"Bu Kapı Yokluk Kapısıdır, Varlık Elbisesi İle Girilmez. Varmısın Ki, Yok Olmaktan Korkuyorsun. Yokluğu Görünce Yüz Çevirme Allah Aşkı Yokluk İe Bulunur!" (El-Aziz İrfan Ocağı)

Hz. Mevlana ve Şems'in Tanışma Hikayesi Şiirleri ve Mektupları

Hz. Mevlana ve Şems'in Tanışma Hikayesi 

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, âilece Konya’ya yerleştikten sonra tahsîlini tamamlamak için Halep ve Şam’a gider. O sırada takrîben otuz yaşlarındadır. Birgün Şam’ın kalabalık çarşısından geçerken değişik kılıklı bir kişi: “–Ver elini öpeyim, ey âlemlerin sarrafı!..” der.

Celâleddîn-i Rûmî’nin ellerine yapışır ve harâretle öper. Sonra birdenbire kalabalığın içinde kayboluverir. Celâleddîn-i Rûmî, ansızın gerçekleşen bu hâdise karşısında son derece şaşırır. “Bu ne iştir?” diye hayretler içinde kalır. Esrârengiz ve garip hüviyetli kişi, kendisi için âdetâ bir muammâ olur.

Celâleddîn-i Rûmî, seneler sonra birgün Konya’daki medresesinde dersten çıkıp talebeleriyle sohbet etmekteyken, daha evvel Şam’da elini öperek kendisini hayrette bırakan kimse ile tekrar karşılaşır.

Garip bir heyecanla şu acâyip suâli sorar: “–Bâyezîd-i Bistâmî mi, yoksa Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mi daha büyüktür?”

Mevlânâ Hazretleri dehşete kapılır ve: “–Bu nasıl suâl?!. Hiç âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan yüce bir peygamberle, bütün sermâyesi O’na tâbîlik olan bir velî mukâyese edilir mi?!.” diye hiddetle bağırır.

Tebrizli Şems, sükûnetini hiç bozmadan suâlini şu şekilde açıklar: “–Öyleyse, neden Bâyezîd, Rabb’inden cehenneme konulmasını ve vücûdunun orada, başka hiçbir mücrime yer kalmayacak derecede büyütülmesini taleb ettiği, lâkin küçük bir ilâhî tecellî karşısında da; «Şânım ne yücedir! Kendimi tesbîh ederim!..» dediği hâlde; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sayısız tecellîlere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor ve nâil olduğu nîmetlerle yetinmeyerek Rabb’inden hâlâ istiyor, istiyor, boyuna istiyordu?..” der.

Bu îzâhat, Hazret-i Mevlânâ’yı sırf aklın aydınlattığı zâhir ilmin hudûduna getirip dayar. Bu noktada kalarak suâle cevap vermek mümkün değildir. Şems, hâl silâhıyla onu bu noktadan ileriye iter. İlerisi uçsuz bucaksız bir “ledün âlemi”dir. Böylece Şems, muhâtabını, onda mevcûd olduğu hâlde habersiz bulunduğu mânevî bir iklîmin ufkuna doğru şimşek süratiyle bir keşif seyahatine çıkarmış olur.

Bu ânî gelişmenin tesiri ile Hazret-i Mevlânâ, daha evvel ezberlemiş bulunduğu zâhirî ilmin mütâlaalarından birini serdediyormuşçasına kolaylıkla şu cevâbı verir: “–Bâyezîd’in; «Şânım ne yücedir; kendimi tesbîh ederim! Ben sultanların sultânıyım!..» sözü bir işbâ (doymuşluk) hâlinin ifâdesidir. Yâni, onun mânevî susuzluğu, küçük bir tecellî ile giderilmiş oldu. Rûhu artık talepsiz bir hâle geldi. Sekre sürüklendi. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lâkin onun istiâbı bu kadardı.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, « اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ »[ el-İnşirâh, 1.] sırrına mazhar olmuştu. Tecellîler, kendisini her taraftan kuşattı. Kâinat kadar geniş olan sadrı, bir türlü kanmıyordu. Susadıkça susuyor, içtikçe de susuzluğu artıyordu. Her an bir hâlden diğer bir hâle yükseliyor ve her yükselişte de bir önceki hâline tevbe ediyordu. Nitekim: «Ben günde yetmiş defâ -diğer bir rivâyette yüz defâ- tevbe ederim!..» buyurmuşlardır.[Buhârî, Deavât, 3; Müslim, Zikir, 41.] Zîrâ O, yüce Mevlâ’sına her an daha yakınlık istiyordu. Çünkü iştiyâkı sonsuz, kul ile Rab arasındaki mesâfe ise sonsuz kere sonsuzdu. Bu sebeple birçok kereler: «Yâ Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun vechile tanıyamadım... Sana hakkıyla kulluk yapamadım…»[Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520.] diye ilticâ ve tazarrûda bulunuyordu.”

Şems’in vazîfesi, muhâtabının idrâkini, kalbî derinliğini, zâhirî ilimle ulaşılamayacak olan işte bu mertebeye yükseltmekti. Bunun için, aldığı cevapla ulvî gâyeye ulaşmış insanların büyük coşkunluğunu hissederek bir neş’e çığlığı atar. Kendinden geçer. Böylece bu iki mâneviyat yıldızının arasında hayat boyu devam edecek olan nûrânî bir şerâre vücûda gelmiş olur. Bundan sonra Mevlânâ Hazretleri’nin rûhunda meknûz olan mânevî okyanus, dâimî bir sûrette dalgalanmaya başlar. O anda sanki bir kibrit çakılmışçasına Mevlânâ’nın gönlü, bir petrol denizi gibi alev alır. Tebrizli Şems, Mevlânâ’nın gönlünü böylece ateşlemiş olur, fakat öyle bir infilâk karşısında kalır ki, onun alevleri içinde kendisi de yanar. Artık idrâkler ve nasipler aynîleşir. Tebrizli Şems’in me’mûriyeti de, bu mânâ okyanusunu tutuşturmaktır.

Bu hâdiseden sonra, daha evvel tamâmıyla zühdî bir ibâdet hayâtı içinde sâkin bir müderris olan Hazret-i Mevlânâ’nın, birdenbire içi içine sığmayarak samimî ve coşkun bir heyecan iklîminde yaşadığını görürüz. Nitekim Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- aşk, vecd ve istiğrak dolu hayâtını üç kelime ile ve üç merhale olarak şöyle ifâde eder: Hamdım, piştim, yandım!..” Son merhalelerin tasavvuftaki isimleri “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh”tır.                                                                        (Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Mesnevî Bahçesinden BİR TESTİ SU, Erkam Yayınları-İslam ve İhsan) 

Hz. Mevlana'nın Şems'e Yazdığı Şiiri Etme

Tasavvuf dünyası denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri olan Mevlana'nın Şems ile arkadaşlığı günümüze kadar ulaşmıştır. Mevlana'nın düşünce ve fikir dünyasında köklü değişimlere sebebiyet veren Şems-i Tebriz’i, ahalinin kendisine düşmanlık beslediğini fark ettikten sonra bir gün Konya'dan kimseye haber vermeden ayrılır. Şems'in Konya'dan ayrıldığını öğrenen Mevlana içindeki sıkıntıyı "Etme" isimli şiiri yazarak kâğıda döker.

Mevlana ve Şems Şiirleri

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.
Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı?
Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme.

Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru.
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme.

Ey ay, felek harab olmuş, altüst olmuş senin için...
Bizi öyle harab, öyle altüst ediyorsun, etme.

Ey, makamı var ve yokun üzerinde olan kişi,
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme.

Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan.
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan.
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme.

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer;
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.

Ey, cennetin cehennemin elinde oldugu kişi,
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme.

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize,
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme.

Bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle.
Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme.

Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı.
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun, etme.

İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil.
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme.

Hz. Şems'in Mevlana Hazretlerine Yazdığıı Şiiri

Şems'in de Mevlana'ya yazdığı şiirler vardır. İşte Şems'in Mevlana'ya yazdığı şiirin sözleri

Bırakmıyorum ki; Gönülden düşünce olasın, istemiyorum ki; gözlerde değersiz kalasın Seni canımda saklıyorum; gözümde gönlümde değil. Ta ki son nefesime kadar bana yar olasın. Elimde olsa Cenneti ateşe verir, Cehennemide bir kova suyla söndürürüm ki geriye Aşk baki kalsın.

Ey seher yeli! Bir semtten haberin var mı? Bir ay yüzlünün yanağından ne haber getirdin Çalıp çağırdığın, Hay huy ettiğin günler var mı? Ey Rüzgâr! Daha yavaş es, Çünkü güzel kokuyorsun. Bu Gönül işidir Kafa işi değil.

Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim, Ama senden başka kimse duymayacak, Kimse anlamayacak. Şimdi sorarım sana, Hangi aşk daha büyüktür? Anlatılarak dile düşen mi? Anlatılmayıp yürek deşen mi?

Bana Güneş’in adı verildi; Şems işte böyle başladı, Benim hikâyem Aşktan mutluluk, Güvenlik beklerler, Hâlbuki aşk son zerresine kadar kendini vermektir. Ruhundaki son zerreye kadar, Sevdiğin olmak istemektir. Onun için eriyecek kadar sevmek, Kendinden kopmak demektir İşte ben aşk derken Böyle bir aşktan bahsediyorum Var mı onun aşkıyla Ölmeye cesareti olan

Kalp mi insana sev diyen. Yoksa yalnızlık mı körükleyen? Sahi nedir sevmek; Bir muma ateş olmak mı? Yoksa yanan ateşe dokunmak mı? Ya tam açacaksın yüreğini Ya da hiç yeltenmeyeceksin. Grisi yoktur aşkın Ya siyahı Ya beyazı seçeceksin Hüzün ki en çok yakışandır âşıklara Yandık, Yakıldık; Ama hüzünden yana asla yakınmadık Ne de olsa biz mahzun Bir Peygamberin ümmeti değil miyiz? Hüzün taze tutar aşk yarısını Yaramdan da hoşum, yârimden de Heyhat!

Mum gibi erimiyorsa insan, “Yanıyorum” dememeli; Yanmaktan korkuyorsa kişi, “ Aşk kapısı"ndan girmemeli Ya ”Kor Yürekli“ olmalı insan Ya da kor barındıracak ”Yürekli “

Ey Sevgili! Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi. Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni. Güvendiğiniz dağlara karlar yağdığında, En güzel çare, Dağ İle Kar’ı baş başa bırakmaktır. Gün gelip kar eridiğinde; Dağ yolunuzu gözleyince En güzel cevap, Başka bir dağdan selam yollamaktır.

Kır kalemin ucunu, Bundan sonra ki yolculuğumuz, Aşk yoludur Aşkı kalemler yazmaz ki Kitaplarda bulasın. Yalnız kalırsan yalnız olmadığını bil, Dertli isen Dermanın olduğunu bil Hiç bir şeyin sahibiyim deme Emanetçi olduğunu bil. Ey Celalleddin, Talipsen Yüreğime, Yalnızlığını adayacaksın bana. Gel bakalım ateşle nasıl oynanır göstereyim, Gör bakalım, ateş mi seni yakar sen mi ateşi El alem şarap içer sarhoş olur Biz aşk ehliyiz içmeden sarhoş olmuşuz. ALLAH ( c.c) senin kapından Aşk sarayına birini alacaksa O insana sen nasıl Ben Seni Sevmiyorum dersin İnsanlar maşuk aramıyor, Bencil duygularına köle arıyor, Köle buluyor ama aşkı bulamıyor.

Ey Aşk, Sen Öyle bir kişisin ki Dünya tokları, Senin vuslatının acılarıdır. Şeytanda insani özelliklerin birisi hariç hepsi vardır, Şeytanda eksik olan tek nimet AşK… Şeytanın insanı çekememesi “Aşksızlığındandır”

Mevlana’nın Şems’e Yazdığı 1. Mektup

Seni ne huzuru arayanlara, ne huzuru bulanlara, ne de huzurdan kaçanlara sordum. Güneşin sıcaklığını en iyi kim anlatabilir? Sıcaktan düşüp bayılan mı? Hayır, onun aşkı zayıftır. Güneşe yolculuk yapan mı? O da değil, gitse gitse nereye kadar gidebilir ki? Gölgeye sığınanlara ise güneşi hiç sormamalı!

Aşk mabedim, Efendim, söyler misin, nedir bu çektiğim acıların manası? Bu ayrılığın esrarengizliği, yüreğime saldığın alevlerin lavlaşması içinse, yeterince erimedim mi ateş toplarında? 

Öyle yandım ki; Sen yandıkça, ben yanayım! Sen dondukça, ben de donayım! 

Yine kehkeşânlara kaçarak mı özleteceksin kendini. Özlemlerim, boşluğa atılan kuru karanfiller gibi sere serpe dağılıyor harayellerin, acının koynunda İçime güneş doğmaz oldu artık sen gittin gideli. Göklere seninle buruç edecektim hâlbuki. Saçlarıma aklar düşmeye başlamış, sırf bu aşkın ceremesinden, serencame gökkubbeye niyaz edecek ve merhamet isteyecek kapılar dahi yüzüme kapanıyor. Sendedir bu boz bulanık sellere kapılan ömrümün mihrap ve minberi. Salâlar benim için okunuyor artık. Gözyaşım seccademde buğulanıyor her seher vakti, ama ne sesin geliyor artık uzaklardan, ne de nefesin.

Ezanlar okunur günbegün ve içli içli, ama alnımı, alnına değdirmedikçe huzura ermeyecek bir çağıldama örseliyor şakaklarımı. Alnımda sanki Dağıstanlı atlılar ve ellerim titriyor zaman zaman bu divaneliğin ağır tütsüsüne. Ve omuzlarım çökeliyor seni düşündükçe. Unutma, şah eserin olan ben, gün geçtikçe artık viraneye dönüyorum, ama sen hâlâ bana dönmüyorsun! Muradım; Rabbü’l Âlemin; bu sevdanın kadrini ve kıymetini kimseye muhtaç etmesin. 

Düşüncelerim, ipliği kopan tesbih taneleri gibi dağılıveriyor sensiz. Şimdi gözyaşlarımdan inci yapmak isterdim sana, keşke yanımda olsaydın. Kelimelerim şelâleleşiyor ne zaman sana dair bir şeyler yazmaya kalksam. Yanan alnım, müşfik avuçlarına ne kadar da muhtaç bilemezsin. Beni ne kadar ateşe versen de, hiçbir hatıramız küllenemez, bunu bilesin. Zümrüd-ü Anka gibi kendi külümden doğar ve katar katar Turnalar gibi kanat vurarak, yine revan olurum yollarına!

Gözlerimde bir mahmurluk, sensiz uykularımda arda kalan, sinemde yumru yumru yutkunamadığım bir sıkıntı, nefeslerim yetmez oluyor artık şu garip canıma. Ve gözlerimi tavana mıhlamış, bir tek seni düşünüyorum. Alnımda boncuk boncuk soğuk terler, sesinden gayri her ne var ise şu âlemde, kulağım işitmez oldu artık. Göz kapaklarım tutulmuş, hayalin perdelenmesin diye, artık gözyaşlarımda hasretlik tuzu bile kalmadı acılarımı ılık ılık dindirecek!

Bir de üşümedir işliyor ruhuma apansız, kanım donuyor, sıcağın yok ki yanımda! O ayrılıktan kahroluyorum ve ardından sabah oluyor, yine bin bir eza ve cefa ile kahroluyorum işte! Biliyorsun, hünkârım sensin, sevgilim ve mabedim (sensin). Muradım; yedi göğün mevlâsı; bizi, bu kahırdan azat edesin!

Kelebekler senin yüzünün değdiği bahçelere yayıyor kanatlarını. Şu dar göğsümün kazasından çıkmaya çalışıyorum. Sonsuz genişliklerin sırrı iki dudağının arasında saklı. Bir kelâm söyle ne olur! Her hecenin tınısında duymak istiyorum. 

Rüzgarlar savursun beni, yağmurların hepsi alnıma düşsün, taşların hepsi göğsüme düşsün. Senin ayaklarını öpen kocaman bir dağ olayım. Çöller savrulsun, dağlar aradan çekilsin, yokuşlar ve inişler bitsin ki yürüğün yollara toz olayım. 

Çöldeyim, susuzum,
Kuyularda Yusuf’um,
Sözlerin bana Züleyhâ,
Ateşlerde İbrahim’im,
Gözlerin ban derya,
Sancılar içinde Meryem’im,
Bakışın bana İsa,
Yaralar içinde Eyyub’um,
Hasretin bana şifa,
Ölüler içinde bir ölüyüm,
Ellerin bana musalla..


Ey kalbimizde olan nur gel, didinmelerimin ve arzumun sonu gel, hayatımızın senin elinde olduğunu biliyorsun, hayatı, kullarını sıkıntı yapma gel. Ey aşk, ..ey maşuk, ..engelleri aş ve inadı bırak da gel. Ey Hüdhüdlerin sahibi olan Süleyman, lütfedip de bizi aramak üzere gel.

Ruhlar senin kaybolmandan ötürü inleyip feryat ediyorlar, miadını doldur da gel. Ayıplarını ört, iyilikleri saç, cömert olanların âdeti de böyledir gel. 

Farsça ‘gel’ nasıl derler? ‘Biya’mı? Ya gel veya bizim davetimize hak ver de gel. Geleceğin zaman muradımız ne de açılır. Gelmeyeceğin zaman da muradımız ne kesat olur; gel. Ey Arabın Kürşadı! Ey İran’ın Kubad’ı! Kalbimi hatıranla fethedersin gel. İçim sana gel deyicidir. Ey varlığından olacak olan varlık, gel.

Gittin ya, kalsan ne güzel olurdu, gitmişin neye yarar? Sen gittin ama bak senle ilgili olan bir şey bende, sessizlik bende. Gittin, heyhat, pervane’ye döndü narin yüreğim sensizliğinde.

Her yalnız aşık değildir, ama her yanmış aşkın kuyusunda yalnızdır. Ateşinden değil, ateşsizliğinden yanmışım. Ey aşkın sesi, nefesi gel bir an evvel. Dinsin artık kıyametin gürültüsü!

Mevlana’nın Şems’e Yazdığı 2. Mektup

Ey dünyanın zarifi! Selam senin üzerine olsun. Benim hastalığım ve sağlığım senin elindedir. Kulun derdinin dermanı nedir, söyle. Bu, eğer alırsam senin dudaklarından aldığım öpücüktür. Eğer vücudumla senin hizmetine ulaşmazsam ruhum ve kalbim senin yanındadır. Madem ki sözsüz hitap oluşmuyor, o halde dünya niçin “buyur”la doldu?

Ah ah! Gönlüm çilem, aşkım, kederim, acım, gönlüm! Sustukça hoş geçimlim, dile geldikçe parlayan alevim. Kopup saçılan gerdanlığında soylu nedimelerini savrulan incileri yere inen hüzünlerim. Aramadan bulduğum yola koyulmuş göçüm. Bir türlü kavuşamadığım, kavuşmaya doyamadığım. Dışında olamadığım, içinden çıkamadığım. Gecelerin hakimi, gözyaşlarımın pınarı efendim. Tozunu yıkamaya erişemediğim, pasını silemediğim. Karanlığım, Güneş’im. Gönlüm, aziz dostum! Nerelerdesin, ya dön artık yurduna, ya da iki satır yaz bize. Kim gücendirdi senin o nazende yüreğini, hangi kem söz, hangi sinsi nazar seni benden kopardı ey Şems. Varım yoğum sensin. Sen de yoksan, ben bir hiç'im bilmez misin? Kavline mestan olan Mevlâna’ya ayrılığı hediye etme, etme Şems.

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme!
Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme!

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı,
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun, etme!

Çalma bizi bizden, gitme o ellere doğru,
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme!

Ey ay, felek harab olmuş, alt üst olmuş senin için,
Bizi öyle harab, öyle alt üst ediyorsun, etme!

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi,
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme!

Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan,
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme!

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan,
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme!

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer,
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme!

Ey cennetin, cehennemin elinde olduğu kişi,
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme!

Şekerliğinin içinde zehir, zarar vermez bize,
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme!

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle,
Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme!

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı,
Ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun, etme!

İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil,
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme!

Senden önce kitaplarda arıyordum derinliği. Kitaplardan utanıyorum. Sen bütün kitaplardan daha derinsin, sana yazdığım mektuplardan utanıyorum, kendi kendini oku.

Karanlıklardayım ve cinnetin sesi yüzümü kamçılıyor: bir baykuş kahkahası, bir kobra ıslığı. Karanlıklardayım, zindanımı aydınlatan tek ışık cıvıltılarınızdı. Yıldızım benim ve uzaklardasınız.

Ey Şems, sen kalbi bir gözyaşı kadar temiz ve bir çocuk bakışı kadar aydınlık bir insansın. Çöldeki çakallar su içmiş. Kaynağa ne?

Seninle öyle doluyum ki, kafatasım çatlayacaktı. Damarlarımda akan kan, sendin. Göğüs boşluğumdaki kalp senin kalbindi. Damarlarım çatlayacak, göğsüm yarılacaktı. Seni teneffüs ediyordum, hicran kanatları beni gökten yere indirdi. Oysa seninle kanat çırpıyorduk.

Sensiz her geceyi hummalı yaşadım, belki humma daha güzeldi. Ne beklisi? Ama uzviyet ne kadar dayanabilir ki bu gerginliğe? Aşka teşekkür borçluyum. Ben o hummanın içinde erimek istiyorum. O alevin içinde yanmak, kül olmak biricik muradım. Kül olmak, ışık olmak, efsane olmak.

Ben senim, sen de bensin. Aynı kokuları, aynı heyecanları, aynı acıları yaşıyoruz. Cennete Araf’tan girilir. Mecdelli Meryem, İsa’nın yaralı ayaklarını gözyaşlarıyla yıkadı ve saçlarıyla kuruladı. Gelsen de yılların yorgunluğuna düçar, yolların dikenlerine bizar ayaklarını yıkayan olsam ey Sertaçım.

Ey Şems’im! Senin hasretin yanında Selahaddin Zerubumun gözyaşları, içimdeki ateşi bir nebze dahi söndüremiyor. İlla sen. Ancak sen. Ah bir gelsen.

Meccanen bir deli gibi yollara düşsem, yalvarsam, ağlasam, çatlasam göklerin sidresine namzet. Sanemler devşirsem şahikalardan, sırf senin için uçurumlar yutsam, fasıl fasıl anlatsam yürek sancımı ve ağlasam. Çatlarcasına ağlasam. Gururum halvethane olmuş desem, hece yok desem. Yollarında üryan olan gözlerimde çiseler umut umut dökülüyor desem. Yine de gelmez misin Şems’im!

Bu sergüzeştin neresindeyim, bilemiyorum. Kah kalkıyor, kah düşüyorum. Ölü şiirlerle yatıyor ve üşüyorum. Bilmiyorum acep var mıdır bu kör uykunun dibi.

Ey Şems, hangi söz gücendirdi nazende gönlünü. Hangi kem göz incitti gece karası bakışlarını da ansızın çekip gittin bilinmez diyarlara. Sen gittin ya bilmez misin bu dostun deli divane dolaşmakta. Gel ey Şems. Sina’da bayılan Musa aşkına, Kudüs’te kan ağlayan İsa hatrına, Medine’de “ümmetim ümmetim” diye feryat eden Muhammed Muhtar nuru için gel Şems. Konya artık aşk kokmuyor Şems. Senin Mevlânan

Mevlana’nın Şems’e Yazdığı 3. Mektup

Güller Şems diye açmıyorsa, gülün kokusunu neyleyeyim, Ayrılığı ağlatamayan gecenin karanlığını neyleyeyim. Şems'siz sofranın balını böreğini neyleyeyim, Beni kavurmayan acıyı neyleyeyim. Gözümü yakmayan gözyaşını neyleyeyim, Karanlığıma Şems olamayan yari neyleyeyim. Canını yoluma post eylemeyen dostu neyleyeyim, Şems gibi bakmayan gözü neyleyeyim. Yârenin yüreğine merhem olmayan sözü neyleyeyim, Kır kalemimi ey felek! Şems yoksa ne diye devran edersin alemde, Zerrede alemi, alemde aşkı yaşamayan Adem’i neyleyim.

Sensizliğe alışmak, her türlü teselli sözü, bir ihanet geliyor kulağıma. Ne tuhaf ki, dün seni bana kötüleyen diller, bugün sensizliğin efkârındaki Mevlâna’yı teselli için dil döküyorlardı. Her türlü teselli sözü bir ihanet geliyor kulağıma. Parmaklarım alev alev yanıyor. Kâğıt tutuşacak, mektup yanacak diye çekiniyorum. Cehennemden betermiş, seni kazanmak için senden uzaklaşmak.

Kırk senedir beklediğimdin, geç bulduğumdun, şimdi yoksun. Daha kaç sene bekleyeceğim. Çöldeki kumlar kadar susuzum, gelişin nisan yağmuru olsun. Hani dergahımızın avlusuna bakırdan koskoca bir tas koymuştun. Nisan yağmurları dolsun da orucumuzu bin bereketli yağmurla açalım diye. Gönlümün nisan yağmurlarıyla ıslanan gülü açmayacak mısın halâ?

Sözlerin kulaklarımda halâ taze, kelimeler yıldız yıldız, cümlelerin mehtapların en şahanesi. Tebessümün geliyor gözümün önüne, vuslat gibi güzel bir sabah güneş gülüşlerin. Biz birbiriyle genişleyen, kenetlenen ve sonsuzlaşan tek ruhuz.

Gel Şems, ayakların kudüm olsun, kolların rebap, soluğun ney olup vuslat müjdesini üfleyerek gel. Nasıl bir pınarsın sen Şems? İçtikçe susadığım. Nasıl bir ateşsin sen ey Şems? Yandıkça serinlediğim. Sen görünüşte etten kemikten ibaret bir insan; ama bütün insanlığı kalbinde taşıyan.

Senin yüzünü görmedikten sonra, varsayalım ki yüzlerce dünya görmüşüm, ne çıkar? Güzelliğini kimlere sorayım senin, say ki herkese sormuşum, kim anlatacak? Sana kavuşmadıktan sonra tut ki, cennette ebediyim, hurilerle eşim, devlet yar olmuş bana, ne çıkar bunlardan?

Ayrılık bulutu senin ay yüzünü örttükten sonra, o bulut tut ki başıma inciler mücevherler yağdırmış, ne kârım olur bundan?

Şu aşağılık büyücü karı olan dünya, madem ki yok olup gidecek bir gün, tahtını, bahtını, dünya hazinelerini bana bağışlamışlar kabul et, ne olur ki yani?

Senin aşkın yüzünden bütün dünya beni kötülese pervam olmaz, say ki gerçek hakkında yüzlerce yalan söylenmiş, ne önemi olur bunların?

Aşk suskunluğumdu benim,
Aşk yangınımdı benim,
Aşk vurgunumdu benim,
Aşk yazımdı benim,
Aşk yasağımdı benim,
Aşk itirafımdı benim,
Aşk heyecanımdı benim!

Tek varlığım ve tek yokluğum, yaram ve merhemim, kazanmadığım ama hep kaybettiğim. Evet, buydu aşk! Özledim, ey Şems özledim, çık gel Allah aşkına!

Aşkın insanı büyüttüğünü, olgunlaştırdığını da öğrendim artık. Bu yaşıma kadar kimse öğretmedi bana aşkın karşılıksız olduğunu. Sadece gönülden sevenin bu acıyla kavrulacağını, sevilenin ise sevildiğini bilmeyeceğini.

Şükürler olsun “Sana” bana hayatta öğretilmeyenleri hissettirdin. Hiç kimse için yapamayacaklarımı yaptım. Pişman mıyım? Hayır, hiç pişman olmadım ve aşkı sonsuzluğuma saklarken bile mutluyum. Hayatımın son basamaklarında bana böyle bir aşkı yaşattın. Seni sevmeme izin verdiğin için teşekkür ederim.

Yalanına hırkamı verdim

Mevlana Şems'i ararken, Konya'da yalancılığıyla ün salmış bir adam, "Şems'i Bağdat'ta gördüm" der. Bunun üzerine Mevlana adama teşekkür eder ve hırkasını çıkarıp ona hediye eder. Mevlana'nın yanındaki arkadaşı, adamın yalancı olduğunu bildiği halde, neden çıkartıp ona hırkasını verdiğini sorar. Mevlana'nın cevabı ise; "Yalanına hırkamı verdim, doğru söyleseydi canımı verirdim" der.

Kaynak: Bayram Ali Çetinkaya, Doç. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi - “Benlik Duvarından Kerpiç Koparmak” Şems-Mevlânâ Dostluğu (Benliğin Kaybolduğu Dostluk)
Mevlananın Şemse yazdığı mektuplar, aynızamanda Sinan Yağmurun "Mevlana'yı konu alan "Aşkın Gözyaşları" kitabından alıntılar içerir. 
Kaynak:http://www.infethiye.net/turkish/notlar/mevlanadan-tebrizli-semse-mektuplar.htm

Hz. Mevlana ve Şems'e Atılan İftiralara Cevap Videosu

Genç Hoca Mevlana Hazretlerine atılan iftiralara cevap vermeye devam ediyor. Mevlana Hazretlerinin, Şems-i Tebrizi Hazretlerine yazdığı mektupları alıp haşa iki kişi arasında şehvete bağlı ilişki varmış gibi gösteren özellikle mealci ve vehhabi/selefi zındıklara Kur’an ve sünnetten delille cevap veriyor. İzleyebilirsiniz;

ÇIKMIŞ KİTAPLARIM;


  Allah Aşkı Kutbül Aşk Kitabı

RESİME TIKLAYIP ULAŞABİLİRSİNİZ

Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Ta

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski