iyyet-i Hakk bulunmaz, illâ yine kendinde
bulunur. Zinhâr insândan gayrıda bulurum sanub, yorulmayasın. Zîrâ şecerin vârı
meyvesidir. Şecerden maksûd meyve olduğu gibi, varlıkdan dahî maksûd Hakkdır.
Hakkın ise zuhûr-ı tâmmı insân-ı kâmildir, fefham !
Ey tâlib, sana bilirim bir vehm ‘ârız oldu ki, bu mevcûdâtın
mecmû‘u bir uğurdan Allâh te‘âlâ ola. Hâşâ, hılâf vehm edersin. Yakînin şöyle
olsun ki, halk Hakk olmaz, ebedü'l ebedîn. Beyt;
"Ne ol bu olur ve ne bu olur ol,
Hakîkatde budur vahdetdeki yol."
Cümle ehlullâh-ı ‘ızâmın i‘tikâdı böyledir. Nihâyet halkda
aslâ vücûd bulmadıklarından, vücûdun vârını Hakka isbât ederler. Sen sanırsın
ki, halka Hakk derler. Öyle sanub vehme düşme ! Yoluyla gel ki anlayasın ve
illâ yabanda kalırsın. Zîrâ benim cânım, halk dahî vücûdun kokusun
duymamışlardır. Vücûd Allâhındır, sen halkın sanırsın. Nihâyet vücûd-ı Hakk
halk sûretinde göründü. Halk öyle zannetdiler ki vücûd-ı Hakk, halk ola. Hakk
zuhûra gelmek istedi, kendine münâsib bir vücûd bulmadı ki, onunla bu ‘âleme
zuhûr ede. Hakk te‘âlâ gayret edüb, kendi vücûdun ona ‘âriyet edüb izhâr
eyledi. ‘Âriyeti yine sâhibine tapşıran borçdan halâs oldu. Halkın sanan ‘azâba
giriftâr oldu.
EL-ALIYYÜ
‘Ulüvvdendir, yüksek ma‘nâsına. Mutlak Allâha mahsûsdur.
Ammâ halka göre, derecesi akrânından yüksek olana ‘âlî derler. Bu ma‘nâ ise
cemî‘-i mahlûkâta sirâyet etmişdir. Zîrâ cemî‘-i eşyânın herbirinde bir kemâl
vardır ki âhirde yokdur. O şey, o kemâl ile gayrıdan derecesi ‘âlîdir. Meselâ
insân, cümle halkdan ‘âlîdir, câmî‘-i kemâlat olduğu haysiyyetden. Ammâ bir
meges ondan ‘âlîdir, şol cihetden ki, meges uçar insân uçamaz. Bir karıncada
bir kemâl olur ki, insân-ı kâmilde olmaz. İmdi bu ‘ulüvv, cemî‘-i eşyâya
sirâyet etmişdir. Şöyle ki; hiçbirşey yokdur ki, onda bundan bir hisse olmaya.
Ya‘nî herşeyin kendine mahsûs bir kemâli vardır ki, o şey o kemâlde gayrıdan
‘âlîdir. O şeyin vücûda gelmesine sebeb o kemâlidir. Hakkın o yüzünden
bilinmesi, o kemâl iledir. İmdi ‘ârif, herşeyde o kemâli arayub
bulduklarındandır ki, birşeye hakâret nazarıyla bakmazlar. Hazret-i Resûl-i
Ekrem sallallâhu te‘âlâ ‘aleyhi vesellem, ashâb ile giderken bir kokmuş kelb
cîfesini görüb, cümlesi bed râyihasına tahammül edemeyüb, burunların tutarak
geçdikde, Hazret-i Resûl-i Ekrem ‘aleyhisselâm “ne güzel dişleri var” deyüb,
ya‘nî “kemâline bakın noksânına bakmayın” demeği remz etdi. İmdi herşeyde
kemâle nazar etmek mertebesini bulan kimse, derece-i ‘âliyeye yetişmiş olur.
Hem dahî Cenâb-ı Hakkı el-‘Aliyyü ismiyle zâkir olmuş olur, gerek uykuda olsun.
Zîrâ böyle ‘ârifin uykusu, bu ma‘nâyı câhil olanların zikrinden ve ‘ibâdetinden
hayırlıdır.
HÛ
İbâretdir şol sırr-ı gaybîden ki, aslâ şuhûdu mümkün olmaya.
Ammâ cemî‘-i mevcûdat Onunla zuhûr bulmuş ola. Şol çekirdek gibi ki; o çekirdek
idi sonra şecer oldu. Eğer o çekirdek olmayaydı, şecer olmaz idi. Şecerin her
yerine sirâyet etmişdir, lâkin görünmez. Şecer neşv ü nümâyı o sırr ile bulur.
Yılda bir kerre yapraklanub ve çiçeklenüb, meyvelendiği o sırr iledir. Gelüb
meyve zâhir olan çekirdek o sırrdır ki, bir idi bin göründü, bininden de yüzbin
göründü. Cümle bir çekirdekdir, gâh bir görünür gâh yüzbin. Gözde gören o
sırrdır, kulakda işiden o sırrdır, elde olan kuvvet o sırrdır, ayakda yürüyen o
sırrdır, yüzlerde görünen hüsn o sırrdır. O hüsne ‘âşık olan da o sırrdır.
Güldeki râyiha-i tayyibe ve bülbüldeki efgân-ı nâmütenâhiyye o sırrdır. Ah ne
diyem ki, her ne var ise o sırrdır. Bu kadar elvân-ı muhtelife ile zuhûr
etmişdir. Kendi cümleye iç olmuşdur, görünmez. Sıfâtı kendisine taşra olmuşdur
ki, hep görünen Odur. Iç yüzü Hûdur ki ona gaybü'l gayb ve batnu'l bevâtın ve
yine lâ te‘ayyün derler. Ve hüviyyet-i sâriye dahî derler. Imdi Hakkı bu yüzden
mütâla‘a, Hû ismiyle zikretmekdir, gerek dili sâkit olsun gerek âhir sözde
olsun.
EL-KAHHÂRU
Kahr odur ki, rubûbiyyet da‘vâsında olanları helâk eyleye.
Rubûbiyyet da‘vâsı da üç türlüdür. Biri; külliyyet ile Firavun, Şeddâd, Nemrûd
misillilerin da‘vâsı gibi. Biri de ba‘ziyyet ile ki, anlar tanrılık da‘vâsında
değillerdir, velâkin işleri onlara benzer. Zâlim pâdişâhlar ve beyler ve
celâlîler gibi.Biri de temerrüdlük edenlerdir ki, bir işde “ben şunu şöyle
ederim, bunu böyle ederim” diye, hattâ “şu işi şöyle işlerim” dedikde,
inşâallâh demekde temerrüdlük, da‘vây-ı rubûbiyyetdir. Onun gibileri de Allâh
te‘âlâ kahr edüb, murâd etdiği işi nasîb etmez. Bu üç tâifenin üçü de
makhûrlardır. Da‘vâları mikdârı, aza az çoğa çok yine herbirisine kahr bir
mahlûk yüzünden zuhûr eder, yoksa kahr eden mahlûk değildir.
"Hak kulundan intikâmın yine ‘abd ile alır,
Bilmeyen ‘ilm-i ledünnü anı ‘abd etdi sanır."
İmdi bu kahrdan hiç kimse hâlî değildir. Her ne vakit ki
kişi kendi nefsinde veya gayrıda bu sıfât-ı kahrı müşâhede ede, o kimse, Hakk
te‘âlâyı el-Kahhâru ismiyle zâkir olmuş olur, gerekse dili sâkit olsun.
EL-HAYYU
Hayât bir sıfâtdır ki, sâhibinin ‘âlim ve müdrik olmasını îcâb eder. Çünkü bu ismi gördün ki, Allâh te‘âlâ isimlerinden bir isimdir. Bilindi ki, Allâh te‘âlâ cemî‘-i eşyâya muhîtdir. Zîrâ zâtında nice mutlak ise herbir sıfâtında dahî öyle mutlakdır. İmdi mevcûdâtdan bir şey yokdur ki, Hakk te‘âlâ onu künhüyle bilmeye. Ve dahî mevcûdâtdan bir mevcûd da yokdur ki o Hakkı bilmeye. Nitekim buyurmuşdur ki,
“ve in min şeyin illâ yüsebbihu bihamdihî velâkin lâ tefkahûne tesbîhahum”
Zîrâ işitdik ki, cemî‘-i halk Hakk bilinmek için halk
olundu. Eğer bu mahlûkâtdan bir zerre veya bir şemme Hakkı bilmese idi, o
halkolmazdı. Çünki gördük ki halkolunmuş, bildik ki Hakkı ‘âlimdir. Eğerçi
halkı bilmese de. Zîrâ halk ne idüğün bilmez çokdur. Ammâ Hakkı bilmez yokdur.
Velâkin Hakkı da bilir idüğün bilmez çokdur. İmdi eşyâdan her neye baksan, anda
Hakkı bilmeye bir ‘ilm var idüğün müşâhede ve mutâla‘a etsen, Hakkı el-Hayyu
ismiyle zâkir olmuş olursun, dilin sâkit ise de.
EL-AZÎMU
Azamet ululuk ma‘nâsınadır. Mutlak ‘azamet Allâh te‘âlâya
mahsûs bir sıfâtdır, zîrâ ulûhiyyet Allâha mahsûsdur. Halka bundan hisse ancak
bu kadar vardır ki, her şeyde Hakkın ‘azametini müşâhede ve mutâla‘a ede. Tâ ki
el-Azîmü ismini zâkir olmuş olur. Her şeyde ‘azamet-i Hakkı müşâhede ve
mutâla‘a nice olur dersen, bil ki Hakk te‘âlânın her sıfâtını bulmağa yol bu
mahlûkdur. Imdi ism-i ‘Azîme mazhar olan ‘arş-ı ‘azîmdir. ‘Arşın ‘azametinden
bildiler ki, Allâh te‘âlâ ‘azimdir. Ey kardeş bunu bildin ise bil ki, her ne
kadar mevcûdat var ise, herbirisi başka başka birer ‘arş ve kürsî ve yedi kat
yer ve yedi kat gökdür. Cümleden ednâ olan mahlûk ki, zerredir. Ol zerrenin
zâhiri zerredir ammâ bâtını ‘arş-ı ‘azîmdir. Cümle mahlûkât onun bâtınında
vardır. Hakk te‘âlânın senin bildiğin ‘arşa teveccühü nice ise, ol zerreye de
öyledir. Görmez misin insanın yüreğinde olan şu siyahca noktanın içindeki
sahrânın ‘azametini ki, her köşesinde ‘arşın ve şemsin ve mâhın ve nücûmun
vücûdu belirmez mi. Her vücûdun bâtını öyledir, ba‘zısında bilfi‘le gelmişdir.
Ba‘zısında bi'lkuvvede kalmışdır. İnsânın cümleden makbûl olduğu bilfi‘le
geldiği içindir. Yoksa gayrılarda bu ‘azamet olmadığından değildir. İmdi her
mevcûd Allâhı bilüb tesbîh ve tehlîl etdiği o ‘arş-misâl olan gönül iledir.
Yoksa zerrenin ne haddi vardır, Allâh te‘âlâyı bile. Allâh te‘âlânın ‘azametini
bilen yine Allâhdır. Fefham hattâ te‘allem! Bu mutâla‘aya kâdir isen, el-Azîmü
ismine lâyık olursun ve illâ felâ.
EL-HAKKU
İbâretdir şol vücûd-ı hakîkîden ki ona hergîz zevâl ermeye.
Dâimâ sâbit ola dura. İmdi mevcûdâtın herbirinin birer bekâsı yüzü vardır ki, o
şeyin vücûd-ı zıllîsi onunla kâimdir. Bekâsı yüzüne Hakk denir, fenâsı yüzüne
halk denir. “küllü şeyin hâlikün illâ vecheh” ona işâretdir. İmdi basîretle baksan
cemî‘-i eşyâyı görürsün ki, bir yüzü dâimdir ve bir yüzü tebeddül ve tegayyür
bulmadadır. Meselâ insânın ve hayvânın yılda bir kerre, hukemâ kavli üzere,
etinden kemiğinden, sinirinden, damarlarından, derisinden muhassal cemî‘-i
a‘zâsından bir ‘uzvu kalmaz, yenilenir imiş. Zîrâ her gıdâ ki yenir, evvelki
gıdâdan hâsıl olan vücûd fânî olur, sonraki onun yerine vücûd bağlar. Bu hâl
üzere fânî olmakda mevcûd olmakda, ol vücûd-ı bâkî sebebi ile. Eğerçi “belhüm
fi lebsin min halkın cedîd” fehvasınca, her nefesde yeni yeni vücûd
tahsîlindedir. Velâkin bu etibbâ kavlincedir. Bu da bir dahîdir. Meselâ bir
kimse kırk yaşında olsa, kırk kerre ol kimse değişmiş demek olur. Ammâ yine o
âdem der ki, “ben yine evvelki gördüğün kimseyim” der. İmdi evvelden o zamâna
değin duran yüzü hakîkî yüzüdür. O yüzü öldükden sonra da bâkî kalır. O değişen
yüzü, hılkati yüzü su gibi akmakdadır. Hakîkî yüzü şol ark gibidir ki, su
içinde akar, kendi akmaz. İmdi çaya girüb yüzünü arka tutarsan kurtulursun,
suya tutarsan gözün kararub suya yıkılırsın. Gözün aç, bu mutâla‘adan ayrılma
ki, Hakkı dâim el-Hakku ismiyle zikretmiş olasın. Ve illâ gâfilsin, gerek ise
dilin zikirde olsun.
EL-VÂHIDÜ
Zât-ı Hakkdan ibâretdir, cemî‘-i esmâ ve sıfât ile beraber.
Şol haysiyyet ile ki ol kesret-i esmâ ve sıfât, vahdet-i zâta mâni‘ ve münâfî
olmaya. Meselâ dersen ki, “pâdişâh askeriyle Bağdâdı almış” Burada asker
zikretdiğin, pâdişâhın pâdişâhlığına ve asker Bağdâdı onun emriyle ve hükmüyle
aldığına mâni‘ ve münâfî olmaz. Bunun temsili ancak pâdişâha mahsûs değildir.
Herşeyde buna misâl mümkündür. Beyt;
"Fefî külli şey’in lehû âyetün,
Tedüllü ‘alâ ennehû vâhidün."
Meselâ “şu yazıyı biz elimizle yazdık” desek, vâhidiyyetdir.
Ve dahî Allâh'ın rahmeti ve mağfireti ve gadabı ve intikâmı vâhidiyyetdir.
“E‘ûzü birıdâke min sehatike” demek vâhidiyyetdir Imdi Hakkı bu kemâl ile
mutâla‘a ve müşâhede eden, el-Vâhidü ismini zâkirdir, gerek ise dili sâkit
olsun.
EL-KAYYÛMU
Kayyûm oldur ki, kendinin kıyâmı ya‘nî sübûtu bizzât ola,
bir gayr ile olmaya. İmdi kayyûm-ı mutlak eğerçi Hakkdan gayrı yokdur. Velâkin
mevcûdâtdan bir mevcûd yokdur ki bu sıfâtdan onda bir hisse olmaya. Hakkın her
sıfâtından cemî‘-i eşyâda birer hisse bulunmak lâzımdır. Zîrâ Hakk te‘âlâ
cemî‘-i kemâlâtını herbir zerrede göstermişdir. ‘Arş-ı ‘azîme tecellîsi nice
ise bir zerreye de öyledir. Lâkin kiminde bilfi‘l kiminde bilkuvvedir. Beyt;
"Er odur ki kokuyu alabile,
Yoksa ‘âlem nesîm ile doludur."
‘Âlem içinde her ne var ise görürsün ki, elbette bir vücûdu
var bir de sıfâtı var ki, o şey onunla bilinir. Ya sarı ya kızıl ya gök ya dahî
gayrı renklerden birisiyle sâir sıfâtlarından mâ‘adâ. Gör imdi ki, o sıfât o
vücûd ile nice kâim olmuşdur. İmdi cemî‘-i eşyâda olan kayyûmiyyet-i Hakkı
müşâhede ve mutâla‘ada olan kimse, Hakk te‘âlâyı bu isimle zâkir olmuş olur, eğer
dili sâkit ise de.
ES-SAMEDÜ
Samed odur ki, cemî‘-i hâcetlerin teveccühü ona ola. İmdi
samediyyet mutlak Hakkın olduğundandır ki, mevcûdâtda bir mevcûd yokdur ki, bu
sıfâtdan onda bir hisse olmaya. Zîrâ cümle, bir uğurdan Hakk te‘âlânın vech-i
tâmmıdır ki, ne zerre kadar kusûru var ne şemme kadar ziyâdesi vardır. Zîrâ
vücûdda tekrâr yokdur. İmdi cemî‘-i eşyâ birbirine muhtâcdır. A‘lâ ednâya, ednâ
a‘lâya. Cümleden a‘lâ olan peygamberlerdir. Cemî‘-i halk, Hakkı bilmeye ve
anlamaya onlara muhtâcdır. Cümleden ednâ olan dünyâdır. Onlar da dünyâya muhtâc
idiler. Hattâ niceleri kuvvet-i lâyemût mikdârı dünyâ tahsîl etmek için
kendilerini ücrete verdi, tâ ki onlar bileler ki cemî‘-i eşyânın bir yüzü Hakk
te‘âlâya muttasıldır. İhtiyâc yine o yüzden onadır, gayrıya değildir. Ve dahî
bir şeyi hor görmeyeler, cemî‘ yüzden Allâh te‘âlâya ibâdet edeler. “eynemâ
tüvellû fesemme vechullâh” hâsıl olub herşeye ihtiyâcı var idüğün bilüb, her
yüze fakîrlik gösterüb, fakr-ı tâmme erüb, fehüvallâh mertebesini bulalar. Bu
zevke eren kimse, es-Samedü ismini zâkirdir, eğerçi dili sâkit ise de.
EL-EHADÜ
Zât-ı Hakkdan ibâretdir; cemî‘-i izâfâtı ve i‘tibârâtı ıskât
ve kesret-i esmâ ve sıfâtı nefy etmek i‘tibârıyla. Meselâ “pâdişâh Bağdâdı
almış” dersen, askeri anmazsın ve “şu kitâbı ben yazdım” dersen “elim yazdı”
demezsin. Bunlar, ehadiyyetdir. Resûlullâh sallallâhu te‘âlâ aleyhi vesellem
hazretlerinin, “e‘ûzü bike minke” buyurduğu da ehadiyyetdir. İmdi bu yerlere ve
göklere ve dağlara ve sahrâlara, ehadiyyete ‘ârif olan nazar eylese, aslâ
yerleri ve gökleri ve dağları ve sahrâları görmez. Ancak vücûd-ı Hakkdan gayrı
onun nazarında birşey kalmaz. Zîrâ “yevme tübeddelül arda gayral ardi
vessemâvâtü ve berezû lillâhil vâhidil kahhâr” onun nakdi olmuşdur. Zîrâ
cemî‘-i dünyâ ve âhireti ve nîrânı ve cenneti geçmiş Hakk ile hak olmuşdur.
Bununla beraber, yine vermede ve almada ve halkla ‘âkılâne mu‘âmele etmekden
hâlî değildir, ‘aceb sırrdır. Allâh te‘âlâ müyesser eyleye. İmdi bu halde olan
kimse, dâim el-Ehadü ismini zâkirdir, gerek ise dili sâkit gerek ise nâtık
olsun vesselam.
Tamam Oldu.
ÇIKMIŞ KİTAPLARIM
Çıkmış Kitabıma Buradan Tıklayıp Ulaşabilirsiniz!