"Bu Kapı Yokluk Kapısıdır, Varlık Elbisesi İle Girilmez. Varmısın Ki, Yok Olmaktan Korkuyorsun. Yokluğu Görünce Yüz Çevirme Allah Aşkı Yokluk İe Bulunur!" (El-Aziz İrfan Ocağı)

Hz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi Yolculukları

Hz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi Yolculukları

Hz. Musa’nın Hızır’la buluşması, Mevlânâ’nın ifadesiyle “Kevnî ihtiyaç” yani Hz. Musa’nın ihtiyaç duyduğu ilim Hızır (a.s.) vasıtasıyla ihsan edilecektir onun için sebepler âleminde zuhur etmiştir.

Hz. Musa ve Hızır (a.s.)

Mesele şöyle başlamıştır; Firavun Kızıldeniz’de boğulduktan sonra Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, kavmine çok fasîh, belîğ ve heyecanlı vaazlar vermekteydi. Kavmi, Hazret-i Mûsâ’nın ilim ve mârifetteki derinliğine hayran kaldı; mest oldu. İçlerinden biri: “–Ey Allâh’ın peygamberi! Şu yeryüzünde Sen’den daha âlim bir kimse var mı?” dedi. Hazret-i Mûsâ: “–Böyle bir kimse bilmiyorum!” dedi. O esnâda kendisine vahiy gelerek: “İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, ona has bir ilim (ledünnî ilim) vermişimdir. Ümmetinin seçkinlerinden biri ile ona git!” diye buyruldu. Kendisine işâret edilen zât, Hızır -aleyhisselâm-’dı. Hazret-i Mûsâ: “–O zâtı nasıl bulabilirim yâ Rabbî?” diye niyâz etti.

Allâh -celle celâlühû-, zenbiline tuzlanmış ölü bir balık koymasını, bu balığın canlanıp denize atladığı, iki denizin birleştiği yerde Hızır’ı bulacağını bildirdi. Mûsâ -aleyhisselâm-, rivâyete göre kız kardeşinin oğlu olan Yûşâ bin Nûn ile Hızır’ı bulmak için derhal sefere çıktı. Âyet-i kerîmede bu hâdise şöyle bildirilir: “Bir vakit Mûsâ, genç adamına demişti ki: «–Durup dinlenmeyeceğim; tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım yahut senelerce yürüyeceğim.»” (el-Kehf, 60)

Mevlânâ Hazretleri bu hâdiseyi şu şekilde tasvir eder: “Ey kerîm olan kimse! Bu mânevî iştiyâkı, «Kelîmullâh» olan Hazret-i Mûsâ’da gör! Bak kelîm olan Mûsâ -aleyhisselâm- ne diyor: «–Bunca makâma sâhip olduğum hâlde kendimde varlık hissetmiyorum. Daha öteler için rûhuma ışık tutacak Hızır’ı arıyorum.» Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Hızır’ı aramaya kalkması üzerine kavmi O’na dedi ki: «–Ey Mûsâ, Sen kavmini bırakmışsın, Sen’den daha aşağı mertebede bir zâtın izine düşmüşsün! Hâlbuki Sen, «havf» ve «recâ»dan kurtulmuş bir peygambersin. Daha ne dolaşacak, ne kadar ve ne zamana kadar arayacaksın? Aradığın Sen’de... Bunu Sen de bilirsin. Ey semâ kadar yüksek peygamber! Zemînde daha ne kadar dolaşacaksın?» Mûsâ -aleyhisselâm- kavmine: «–Ne olur, Güneş ile Ay’ın yolunu kesmeyiniz! Ben peygamberlik hilâliyim, Hızır ise velîlik güneşidir. Yâni benden üstün peygamberler var. Hızır ise, velîlerin en üst makâmındadır.» dedi. Hazret-i Mûsâ devâmla: «–Ben zamânın sultânı bir velî ile sohbet için iki denizin birleştiği yere gidiyorum. Hakîkat ve mârifete ulaşmak için Hızır’ı vesîle kılacağım. Bunun için de uzun müddet sefer edeceğim. Tâ ki; O’na kavuşayım. Himmet ve azîmet kanatları ile yıllarca uçacağım. Yıllar ne demek, binlerce yıl gitsem, yine O’nu arayıp bulacağım. Bu yolculuk, o cevheri bulmağa değmez mi?» dedi.”

Mûsâ -aleyhisselâm- ve Yûşâ bin Nûn; “İki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular. Balık, denizde bir yol tutup gitmişti.” (el-Kehf, 61) Âyetteki bu balığın nasıl hareket ettiği konusunda ve balığın durumu hakkında birçok rivayet bulunmaktadır (Kurtubi, 2000, XI: 61). Burada balık bir işaret olarak görülür. Bu işareti takip etmek suretiyle Hz. Musa buluşma noktasını bulmuştur. Buluşma yerini bulması için balığın canlanıp denize kaçması Allah’ın Hz. Musa’ya gösterdiği bir mucizedir (Kurtubi, 2000: XI, 62). Bu da bize gösteriyor ki Allah ü Teâlâ kulları ile bir mucize bile olsa, sebepler üzerinden iletişim kurmaktadır. Bundan dolayı gerek enfusî, gerek afakî olarak sebepler zincirini takip etmek suretiyle yaşadığımız hadiseleri daha sağlıklı yorumlayabilmemiz mümkün olabilecektir.

Bir rivâyete göre, Yûşâ bin Nûn, beraberce mola verip Mûsâ -aleyhisselâm-’ın uyuduğu bir sırada balığın birden canlanarak denize atladığını görmüştü. Fakat bunu Hazret-i Mûsâ’ya söylemeyi unutmuştu. Mûsâ -aleyhisselâm-, uyanınca da: “–Haydi, yolumuza devâm edelim; belki daha çok yolumuz var!..” demişti. Beraberce yola devâm ettiler. Uzun bir müddet gittikten sonra nihâyet bir ağaç altında oturdular. “(Buluşma yerlerini) geçip gittiklerinde Mûsâ genç adamına: «–Azığımızı getir! Hakîkaten şu yolculuğumuz esnâsında (epeyce) yorulduk.» dedi.” (el-Kehf, 62) Yûşâ bin Nûn, birden hatırladı: “–Ben onları balığın denize atladığı yerde unuttum!” dedi. “(Genç adam:) «–Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı, bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti.» dedi.

Mûsâ: «İşte aradığımız yer orası idi.» dedi. Hemen izlerinin üzerine geri döndüler. Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, O’na katımızdan bir rahmet vermiş, yine O’na tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (el-Kehf, 63-65) Tasavvuftaki “Ledün İlmi” ismini bu ayetten almıştır. Zahirî bilgi ile elde edilemez, manevi eğitim sonucu ulaşılan Hak vergisi (vehbî) bir ilimdir. Nitekim Hızır -aleyhisselâm- için, Cenâb-ı Hak: “…Biz O’na kendimizden bir ilim öğrettik!” (el-Kehf, 65) buyurmaktadır. Yine Bakara Sûresi’nde Allâh Teâlâ:  “…Allâh’tan ittikâ edin, Allâh size (ihtiyâcınız olan şeyleri) öğretir…” (el-Bakara, 282) buyurmuştur.

Mûsâ -aleyhisselâm-, kendisine vahiy ile işâret edilen zâtı, bir kayanın üstünde hırkasına bürünmüş olarak gördü ve selâm verdi: “–Ben Mûsâ’yım!” dedi. Hızır -aleyhisselâm- da cevâben: “–Demek Benî İsrâîl peygamberi olan Mûsâ sensin!” dedi. Mûsâ -aleyhisselâm-: “–Bana Allâh tarafından bildirilen, insanların en âlimi sen misin?” diye sordu. Hızır -aleyhisselâm- cevâben: “–Yâ Mûsâ! Allâh bana bir ilim vermiştir, o sende yoktur. Sana da bir ilim vermiştir, o da bende yoktur.” dedi.[1] Mûsâ -aleyhisselâm-, Hızır -aleyhisselâm-’dan bu ilmi telâkkî etme arzusunu bildirdi. Zâhiren akılla anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâib ve garâibden görülen bazı hakîkatlerin hikmetini Hızır’dan öğrenecekti. “Mûsâ O’na: «–Allâh’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tâbî olabilir miyim?» dedi.” (el-Kehf, 66) demek suretiyle karşısındakinin sahip olduğu ilme talip olan Hz. Musa ve diğer tarafta rahmet ve ilim verilen şahıs yani Hızır bulunmaktadır. Ancak Hızır’ın verdiği ilim uygulamalı olarak anlatılan bir ilimdir ve Hızır’ın Hz. Musa’dan öncelikli olarak istediği şey sabırdır. Zira ilerleyen süreçte hiçbir şey göründüğü gibi olmayacaktır. Nitekim peygamberimiz de “Ya Rabbi eşyanın hakikatini bize göster” diyerek bizleri varlığın hakikatini anlama noktasına yönlendirmiştir.

Hızır -aleyhisselâm-: “Dedi ki: «–Doğrusu sen, benimle beraberliğe sabredemezsin. (İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?»” (el-Kehf, 67-68) Bu sözlerle Hızır -aleyhisselâm-, Hazret-i Mûsâ’nın psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, O’na kendini anlatmış oluyordu ki, bu tespit sonunda gerçekleşecekti. Hazret-i Mûsâ’nın alacağı hisse, kendi yerini bilmek ve bir sabır dersi almaktı. Yâni Hazret-i Mûsâ’ya hâl lisânı ile: “–Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususta mâzursun. Çünkü bu ilmin kemâli, henüz Sana verilmemiştir.” demekteydi. Mûsâ -aleyhisselâm-: “«–İnşâallâh, beni sabredenlerden bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem!» dedi.” (el-Kehf, 69) diyerek bu konuda sabır ve itaatini Allah’ın takdirine bağlamıştır (Razi 1990: XXI, 153). Hızır’ın Hz. Musa’dan istediği ikinci husus; zamanı gelene kadar soru sormamasıdır.

Hızır -aleyhisselâm-“–Eğer bana uyacaksan, ben sana sırrımı açmadıkça, hiç bir şey hakkında bana suâl sorma! Yâni tartışma şöyle dursun; sorup anlamak için bile sorma!” dedi. “(Doğrusu o sâlih kul) «–Eğer bana tâbî olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana suâl sorma!» dedi.” (el-Kehf, 70) Elmalı’ya göre ilimde soru sorma; ilmin temeli iken, bu durum ledün ilminde yasaklanmıştır.2 (Yazır 2009: V, 3264)

Ve Hz. Musa ve Hızır (a.s.) O Meşhur Yolculukları Başlıyor

Ve o meşhûr yolculuğa çıktılar. Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinde bu hikmet ve ibret dolu yolculuk şu şekilde anlatılır: “Bunun üzerine yürüdüler. Nihâyet gemiye bindikleri zaman O (Hızır), gemiyi deldi. Mûsâ: «–Halkını boğmak için mi onu deldin? Gerçekten Sen (ziyânı) büyük bir iş yaptın!» dedi. (Kehf 71) Mevlânâ’nın aşağıdaki söylemleri, bize bu konuda yol gösterecektir. “Tavus kuşunun süslü kanadı, canının düşmanı olmuştur. Birçok hükümdarı da kuvvet ve azameti öldürmüştür. Masum ceylan göbeğindeki misk yüzünden avlanır, sahra tilkisine postu için tuzak kurulup derisi soyulur, Koca fil, dişi için öldürülür.” (Mevlana 1993: I, b. 208-11). Bu beyitlerle sahip olunan nimetin taşıdığı potansiyel riskler nazara verilmiştir. Buna mukabil kurtuluşumuza sebep olacak sahip olmamız gereken ahlakî değerlerimiz için şöyle der: “Tavus kuşu gibi kanadına bakma, ayağını gör ki kötü gözler sana pusu kurmasın. Artık bundan sonra kendindeki hünerleri ve malı insanlara gösterme sakın.” (Mevlânâ 1993: V, b. 498). Özet olarak diyebiliriz ki, Mevlânâ’nın ifadesiyle insanların çoğu insan yiyicidir (Mevlânâ 1993: II, b. 120), onlardan gelecek olan zararlara karşı maddi ve manevi olarak kişi uyanık olmalı ve tevazu içerisinde şükür ve kanaatle kendini koruma altına alabilmelidir.

(Hızır:) «–Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?» dedi. (Mûsâ:) «–Unuttuğum şeyden dolayı beni muâheze etme; işimde bana güçlük çıkarma!» dedi.” (el-Kehf, 72-73) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki: “Böylece Hazret-i Mûsâ’dan ilk unutma vaki oldu. Bu sırada bir serçe gelip geminin kenarına kondu ve ardından su içmek üzere gagasını denize daldırdı. Bunun üzerine Hızır -aleyhisselâm- Hazret-i Mûsâ’ya: «–Allâh’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkatın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.» dedi.” (Buhârî, Tefsîr, 18/2-4)

“Yine yürüdüler. Nihâyet bir erkek çocuğa rastladıklarında (Hızır) hemen onu öldürdü. Mûsâ dedi ki: «–Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana nasıl kıyarsın?! Gerçekten sen fena bir şey yaptın!» (Hz. Musa’nın “tertemiz cana nasıl kıydın “ ifadesinden hareketle âyette geçen ğulam ifadesi birçok müfessire göre buluğ çağına ermemiş çocuk anlamında ele alınmıştır [Yazır, 2009: V, 3265].) (Hızır): «–Ben sana, benimle beraber (olacaklara) sabredemezsin, demedim mi?» dedi. (Mûsâ:) «–Eğer, bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaşlık etme! Hakîkaten benim tarafımdan (ileri sürülebilecek) mâzeretin sonuna ulaştın!» dedi.” (el-Kehf, 74-76) Bu sözü ile Hazret-i Mûsâ, artık özür dileyecek hâli kalmadığını anlatmak istemişti. “Yine yürüdüler. Nihâyet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misâfir etmekten kaçındı. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrulttu. Mûsâ: «–Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alabilirdin!» dedi. (Hızır) şöyle dedi: «–İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim!»” (el-Kehf, 77-78) “Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu hâle getirmek istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun ebeveyni mü’min kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin!” (el-Kehf, 79-81) “Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara âit bir hazîne vardı; babaları ise, sâlih bir kimse idi. Rabbin istedi ki,[2] o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazînelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur!” (el-Kehf, 82)

İkinci hadisede Hızır’ın masum bir çocuğu öldürmesi ilk etapta akla ters gelmektedir. Fakat Hızır, bu fiilin sebebini “Ben bunu kendiliğimden yapmadım…” diyerek Allah’ın iradesine bağlamak suretiyle bu duruma açıklık kazandırmıştır. Zira herkes için takdir edilen bir ecel süresi vardır. Bu da ancak Allah’ın takdiriyle sonlanmaktadır. Bunun yanı sıra Allah’ın mü’min kullardan olduğu zikredilen anne baba için hayrı istemesi, çocuğun ölmesiyle imtihan edilmelerine sebep olmuştur. Nitekim başka bir âyet bu durumun açıklayıcısı mesabesindedir. “İşte, ondan kötülüğü ve fenâlığı def‘ ettik. Doğrusu o bizim, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.” (Yusuf, 12/24).

Üçüncü hadisede babalarının salih bir insan olduğu vurgulanmaktadır. Böyle bir babanın çocuklarına bıraktığı hazinenin Hızır’ın duvarı örmesiyle koruma altına alması da Allah’ın bir lütfu olmaktadır. Hızır burada sebepler zincirinin bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Zulüm ve adaletsizlik ise insanların zahirî sebeplere göre verdiği hükümdür. Zira âyet-i kerimede “Allah kullarına zulmetmez” (Âl-i İmran, 117) buyrulmuştur.

Bu iki hadisenin oluşumunu Mevlânâ’nın bildirdiği âlemde carî olan kevnî adalet ilkesinin tecellisi olarak görmemiz mümkündür. Çünkü kevnî adalet ilkesi, kişinin yüzeysel bir bakışla algıladığı sebepler dairesinde cereyan eden mantıki bir adalet sistemi olmayıp paradoksal bir özelliğe sahiptir. Buna göre adalet icrası, bütünüyle âhirete bırakılmayıp, insan yaptıklarının karşılığını dünyada da görmektedir. Sünnetullah gereği, kişinin yaptıkları kaydedilerek, ona uygun bir karşılık karşısına çıkacaktır. Ancak bu dünya suretler âlemi olduğu için bir şeyin sureti ile manası arasındaki ilişkinin gerçek mahiyeti, suretin manayı perdeleyen işlevi nedeniyle görünmez. Bu yüzden yapılan bir eylemin manası, bu suretler âleminin esası olan manalar âlemine hemen doğmasına rağmen, suretler âleminde o mana, peyderpey ve dolaylı olarak müşahede edilmektedir. Bundan dolayı insan herhangi bir iş yaparken onun doğuracağı manayı düşünerek hareket etmesi gerekmektedir (Küçük, 2009: 305-9). Çünkü Allah her şey için bir sebep yaratmıştır ve bu sebeplere tâbi olmamızı istemektedir. Nitekim “Ona her şeyden bir sebeb verdik.” (Kehf, 84) âyeti bize sebeplere yapışmamız gerektiğini bildirir. Ancak meselenin zahiren görünen boyutu ile birlikte zaman diliminden dolayı direk fark edemediğimiz boyutunu da sebepler dairesi içine almak gerekmektedir. Esasen kevnî adalet ilkesinin kilit noktasını, görünen sebeplerin ardındaki vâkıf olunamayan sebepler oluşturmaktadır.

Bu bağlamda Mevlânâ şöyle der: “Kıyamet gününden evvel herkese layığını verir. Daima kendi ahvalini gözet. Adalette bulundun mu gönül huzurunu gör, zulümden sonra da vicdan azabını.” (Mevlana 1993: VI, b. 4528-32).

Bu beyitlerde de ifade edildiği gibi, sadece âhirette değil bu âlemde de yaptıklarımıza bir karşılık verilmektedir. İyilik istiyorsan iyilik, kötülük istersen kötülük görüyorsun. İmtihanın gereği yaptığı iyilik veya kötülük hemen karşılık bulmuyor ve aynı cinsten değil. Çünkü maddi âlemde insanın yaptığı her işe gayb âleminde bir sûret verilmekte ve o sûret maddi âlem düzleminde bulunan insanı etkilemektedir. Ancak yapılan iş ile hissedilen etki birbirine benzemediğinden insan aradaki ilişkiyi anlayamamaktadır4 (Jung, 2015: 66- 67). Başka bir ifadeyle hayatta yapılan bir kötülük veya iyiliğin karşılığı, sahibinin idrak edemeyeceği ve aradaki irtibatı kestiremeyeceği bir başka açıdan kişinin karşısına çıkmaktadır. Adaletin direk olmayan bu işleyişi, yine bu âlemin imtihan âlemi olmasıyla bağlantılıdır (Küçük, 2009: 311-13). Dolayısıyla Hz. Musa suretteki amellerin gayb âlemine yansıyan manalarındaki bağlantıyı müşahede âleminin ölçü ve anlayışına göre değerlendirmeye çalıştığı için Hızır’ın tutum ve davranışlarını algılamada zorlanmış ve sabırsızlık göstermiştir (Kasaboğlu, 2006: 66). Hızır ise sûret ve gayba yansıyan manayla bir bütün olarak baktığı için hadiselere kendinden emin bir insan tavrını sergilemektedir. Zira bütün bunların arkasındaki en önemli fail ise Allah ü Teâlâ’dır. “..Hiç birini kendi görüşümle yapmış değilim…” 82. ayetiyle, Hızır’ın yaptıklarını bazen kendine bazen Allah’a izafe etmesini göz önünde bulundurursak bu hadiselerin Allah’ın izni, ilmi ve iradesiyle gerçekleştiği ve Hızır’ın bu ilahi planın bir parçası olduğu görülmektedir (Albayrak, 2003: 197).

Neticede ilk etapta şeraite mugayir ve mantık dışı gelen, anlaşılması zor, son iki hadiseyi kevnî adalet ilkesini esas alarak değerlendirdiğimizde daha geniş ve tutarlı bir bakış açısına kavuşmamız mümkün olabilecektir. Bu durumda kaderini, cüz’i iradesini iyi veya kötü yönde kullanmak suretiyle kendi çizen insanın sebepler silsilesini çözebilmesi zordur, kevnî adalet ilkesinin bizim lehimizde gerçekleşmesi için nasıl bir duruş sergileyebiliriz? Bu noktada istiğfar ve tövbenin, kötüye meyletmede engel olucu bir sebep olması, duâ ve tevekkülün de hayra meyletmede yapıcı bir unsur olması, yine Allah’ın ilâhî kanunları çerçevesinde önemli bir yere sahiptir. Yani hâdiselerin ve varlığın bize göre sır olan hakikatine vakıf olamadığımız için, irademizi en güzel şekilde kullanabilme adına, bir taraftan tevbe halinde diğer taraftan duâ, tevekkül ve teslimiyet halinde olmak gerekmektedir. Çünkü insan günahlarının, hatalarının farkına varıp itiraf ederek pişman olursa, Allah’ın affına müstahak olur. Diğer taraftan kul, kulluğun özü olan duâya yapışır, O’na dayanır ve güvenirse, Allah o insan için hayrı takdir ederek lütufta bulunur. Böylece, kendi kaderini kendi çizen insan tevbe istiğfar, duâ ve tevekkül esaslarına yapıştığı sürece, Allah’ın lütuflarına mazhar olarak yine kendi kaderini kendi çizecektir (Yılmaz 2014: 257).

Bazı Ariflerin Hadiselere Tasavvufi Yorumları

İbn Arabî görünüşte kötü, gerçekte iyi olan hadiselerin Hz. Musa’nın hayatında pek çok kez geçtiğine dikkatleri çeker. Bunların başında, nehre bırakılmasının görünüşte yok olmaya işaret etmesi gelir. Aslında olayın gerçek anlamı öldürülmekten kurtulmadır. Suya bırakılmak görünüşte yok oluşu göstermektedir, ancak anneye böyle hareket etmesini ilham eden bizzat Allah’tı. Hz. Musa’nın suya bırakılması firavundan kurtulmasının yolu olmaktaydı. Nitekim annesi, oğlunu suya bıraktıktan sonra bir dinginlik ve huzur hissetmiştir. İbn Arabîye göre annenin bu hissiyatı sadece hakikatte değil görünüşte de bir kurtuluş umudu içermektedir (İbnü’l-Arabî, 2013: 500). İbn Arabî’ye göre Hızır’ın gösterdiği olaylar Hz. Musa’nın daha önce kendisinin yaşadığı olayların görünümünden ibarettir. Nitekim Hz. Musa tanımadığı kimseler için kuyudan ücretsiz su çekmişti. Bu hadisenin benzerini Hızır’da gördüğünde tepki gösterdi; Hızır’ın ebeveynine bir iyilik olarak Allah’ın emriyle öldürdüğü çocuk da, kıptideki hikmeti Hz. Musa’ya öğretmenin yoluydu. Gemiyi tahrip etmesi ise görünüşte tehlike ve yok olmayı içeren sandala konulup nehre bırakılmasının bir benzeriydi. Böylece Hızır, Hz. Musa’nın yaşadığı bir takım olayları kendisine göstermiş ancak Hz. Musa bunların hepsine tepki göstermişti. (İbnü’l- Arabî, 2013: 501).

İbn Arabî’nin yorumlarından hareketle diyebiliriz ki, Hz. Musa’nın yaşadığı olayların onun üzerindeki psikolojik etkisinin ve bilinçaltında oluşturduğu olumsuz kayıtların, Hızır’ın gösterdiği olaylarda anksiyete oluşturduğu ve tepki verdiği görülmektedir. Hz Hızır’la yaşadıkları Hz. Musa’nın bilinçaltı korku ve endişeleriyle yüzleşme imkânı sunmuştur. Böylece Allah Hz. Musa’ya çocukluk ve gençliğinde yaşadığı imtihanların iç yüzünü, Hızır’la yaptığı arkadaşlıkta göstermiş olmaktadır. Dolayısıyla Hızır’la arkadaşlıkları Allah’ın Hz. Musa’ya özel bir lütfudur. Bir nev’i Allah’ın takdiri üzere Hızır, Hz. Musa’da bilinçaltı düzenlemesi yapmıştır denilebilir. Zira Allah onun geçmişinde yaşadıkları bu olaylardan dolayı içinde yaşadığı ezikliğin gereksiz olduğunu göstermek ve suçlu olmadığını bildirmek istemiştir. Bütün bunlar bize göstermektedir ki, hayatımızda yaşadığımız her şey bir anlam örgüsü içerisinde gerçekleşmektedir.

İsmail Hakkı Bursevî’ye göre bu kıssadaki üç hadise insandaki kötü hallerin sembolüdür. Birinci hadisede geçen gemiden maksat, kişinin vücudu; gemiye zorla ele geçirmek isteyen kral, nefistir. Çocuğun öldürülmesi, nefsin heva hevesinin koparılıp atılmasıdır. Nefs bedeni ifsad etmeye, ruh ise ıslah etmeye çalışmaktadır. Hakk’ın hâkim olması için ruhun, nefs ve şehvet gibi yol kesici haramilere engel olması gerekir. Duvarın altındaki hazinenin sahibi olan yetim ise, ilahi sırlarla dolu olan kalptir. Hakk’ın gizli hazineleri, kalb tasviye edilip ehil olana kadar saklanmalıdır (Bardakçı 1998: 101; Bursevî, 1997: I, 459). Hızır’ın yetim çocuklara ait olduğu söylenen hazineyi korumak için duvar örmesini Bursevî ilahî sırlarla dolu olan kalbi hazineye benzetir. Dolayısıyla her insan da kendinde meknuz olan ilahî cevheri barındıran hazine mesabesindeki kalbi dış ve iç düşmanlardan koruyabilmelidir. Bu manayı te’yid sadedinde

Mevlânâ sadece kalbi değil, bir bütün olarak insanı bir altın madenine benzetir ve modern asırda yaşadığımız tehlikelere karşı bizde farkındalık oluşturacak söylemlerde bulunur: “İnsanlık yolunun her tarafı kanla ıslanmış; Dikkat et de kayma! Bu zamanda insan çalanlar, altın çalanlardan daha fazla. Duyarsın; hırsızlar sadece malı değil, aklı da çalarlar. Hırsızlar altın peşinde koşuyor; Sen de altın madenisin, kendinden habersiz olma!. Sen uğraş da kendini bul; Kendindeki gizli hazineyi araştır! Kendini bul; Bul ama dikkatli ol, kendini çaldırma! Bu Hak yolunda açıkgöz bir hırsız pusu kurmuş, seni bekliyor. Bu hırsıza dikkat et de kendini çaldırma! (Mevlânâ 2000, I, 409). Bu beyitlerde ifade edildiği üzere insan kendisi bir hazine bu hazineyi gerek iç gerek dış düşmanlardan Hızır misali koruması gerekmektedir.

Niyazî Mısrî ise bu üç hadisenin bir yönüyle genel, bir yönüyle özel olduğunu ifade eder. Genel oluşu, dünyada bu tür olayların her zaman meydana gelebilir olmasıdır. Yani fakirlerin gemileri/ malları, güç sahibi yöneticiler tarafından her gün çalınıyor ve kıyamete kadar da çalınmaya devam edecektir. Çocukların, anne karnında bile olsa her gün binlercesi zaten öldürülüyor ve kıyamete kadar da öldürülecektir. Yine her gün altında define gömülü nice duvarlar yıkılıyor ve yıkılmaya da devam edecektir. Yani bu hadiseler her zamanda ve her yerde vuku bulabilecek şeylerdir. Özel oluşu ise Hz. Musa’ya has olup ona ders vermek maksatlıdır ve enfüsîdir. Hızır bu şekilde bütün gemilere sahip çıkmaz. Yine aynı şekilde salih anne babaya isyan edecek çocuk çoktur. Hızır onların hepsini öldürmez. Yine bu devirde yer altında gömülü pek çok hazine vardır. Hızır onların hiç birinin üzerine duvar inşa etmez (Mısrî Süleymaniye Ktp: no: 3346, vr. 41b; Cebecioğlu, 2016, 1: 56 -8; Özler, 2004: 112). Niyazî Mısrî’ye göre dışarıdaki çocuk sevgisi kişideki makam sevgisine karşılık gelmektedir. Makam sevgisi, çocuğa olan sevgi- silinip yok edilebilinirse insan o zaman azgınlıktan kurtulabilmektedir. Aksi halde çocuk sevgisine -makam sevdasına- düşen kişi, harama düşmekten ve zulüm yapmaktan kurtula- mamaktadır (Mısrî Süleymaniye Ktp: no: 3346, vr. 46a- 46b; Cebecioğlu 2016: 73).

(Sevim ARSLAN ve İslam ve İhsan Yazılarından Derlemedir.)


[1] Bkz. Buhârî, Tefsîr, 18/2, 3, 4; Enbiyâ, 27; Müslim, Fedâil, 170/2380.

ÇIKMIŞ KİTAPLARIM;


  Allah Aşkı Kutbül Aşk Kitabı

RESİME TIKLAYIP ULAŞABİLİRSİNİZ

Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Tasavvuf Hz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi Yolculukları Hz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi Yolculukları Hz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi Yolculukları Hz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi Yolculukları Hz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi Yolculukları Hz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi Yolculukları Hz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi Yolculukları Hz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi Yolculukları Hz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi YolculuklarıHz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi Yolculukları  Hz. Musa’nın Hızır’la Buluşması ve Tasavvufi Yolculukları

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski