Fethü'r Rabbani Kitabı - Gâvs´ül Âzam Seyyid Abdulkâdir Geylâni (k.s.)
İÇİNDEKİLER SIRASIYLA: Giriş, Kur’an Mâhluk (Yaratılmış)
Değildir, Gizli Şirk (Putperestlik), Nefs, Ölmeden Evvel Ölmek, Kader, İçi
Düzeltmek, Kişi Rabbini Nasıl Görebilir?, İmtihan, Hz. Musa ve Ateş, Yağmur ve
Toprak, Hz. Yusuf, Hz. İbrahim, Kıtmir, İlim, Amel, Fakirlere Sadaka, Paylaşmak,
Çalışmak, Allah Korkusu ve Sevgisi, Hakk’ı Görmek, Arif, Mürşid
GİRİŞ
Ey oğul! İki adım vardır ki, eğer bu iki adımı atabilirsen
Hakk’a ulaştın demektir. Eğer kalbin ve ruhunla, dünyayla ahiretten birer adım,
nefsinle diğer insanlardan da birer adım uzaklaşabilirsen, Hakk’a ulaşmış
olursun. Sen, kalbin ve ruhun ile bu zahirleri terket. İşte o zaman önce
başlangıçta, sonra da sonda Hakk’a vâsıl olursun. Sen önce başla. İlk adımı at.
Onu tamamlamak, Aziz ve Celil olan Allah’a düşer. Başlamak senden, bitirmek de
Aziz ve Celil olan Allah’tan. Öyle yatağında, yorganının altında ve kapalı
kapılar ardında miskin miskin durma. İş ara. Çalışmak istediğini söyle. Eğer
bina sağlam bir temel üzerine oturtulursa, yıkılmaz. Yerinde karar kılar.
Sağlam bir temel üzerine oturtulmadığı taktirde ise, kısa zamanda çöker,
yıkılır. Tıpkı bunun gibi, eğer sen de kendi halini dinin zahir hükümleri
üzerine oturtursan, hiç kimse ona noksanlık veremez, herhangi bir yerinde gedik
açamaz. Fakat eğer dinî hayatını onun zahir hükümleri üzerine oturtmazsan,
durumun sağlam olmaz. Dinî hayatının bir tarafında bir gedik açılabilir. Temel
çürük olduğu için, bir mertebeye de ulaşamazsın.
Allah yolunda halka hitâb etme yetkisi insanlardan, onların
da sâlihlerinden, pek ender kişilere nâsib olur. Salihlerin adeti susmak, sükut
etmek, mümkün mertebe konuşmamak, daha çok dinlemek ve tefekkür etmektir. Gerçi
konuşmakla görevlendirilenleri de vardır. Böyleleri, istemeyerek ve her türlü
meşakkatlere katlanarak konuşurlar. Bu konuşmalardan sonra, hakikatler âşikar
hale gelir. İmam-ı Ali Efendimiz, bu konularla ilgili bazı sözlerinde şöyle
der:
- Eğer perde kaldırılmış olsa, imânımdaki kesinlik ve
sarsılmazlıkta hiçbir artış olmaz. (İmanım o derece sağlam, kavi ve sarsılmaz
bir noktaya gelmiş ki, hakikatlerin önündeki perdenin kalkmasının bile imânıma
vereceği bir sağlamlık yok.)
- Görmediğim Rabbe ibadet etmem. (İbadet sırasında Rabbimi
görüyorum.)
- Kalbim bana Rabbimi gösterdi.
İlim, kâmil âlimlerin ağzından öğrenilir. Âlimlerin
meclislerinde hüsn-ü edeple oturunuz. Onlara itiraz etmeyiniz. Onların
meclislerine, ilim ve irfanlarından yararlanmak maksadıyla gidiniz. Başka
maksatlarla gitmeyiniz. Ta ki, ilimlerine siz de nail olasınız. İlim ve
irfanlarının bereketi size de gelsin. Faydaları, size de şâmil olsun.
Ariflerin yanında, sükût ederek oturunuz. Zahidlerin
yanında, onlara rağbet edip ilgi göstererek oturunuz. Arif, içinde bulunduğu
her anda, Allah’a, bir önceki andan daha yakındır. Arifin, İzzet ve Celâl
sahibi Rabbine karşı beslediği huşu, tevâzu ve alçakgönüllülük, her gelen an
yenilenir. O, gâipten değil, hâzırdan korkar. Yani onun nazârında Rabbi, her an
hâzır ve nâzırdır, gâib değildir. Huşûsunun artması, Rabbine olan yakınlığının
artması nisbetindedir. Rabbinin huzurunda dilsizliğinin artması, O’nu müşâhedesinin
artması kadardır. Kim ki Aziz ve Celil olan Allah’ı tanırsa nefsinin,
hevâsının, tabiâtının, âdetinin ve bedeninin dilleri tutulur, dilsiz olur. Buna
karşılık kalbinin, özünün, halinin, makamının dilleri açılır. Onlar tutulmaz,
dilsiz olmaz. Nail olduğu nimetleri açığa vurarak konuşurlar. İşte bunun
içindir ki arifler, daha çok sükût ederek otururlar. Tâ ki, kendilerinden
faydalanılabilsin. Kalplerinden fışkıran irfan şarabından içilebilsin.
Kim ki İzzet ve Celâl sahibi Allah’ı bilenlerle haşır neşir
olmayı arttırırsa, o, nefsini bilir. Rabbine karşı da daha çok mütevâzi olur.
İşte bunun içindir ki, şöyle denir:
-Nefsini bilen, Rabbini bilir.
Nefs, kul ile Rabbi arasında bir perdedir. Nefsini tanıyan,
Allah’a da, yaratıklara da mütevâzi davranır. Nefsini tanıyan, ondan sakınır.
Onu tanıdığı için Allah’a şükreder. Bilir ki, Allah ona nefsini, sırf
kendisinin dünya ve ahiret iyiliğini istediği için tanıtmıştır.
Arifin zahiri Allah’a şükür ile, bâtını da O’na hamd ile
meşgûldür. Zahiri yükselmekte, bâtını toparlanmaktadır. Neşesi içindedir,
kederi dışındadır. Bu, sırf halini gizlemek için böyledir. Arif, müminin aksine
bir hal içindedir. Zira müminin kederi kalbinde, yani içindedir, sevinci ise
yüzünde, yani dışındadır.
Nefsini bilen, bütün hallerinde müminin aksi bir halde
bulunur. Mümin, hal sahibidir. Hal, değişikliklere uğrar. Arif ise makam
sahibidir. Makam değişikliklere uğramaz, sabittir.
Allah dostlarının mecnunluğu, tabii adetleri, nefsani ve
hevaî fiilleri terketmek ve şehvâni, nefsâni zevklere karşı koyar olmak
demektir. Yoksa, aklını kaybetmiş deliler anlamında mecnunlar değillerdir.
Allah’ın rahmeti üzerine olsun, Hasan Basri Hazretleri şöyle der: “Eğer siz
Allah dostlarını görmüş olsaydınız, onların deli olduklarına hükmederdiniz.
Onlar da sizi görmüş olsalardı, bir an bile Allah’a inanmamış olduğunuza
hükmederlerdi.”
Bence, iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapan
kişi, inzivâya çekilmiş bin abidden daha hayırlıdır. Zira abid, nefsi kendisini
helâke sürüklemesin diye inzivaya çekilmiş, böylece onunla mücâhedeyi, bir
bakıma terketmiş demektir. Eğer nefsi kalbe ve öze tâbi olduğu bir halde
inzivâya çekilmişse, bu makbuldür. Zira bu durumda nefs, onlara tâbi olur.
Onların görüşünden çıkmaz. Onlarla birlik olur, aralarında fark kalmaz. Kalp
ile özün emrettiğini, nefs de emreder. Onların yasakladığını o da yasaklar,
onların seçtiğini o da seçer. Bu taktirde nefs, nefs-i mutmainne haline gelir.
Kalp, öz ve nefs, hepsi de bir gâyede ve bir hedefte birleşirler. Nefs bir
mertebeye erdiği zaman, onunla mücahede gevşetilebilir.
KUR’AN YARATIK DEĞİLDİR
Ey ahali! Allah’ın kitabına hürmet ediniz. Onunla
edepleniniz, onunla ahlâklanınız. O, Allah ile sizin aranızda yegâne vuslattır.
Allah ile sizi birbirinize bağlayan yegane bağdır.
Kur’ân’ı mahlûk, yani sonradan var edilmiş bir şey
saymayınız. O, sonradan yaratılmış herhangi bir varlık değildir. Bilakis,
Allah’ın ezelî, ebedî kelâmıdır. İzzet ve Celâl sahibi Allah, Kur’ân için, “Bu
benim kelâmımdır,” deyip dururken, siz, “Hayır, o senin kelâmın değildir,”
demeyin. İmâm Şâfii ile İmam Ahmed (b. Hanbel) şöyle derlerdi:
“Kalem mahlûktur, sonradan var olmuştur. Fakat kalemin
Mushaflara yazdığı, mahlûk değildir. Kur’ân’ı ezberleyen kalp, zihin,
mahlûktur, sonradan var olmuştur. Fakat ezberlenen şey, mahlûk değildir.”
Gizli Şirk (Putperestlik)
Ey oğul! Sen hiçbir şey üzerinde değilsin. Senin
müslümânlığın da sıhhatli değil. İslâm, üzerine binâ kurulan temelin ta
kendisidir. Senin şehâdet getirmen de tam olmamış, eksik. Zira dilinle Lâ ilâhe
illallah: “Allah’tan başka ilâh yoktur” diyorsun, fakat kalbinle bunu
yalanlıyorsun. Kalbinde, içinde birçok ilâhlar var. Senin, devlet büyüklerinden
ve mahalli idarecilerden korkman, içinde birer ilâhtır. Kendi çalışmana, kendi
kazancına, kendi gücüne kuvvetine, kendi kulağına, kendi gözüne, kendi
zorbalığına güvenmen, içinde birer ilâhtır. Zararı, faydayı, bir nimete nail
olmayı, bir nimetten yoksun kalmayı insanlardan bilmen, içinde birer ilâhtır.
İnsanların çoğu, kalpleriyle, işte bu saydıklarımıza güvenirler, dayanırlar.
Fakat kendilerine sorarsan, Allah’a dayanıp güvendiklerini söylerler.
Lâ ilâhe: “Hiçbir ilâh yoktur,” dediğin zaman, bununla
toptan bir reddi (nefyi) onaylıyorsun. İllallah: “ancak Allah vardır,” dediğin
zaman ise, yine Allah için toptan bir kabulü (ispatı) onaylamış oluyorsun. Bu
durumda, her ne zaman kalbin, Hak’tan gayrı bir şeye dayanır, güvenirse; o
zaman yukarıdaki külli ispatında yalancı durumuna düşmüş, yani kendi kendini
yalanlamış oluyorsun. Kendisine dayanıp güvendiğin o şey de, senin ilâhın
oluyor. Gerçek ve fiili durum budur. Zahire itibar yoktur. Kalbinde birçok ilâh
varken, sen nasıl Lâ ilâhe illallah: “Allah’tan başka ilâh yoktur,”
diyebilirsin? Allah’tan başka güvenip dayandığın her şey, senin putundur.
Kalbinde şirk, yani ortak koşma bulunduğu müddetçe, dilinle Kelime-i Tevhid’i
söylemen sana fayda vermez. Kalp pis oldukça, bedenin temiz olması sana yarar
sağlamaz.
Tevhid ehli, şeytanını ezer. Şirk ehlini ise şeytanları
ezer. İhlâs, sözlerin de, amel ve fiillerin de özüdür. Zira gerek sözler,
gerekse fiil ve ameller ihlâstan, içtenlikten yoksun bulundukları an, özü
olmayan birer kabuk, birer posa haline gelirler. Kabuk ve posa ise ancak ateşte
yanmaya yarar; ateşte yandıktan sonra iş görecek hale gelir.
Ey ahâli! Nefsleriniz ulûhiyet (ilâh olma) iddiasında. Fakat
sizin bundan haberiniz yok. Zira nefsleriniz, Hakk’a karşı büyükleniyorlar,
kibirleniyorlar. Onlar, Allah’ın muradının gayrını istiyorlar. Onlar Allah’ı
sevmiyorlar, bilakis, O’nun düşmanı lânetlik şeytanı seviyorlar. Allah’ın
ezelde takdir ettiği kaderleri gelmeye ve vukû bulmaya başladığı zaman,
olanlara boyun eğmiyorlar, teslim olmuyorlar, sabredip tahammül göstermiyorlar.
Bilakis itiraz ediyorlar, kaderle çekişiyorlar. İslam’ın hakikatinden onların
haberi bile yok.
Senin kendisine güvenip ümit bağladığın her şey, senin
ilâhındır, mabudundur. Kendisinden korktuğun veya kendisine ümit bağladığın her
şey, senin ilâhındır, mâbudundur. Esas sebep olan Allah’ı tamamen unutarak,
zararın da, faydanın da kendisinden geldiğini kabul ettiğin her şey, senin
ilâhındır, mabudundur. Fakat kısa bir süre sonra görürsün sen. Allah, kendisini
bırakıp da güvendiğin ve bağlandığın ne varsa hepsini alır. Şu hususu iyi bil
ki, bütün eşya, sadece Allah’ın hareket ettirmesiyle hareket eder, durdurmasıyla
durur. O’nun iradesi ve kuvveti olmadan, ne duran bir şey harekete geçebilir,
ne de hareket etmekte olan bir şey durabilir. Kişi bu hususu böylece bilip
kabul ettiği zaman, artık insanları ve diğer varlıkları Allah’a ortak tanıma
yükünden ve suçundan kurtulur. Allah’a şirk koşmaz.
Melekler içinde resim, suret bulunan eve girmezlerse, içinde
bir sürü suretlerle putlar bulunan senin kalbine Allah nasıl girer? Allah’tan
gayrı her şey bir puttur. Öyleyse sen, putları kır. Evi temizle.
Ey dünyaya kulluk edenler! Ey ahirete kulluk edenler! Siz,
Allah’ı da, dünyayı da, ahireti de bilmiyorsunuz. Kiminizin putu dünya.
Kiminizinki ahiret. Kiminizinki insanlar. Kiminizinki zevkler, nefsani arzular.
Kiminizinki övülme, halktan tasvip görme, alkış toplama. Allah dışında her şey,
bir puttur. Kişi Allah’tan gayrı neye bağlandı ve neye gönül verdiyse, o onun
putudur.
Senin bütün umudun insanlar. Her şeyi onlardan bekliyor,
onlardan umuyorsun. Korkun da onlardan. Hep onlardan korkuyorsun. Bu hal,
Rabbine şirk koşmaktır, ortak tanımaktır.
Bu zaman, ahir zamandır. Bu zamanda çoğu insanların mâbudu,
paradan ibarettir. Bu zaman insanlarının çoğu, Musa Aleyhisselâm’ın kavmine
benzedi. Yahudilere benzedi. Onlar, altın buzağıyı kendilerine mâbud
edinmişlerdi. Bu zamanın insanının altın buzağısı da paradır. Parayı kendine
mâbud edinmişsin, Rab edinmişsin. Paraya tapıyorsun. Senin Allah’ın para.
Hükümdarlar, devlet büyükleri ve ikbal sahipleri, halktan
birçoğunun nazarında birer ilâhtır. Dünyevî imkânlar, zenginlikler, sıhhat, afiyet,
kuvvet ve kudret, birçok insanların nazarında birer ilâhtır. İnsanların
birçoğu, bunlara ve benzeri şeylere taparlar...
Dünya zorbalarına, zenginlerine, firavunlarına ve
hükümdârlarına saygı gösterip Allah’ı unuttuğun ve O’na saygı göstermediğin
takdirde, senin hakkındaki hüküm de, putlara tapanlar hakkındaki hüküm gibidir.
Sen de putuna saygı gösterenlerden olursun. Putlara kulluk etme, onları
yaratana kulluk et. İşte o zaman, putlar sana boyun eğecektir.
Sen, namazda iken bile yalan söylüyorsun. Meselâ namaza
dururken ve gene namaz sırasında, “Allahu Ekber” (Allah her şeyden büyüktür)
diyorsun. Böylece yalan söylemiş oluyorsun. Çünkü senin kalbinde, Allah’tan
başka bir ilâh vardır. Kendisine güvenip bağlandığın her şey, senin ilâhındır,
mabudundur. Kendisinden korktuğun ve kendisine ümit beslediğin her şey, senin
ilâhındır, taptığındır.
Kendisinde Allah’tan başka bir şey bulunduğu müddetçe, senin kalbin için kurtuluş yoktur. Eğer sen, taşlar üzerinde Allah’a bin yıl secde etsen, değil mi ki kalbinle O’ndan başkasına yöneliyorsun, sana bu secdeler hiçbir fayda vermez. Mevlâ'sından başkasını sever oldukça, o kalp için iyi bir akîbet yoktur. Allah’tan başka her şeyi kalbinden yok etmedikçe, saadete eremez, bahtiyar olamazsın.
Nefs
Ya İslam’ın bütün şartlarını hakkıyla yerine getir, ya da
aksi halde, “Ben müslümânım,” deme. Sen nefsinle beraber olmaya devam ettiğin
müddetçe, bu mevkîye erişemezsin. Sen, nefsinin heveslerini, arzularını ve
zevklerini kendisine vermeye devam ettiğin müddetçe onun kaydındasın, onun
ipine bağlısın. Nefsinin hakkını ver, fakat heveslerine, arzularına ve
zevklerine engel ol. Onun bekası, kendisine haklarının verilmesiyledir. Helâkı
ve mahvolması da, hazlarının, heveslerinin ve arzularının verilmesiyledir. Nefsin
hakları, ihtiyaç miktarınca yiyecek, içecek, giyecek ve meskendir. Hazlar ise
zevk aldığı şeyler ve şehvetler, heveslerdir. Onun haklarını şeriat elinden al,
yani şeriatın ölçüleri dahilinde kendisine haklarını ver. Hazlarını, Allah’ın
ilmindeki ilâhi takdire bırak.
Ona daima helâl şeyler yedir, asla haram yedirme. Aza kanaat
et. Yeter ki helâl olsun. Nefsini buna alıştır. Eğer ilâhi takdirde senin için
daha fazlası varsa ve gelirse, o da senindir. Eğer felah, kurtuluş istersen,
Rabbine itaat konusunda nefsine muhalefet et, karşı gel. Eğer nefsin Allah’a
itaate yönelirse, muvafakat et. Allah’a karşı günah işlemeye yönelirse
muhalefet et, karşı koy.
Nefsinle beraber olmaya devam ettiğin müddetçe, insanları ve
diğer varlıkları tanıyamazsın. İnsanlarla beraber olmaya devam ettiğin müddetçe
de, İzzet ve Celâl sahibi Hakk’ı tanıyamazsın. Nefs, daima kötülüğe meyillidir.
Bu onun fıtratıdır, yaratılışıdır, tabiatıdır. Nefsle bütün hallerde mücahede
et. Nefsi mücahede ile yumuşat, erit. Zira o, eridiği ve serkeşliğini yitirdiği
zaman, akl-ı selime ve kalbe teslim olur. Sonra kalp, sırr’a, öze teslim olur.
Öz de, İzzet ve Celâl sahibi Hakk’a teslim olur. Böylece hepsinin kaynağı,
oraya dayanır. Nefsi yumuşatıp eritme işini tamamladığın zaman, sana kalbin
yönünden şöyle seslenilir:
“Nefslerinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphe yok ki, Allah
ziyadesiyle merhametlidir,” (Nisa, 4:29).
Sen, nefsin boş ve bâtıl emellerini kır. İşte o zaman, o
sana itaat edecek, senin istediğin noktaya gelecektir. Nefsini tedavi etmeye
çalış. Ona de ki:
- Yaptığın iyilikler kendi lehine, kötülükler de gene kendi
aleyhinedir. İyilik de yapsan, kötülük de yapsan, sonucu kendine dönecektir.
Nefsine karşı mücahede et. Onun kötü duygularını söküp atmak
için savaş. Ta ki doğru yolu bulana kadar.
İzzet ve Celâl sahibi Allah şöyle buyurur: “Bizim uğrumuzda
mücahede edenlere gelince, onları elbette doğru yolumuza eriştiririz,”
(Ankebut, 29:69). Ve gene, “Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da
size yardım eder,” (Muhammed, 47:7).
Nefse asla genişlik verme, müsamaha gösterme. Onun
isteklerine uyma. İşte o zaman felah bulur, kurtulursun. Onun yüzüne hiçbir
zaman gülme. Bin sözünden ancak bir tanesine cevap ver. Ta ki ahlâkça
güzelleşinceye, sükunet buluncaya ve kani oluncaya kadar. Eğer senden zevklerle
ve hevaî arzularla ilgili bir şey isterse, hep ileriye at, tehir et ve
kendisine de ki:
- Heveslerini cennete sakla!
Onu, mahrumiyetin acılığına sabrettir. Ta ki lütuf ve ihsan
gelsin. Eğer onu sabrettirirsen ve o da sabrederse, Aziz ve Celil olan Allah,
onunla beraber olur. Zira, şanı yüce olan Allah şöyle buyurur: “Hiç şüphesiz,
Allah sabredenlerle beraberdir,” (Bakara, 2:153).
Nefsinin hiçbir sözünü kabul etme. Zira o, mutlaka şerre
meyleder. Onun senden yapılmasını isteyeceği şey, mutlaka şerdir. Eğer isteğine
cevap verecek olursan, cevabın mutlaka menfi olsun. Nefse muhalefet etmek, onun
düzelmesine vesile olacak bir harekettir.
Nefs ile Hak, bir arada bulunmaz. Dünya ile ahiret bir arada
bulunmaz. Kim ki nefsi ile birlikte ise, o, Cenâb-ı Hak’la beraberliği
kaçırmıştır.
Sabırlı ol. Allah’ın emirleri ve yasakları doğrultusunda
hareket etmekte tahammül göster. Eğer sabrın tam ve kâmil olursa, rızan da
tamamlanır, kemâle erer. Olumsuz hareket ve davranışlardan sıyrılmışlık halin
ortaya çıkar. Senin yanında, her şey güzel olur. Her hareket ve davranış,
Allah’a şükre dönüşür. Allah’a uzaklık, yakınlığa dönüşür. Allah’a şirk koşma,
ortak tanıma halleri, tevhide dönüşür. Artık insanlardan ne zarar görürsün, ne
de fayda. Senin için zıtlıklar kalmaz. Tersine, kapılar ve yönler birleşir.
Sadece bir tek yön görürsün. Bu nokta öyle bir haldir ki, insanların büyük
çoğunluğu onu anlayamaz, idrak edemez. Diyebiliriz ki bu seviye, ancak milyonda
bir insana nasip olur. Ve son nefesine kadar devam edebilir. Allah’ın huzurunda,
bu seviyeye erişmiş olarak ölmeye çalış. Daha ruhun bedenden çıkmadan önce, sen
nefsini öldürmeye gayret et. Onu, sabırla ve hevai isteklerine karşı gelerek
öldür. Yakında, böyle hareket etmenin faydasını ve güzelliğini göreceksin.
Sabrın biter. Yani sabretme zamanları sınırlıdır. Sabretme süresi
tamamlandıktan sonra, ardından mükâfatını toplama faslı başlar. Sabrın mükafatı
bitmez. Ben, sabrettim. Sabrın sonunun da daima güzel olduğunu gördüm. Önce
öldüm. Sonra beni diriltti. Onunla beraber oldum, onunla beraber malik oldum.
Seçim ve iradenin terki husûsunda nefsimle cihâd ettim, savaştım. Sonuçta,
benim için yukarıda bahsettiğim haller hasıl oldu.
Önce bana gel. Beni ziyaret et. Sonra da Kâbe’ye git, orayı
ziyaret et. Ben Kâbe’nin kapısıyım. Bana gel, ta ki nasıl haccedeceğini sana
öğreteyim. Sen, mânâya, muhtevaya ve öze değil, şekle rağbet ettin, şekilciliğe
ilgi gösterdin. Benim sohbetimi isteyen, kendisine söylediklerimi kabul etsin,
onların gereği ile amel etsin. Ben nasıl hareket ettiysem, o da öylece hareket
etsin. Aksi halde, benim sohbetime katılmasın: Zira bu şekilde hareket etmeyen,
kârdan çok zarar eder.
Ben bir ziyafet sofrasıyım. Fakat kimse benden bir şey
yemiyor. Kapı açık, fakat oraya kimse girmiyor. Ben size hakikatleri kaç
kereler söyledim. Fakat siz beni dinlemiyor, sözlerime kulak vermiyorsunuz. Ben
bu söylediklerimi sizin için, sizin iyiliğiniz için söylüyorum. Kendim için
söylemiyorum. Ben ne zaman ki kalbimden dünya sevgisini çıkarıp attım, işte o
zaman bu mertebeye ulaştım. Senin tevhidin nasıl doğru olabilir? Sen
Resûlullah’ın şu sözünü hiç duymadın mı ki: “Dünya sevgisi, her hatanın
başıdır.” Çıkarını sağlama ve zararları defetme evinden çıkmadıkça, senin
konuşmaya hakkın yok.
Hızla esasa gel, temele koş. Temeli sağlamladığın an, binayı
yapmaya koyul. Temelin harcı fıkıhtır (İslam hukukudur). Fıkıh dedimse bundan
maksadım, ilmihal ve fıkıh kitaplarında yazılan, bedenle ve zahirle ilgili
fıkıh değildir. Bilakis, kalp fıkhıdır. Kalp fıkhı, seni Allah’a yaklaştırır.
Zahirle ve bedenle ilgili fıkıh ise, halka yakınlaştırır, hükümdarlara ve
devlet ileri gelenlerine yakınlaştırır.
Zamanını ilim öğrenmekle geçiriyorsun, fakat öğrendiklerinle
amel etmiyorsun. Sen, Hakk’ın huzurunda susmalı, sükut etmeli ve dilsiz
olmalısın. Ta ki, ondan konuşma izni gelinceye kadar. Konuşma izni gelince de,
gene O’nun kudreti ile konuşursun, kendi kudretinle değil. Bu durumda senin
konuşman, kalplerin hastalıklarına deva, özlere şifa, akıllara da ışık olur.
Nefsinle cihâd konusunda sana yardım edenle arkadaş ol. Onun
sohbetinde bulun. Nefsinin azmasına yardım edenle arkadaş olma. Eğer cahil,
ikiyüzlü (münafık), hevâ ve hevesler peşinde giden bir şeyh, mürşid ile arkadaş
olur, onun sohbetinde bulunursan, o senin nefsinin azmasına yardımcı olur. Bu
tip şeyhlerin, mürşidlerin sohbeti, senin aleyhine olur.
Senin yapacağın doğru hareket, nefsinin istek ve arzularına
cevap bile vermemek, onun söyleyeceği sözlerle arana bir duvar çekmektir: Onu,
tıpkı bir deliyi dinler gibi dinle. Sözlerine asla iltifat etme. Şehevî, bâtıl
ve faydasız zevk ve arzularına kulak asma. Senin mahvolman da, onun mahvolması
da onun istek ve arzularını kabul etmendedir. Eğer onun bâtıl isteklerini kabul
eder ve yerine getirirsen, işte o zaman her ikiniz de mahvolursunuz. Senin
kurtuluşun da, onu kurtuluşu da onun istek ve arzularına karşı gelmendedir.
Nefs Allah’a itaat ettiği zaman, onun rızkı her yandan bol
bol gelir. İsyan ettiği ve kibirlendiği zaman ise, rızka sebep olan vasıtalar
ortadan kalkar.
Siz, işin aslına yapışmalısınız. Kolayına kaçmamalısınız.
İşin esası ve zor kısmı tehlikelerle ve zahmetlerle doludur. Şu nefsi kendine
hizmetkâr yap. Onu işin esasına sevk et. İşin zor yanını ve aslını yapmayı,
onun alışkanlığı haline getir. Zira o, sen kendisine ne yüklersen onu taşır, onu
yüklenir. Onun tepesinden sopayı hiç eksik etme. Eğer sopayı eksik edersen
hemen uyur. Sırtındaki yükleri de kaldırıp yere vurur. Ona tebessüm bile etme.
O, ancak sopa korkusuyla iş gören kötü huylu bir köle gibidir. Onu hiçbir zaman
doyasıya yedirme. Meğer ki, tokluğun onu azdırmayacağını ve tokluk karşılığında
çalışacağını bilmiş olasın.
Nefslerinizin üzerinden mücahede sopasını eksik etmeyiniz. Onun hilelerine aldanmayınız. Uyur gözükmesine aldanmayınız. Yırtıcı hayvanın uyur gözükmesine ve uyuşukluğuna aldanmayınız. Zira o, kendisini size uyur gösterir, uyuşuk gösterir. Gerçekte ise fırsat kollamaktadır. Bunu, tabiatındaki yırtıcılığın gereği olarak yapmaktadır. İşte nefs de, tıpkı yırtıcı hayvanlar gibidir. Kendisini uyur ve uyuşuk gösterir. Fırsat bulunca ise hemen harekete geçer. Bu nefs, dışarıya karşı uysallık, alçakgönüllülük, itaat ve hayırlara muvâfakat gösterişi yapar. Halbuki içinde, bunların tamamen aksini gizlemektedir. Onun için, onun bitirdiği ve görünürde boyun eğdiği konularda kendisine karşı gayet dikkatli ol, sakın.
Ölmeden Evvel Ölmek
Rabbin ile aranda, sen kendin varsın. Kendini aradan çıkar.
İşte o zaman, O’nu görürsün! Nefsine muhalefet ederek, onunla savaşarak ve onun
heves ve arzuları karşısında sağır kesilerek kendini aradan çıkar. Nefsinin
zevklerini, hevaî arzularını ve budalalıklarını asla yerine getirme. İşte o
zaman, mahviyete razı olur ve senin kalbinin yüzünden uzaklaşır. Nefs-i
emmarenin çıktığı yere nefs-i mutmainne girer. Nefs, mutmainne hale geldiği ve
hakkı kabule müsait olduğu zaman, ona daha önceki ruhtan başka bir ruh
üfürülür. Bu ruh Rubûbiyet ruhudur, akıl ruhudur.
İki çeşit ölüm vardır. Bunlardan biri, avam tabakasının
bildiği ölümdür. Bu, ruhun bedenden ayrılması demek olan ölümdür ki, herkesçe
bilinmektedir. Bir de havas, yani seçkinler tabakasınca bilinen bir ölüm vardır
ki, bu da hevai duyguların, nefslerin, kör tabiatların ve kötü âdet ve
alışkanlıkların ölmesi ve yok olması demektir. Bu tür ölümde kalp dirilir,
hayat bulur.
Ölmeden önce öl. Hem kendinden geç, hem de Allah’ın gayrı
şeylerden. İşte o zaman dirilir, hakiki hayata kavuşursun. O zaman, Hak ile
birlikte ebedî hayata kavuşursun. Görünüşte ölü gibi olursun, fakat kaderin eli
sende olur. Onu istediğin tarafa çevirirsin. O el, çabasız, gayretsiz olarak nasibini
alır.
Allah, kulu bütün menfi duygu ve halleri ile yok olduktan
sonra, onu yeniden yaratır. Başka bir yaratışla onu hayata iâde eder. Önce
yokluk (fena) eli ile yok eder. Sonrada varlık (beka) eli ile hayata iade eder.
Nefs, Allah ile kullar arasında bir perdedir. Onları Allah’a
karşı perdeler. O ortadan kalkınca, perde de kalkmış olur. Bâyezid-i Bestâmi
Hazretleri demiştir ki:
- Rabbimi rüyada gördüm. Dedim ki: “Sana ulaşmanın yolu
nedir, Yarabbi?” Bana cevaben buyurdu: “Nefsini bırak, gel.” Bunun üzerine ben
de, tıpkı yılanın kılıflarından sıyrılması gibi, nefsimden sıyrıldım.
Arifler, seçkinler kıyametlerini daha dünyada iken vuku
buldurmuştur, daha dünya hayatında nefslerinin tepesine kıyameti dikmişler ve
azap gelmeden önce, ağlamasını bilmişlerdir. Sizin hiçbiriniz, “Kıyamet ne
zaman kopacak?” diye bir soru sormasın. Kıyametin kopmayacağı zannına
kapılmasın. Zira unutmasın ki, kendisi öldüğü an, kıyameti kopmuş demektir. Kim
ki ölürse, onun kıyameti kopmuştur.
Senin nefsin, sevgilindir. Sen, nefsine aşıksın. Halbuki
eğer onun, senin düşmanın ve katilin olduğunu bilseydin, mutlaka kendisine
karşı çıkar, yemesine içmesine bile engel olur, ancak ihtiyaç miktarı gıdasına
izin verirdin. Esasen ihtiyaç miktarı yiyecek, onun hakkıdır.
Nefsinle savaş. Hem de o, olumsuz ve kötü duygularıyla birlikte ölünceye, yok oluncaya kadar. Onunla savaşıp, kötü duygularıyla birlikte kendisini öldürdükten sonra, tekrar dirilt. Bu sefer o, fakih, âlim ve hakikat ihtirasına ermiş olarak dirilecektir.
Kader
Kaderi bahane etmek, tembellerin dayanağıdır. Tembeller, “Ne
yapalım, kader böyle imiş,” derler ve daha çok güzel ameller işlemekten kendi
kendilerini yoksun bırakırlar. Biz Allah dostları, tembeller gibi hareket
etmeyiz. Bilakis orta, vasat yolu tutar, çalışır çabalar ve güzel ameller
işleriz. Biz, “O, şöyle dedi. Biz, şöyle dedik. Niçin? Nasıl?” gibi
tartışmalara girmeyiz. Sadece çalışır ve gayret sarfederiz. Allah ise
dilediğini işler. Nitekim, “Allah, yapacağından mesul olmaz. İnsanlar ise
yapacaklarından sorumlu tutulurlar,” (Enbiya, 21:23).
Allah’a yakın bir kapıda adın yazılmış olmakla beraber, buna
mağrur olup da kendini koyuverme. Zira hiç şüphe yok ki onu yazan, silmeye ve
yok etmeye de kâdirdir. Binayı yapan, yıkmaya da muktedirdir.
Daima taat, korku ve çekinme ayağı üzerinde ol. Ta, ölüm
gelinceye ve dünyadan ahirete, selamet ayağı üzerinde varıncaya kadar. İşte
ancak o zaman, Allah’a yakın kapı üzerinde yazılı o iyi halinin, kötü bir hale
dönmeyeceğinden emin olabilirsin.
Allah, peygamberlerine indirmiş olduğu kitaplardan birinde
şöyle buyurur:
- Ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Kim Benim hükmüme
teslimiyet gösterir, vereceğim belâlara sabreder ve nimetlerime şükrederse,
katımda onu sıddıklar topluluğundan yazarım. Kim de Benim hükmüme teslimiyet
göstermez, belâlarıma sabretmez ve nimetlerime şükretmezse, kendisine Benden
başka bir Rab arasın.
Kaza ve kadere razı olmadığın, belâlara sabretmediğin ve
nimetlere de şükretmediğin zaman, senin için Rab yoktur. Kendine Allah’tan başka
bir Rab ara. Halbuki O’ndan gayrı Rab da yok.
Sana isabet edecek olan mutlaka isabet eder. Sen sakınmakla ondan korunamaz ve kurtulamazsın. Sana isabet etmeyecek olan da isabet etmez. Sen kendi gayret ve çalışmanla onu kendine getiremezsin.
İçi Düzeltmek
Ey sofilere mahsus elbiselere bürünmüş kişi! O elbiseyi önce
özüne, sonra kalbine, sonra nefsine, en sonra da bedenine giydir. Zühd ve takva
özden başlar, bâtından başlar, içten başlar. Zahire doğru gider. Zahirden
başlayıp bâtına doğru gitmez. İlk düzeltilecek şey, evin içidir. Evin içinin
düzeltilmesini tamamladığın zaman, kapısının düzeltilmesine yönelebilirsin.
Bâtınsız zahir olmaz. Yaratansız yaratılan olmaz. Ev olmadan kapı olmaz.
Önce İslam’ı olduğu gibi ve doğru olarak anla, gör. Sonra
al. İslâm, istislâm’dan türemedir. Bu, “kayıtsız şartsız teslimiyet ve itaat”
demektir.
Kendisinde ihlas, içtenlik bulunmayan her amel, içi boş bir cevizdir, özü bulunmayan bir kabuktur, kurumuş bir ağaçtır, ruhsuz bir cesettir, mânâ’sız bir surettir. Bu, münafıkların amelidir. Lafsız amel ol. Riyasız ihlas ol. Lafını edeceğine amel işle. İnsanlara gösteriş yapacağına Allah için yap. Şirksiz tevhîd ol. Sessiz zikir ol. Tasavvuf kelimesi, safa’dan türemedir. Yani bu kelimenin aslı, safadır ki bu, halis, safî, temiz demektir.
Kişi Rabbini Nasıl Görebilir?
Kulun kalbi bütün fânilerden boşaldığı ve orada Allah’tan
başka hiçbir şey kalmadığı zaman, Allah dilediği şekilde kendisini ona
gösterir. Nasıl ki başkalarını zahiren gösteriyorsa, kendisini de bâtınen
gösterir. Nasıl ki Mirac gecesinde Peygamber Efendimiz’e gösterdiyse, tıpkı
bunun gibi, o kuluna da gösterir. Nasıl ki bu kul uykuda iken, gözleri kapalı
olduğu halde gördüğü rüyada kendi kendisini görüyorsa, aynen bunun gibi,
Allah’ı da görebilir. Gerçekten insan rüyada, o anda gözleri kapalı bulunduğu
halde, kendi kendisini aynen ve birçok şekillerde görebiliyor. Tıpkı bunun
gibi, Allah o kuluna öyle bir mânâ ihsan eder ki, onunla Rabbini görür. O’na
yakınlığını görür. Sıfatlarını görür. Lütuflarını, fazlını ve ihsanını görür.
Hediyelerini görür. Tecelli yerlerini görür.
Benim söylediklerimi anlamaya çalışınız. Onları arkanıza atmayınız. Ben, hak içinde hakkı söylüyorum. Tecrübelere dayanarak konuşuyorum. Birçoğunuz müslümânlık iddiasında. Fakat yanlarında, İslâm’ın hakikatinden eser bile yok. Vah sizlere! Üzerinizde İslam’ın yalnızca ismi var. Bu isim müslümânlığı size fayda vermez. İslâm’ın şartlarını sadece zahirî yönüyle işliyorsunuz, zahirî yönüyle yaşıyorsunuz. Bâtın yönüne ise hiç girmiyorsunuz. Amelleriniz hiçbir şeye denk değildir.
İmtihan
Sınanma ve denenme, mutlaka gereklidir. Özellikle de Allah
dostluğunda iddialı olanlar için. Eğer sınav ve imtihan olmasaydı, her önüne
gelen evliyalık iddiasında bulunur, Allah dostu olduğunu söylerdi. İşte bunun
içindir ki, büyüklerden biri şöyle demiştir: “Belâ, velayete vekil tayin
edilmiştir. Ta ki, her önüne gelen evliyalık iddiasına kalkışmasın.” Halktan
gelen eza ve cefalara sabredip katlanmak ve onların kusurlarından vazgeçmek de,
evliyalığın alâmetleri cümlesindendir.
İşin kolay olduğunu sanmayınız. Sizin birçoğunuz, ihlaslı
birer mümin olduklarını iddia ederler. Halbuki onlar, gerçekte birer
münafıktırlar. Eğer imtihan olmasaydı, ihlaslı mümin olma iddiaları çoğalırdı.
Herkes, kendisinin Allah dostu olduğunu iddia ederdi.
Kim ki kendisinin hilim (yumuşaklık) sahibi olduğunu iddia
ederse, biz de onu, kendisini öfkelendirme yoluna başvurarak imtihan ederiz.
Aynı şekilde, cömertlik sahibi olduğunu iddia edeni, kendisinden bir şeyler
isteyerek imtihan ederiz. Hasılı, her kim ki bir şey iddia ederse, biz de onu
iddia ettiği şeyin zıddı ile imtihan ederiz.
Kul Marifetullâh’a eriştiği zaman, Allah onun kalbini
bütünüyle kendisine yaklaştırır. Vereceklerini bütünüyle verir. Onu bütünüyle
kendisine dostluk ettirir. Bütünüyle aziz kılar. Kişinin bütün bu ilâhi
lütuflara tamamen sahip olduğu bir anda, -Hz. Eyyüb’e yaptığı gibi- onları
birdenbire elinden alır. Kendisini fakir düşürür. Nefsini başına tekrar
musallat eder. Onunla arasına bir perde koyar. Bütün bunları yapmakla Allah, kulunu
denemek, nimetler elinden gidince nasıl hareket edeceğini bizzat kendisine
göstermek ister. Eğer kul, halinde sebat eder ve Allah yolundan ayrılmazsa,
perdeleri kaldırır ve daha önceleri, sırf denemek için geri aldığı nimetleri ve
ilâhi lütufları kendisine gene bahşeder.
Belâdan kaçma. Zira, sabırla karşılandığı takdirde belâ, her
hayrın esasıdır, temelidir. Peygamberliğin de, risâletin de, evliyâlığın da,
marifetullâh’ın da, muhabbetin de esası, belâdır. Belâlara sabredip tahammül
göstermediğin takdirde, senin için temel yok demektir. Halbuki herhangi bir
bina, ancak temel olursa ayakta durabilir.
Allah seni kendisine yakınlaştırır. Seni yedirir, içirir. Sana hakikatlerin kapılarını açar. Seni kendi lütuf ve yakınlık sofrasına oturtur. Önüne nimetler serer. Buna karşılık, senin de bu hayatta asla eminlik içinde bulunmamanı ister. Bu dünya, hüzün yeridir. Şimşek, bir parlayıştan ibarettir. Çoğu kez, peşinden hemen yağmur gelir.
Hz. Musa ve Ateş
Musa Aleyhisselam şiddetli hüzün, keder ve darlığa düşünce,
daha önce gizli kalmış olan sarsılmaz iman ve inancı ortaya çıktı. Gece
karanlığının ve karısının çekmekte olduğu acının basmasıyla, Allah ona
alâmetlerini belli etti, gösterdi. Bunun üzerine Musa Aleyhisselâm,
yanındakilere şöyle dedi:
- Siz burada durun. Ben, bir ateş gördüm, (Ta-Ha, 20:10).
Hz. Musa, şunları demek istiyordu:
- Ben bir nur, bir ışık gördüm. Benim özüm, kalbim, sırrım
ve mânâm bir ışık gördü. Ezelde hakkımda takdir edilen hüküm geldi. Hidayetim
geldi. İnsanlardan gınâ geldi. Bana velilik ve halifelik geldi. Bana, asıl olan
geldi. İkinci derecedeki gitti. Bana hükümdarın bizzat kendisi geldi.
Hükümdarlık ise benden gitti. Firavun korkusu benden gitti. Şimdi bu korku,
Firavun’a geçti. Artık o korksun.
Hz. Musa, aile efradına bunları söyledikten sonra, onlara
veda etti. Onları Rabbine teslim ederek, bir nûr olarak gördüğü ilâhi tecelliye
doğru yola çıktı...
İşte, mümin de böyledir. Allah onu kendisine yakınlaştırdığı
ve zatına yakınlık kapısına çağırdığı zaman, onun kalbi sağa, sola, öne, arkaya
bakar ve Allah’a giden yönden başka bütün yönlerin kapalı olduğunu görür. Bunun
üzerine nefsine, hevâsına, uzuvlarına, âdetine, aile fertlerine ve daha ilgisi
bulunan neler varsa, hepsine hitaben şöyle der:
Ben, kalbin nurunu gördüm. Onunla dostluk peydah ettim. O,
Aziz ve Celil olan Rabbimden geliyor. İşte ben hemen ona gidiyorum. Eğer dönmek
mümkün olursa, size gelirim.
Bunları söyledikten sonra dünyaya ve ondakilere, bütün
sebeplere, bütün hevâ ve heveslere veda eder. Bütün varlıklara veda eder. Sonradan
var olan, yani ezelî ve ebedî olan Allah’ın dışındaki her şeye veda eder. Ve
Yaratan’a gitmek üzere yola çıkar.
Şüphesiz Allah, onun aile fertlerinin ihtiyaçlarını
karşılar. Kendilerine yardım eder. Bütün sebepleri, onların ihtiyaçlarının
karşılanması için vesile kılar. Bu iş, gündüz oruç tutup gece namaz kılmakla
olmaz. Nefs, hevâ, kötü tabiat, cehalet ve kalpte Allah’tan gayrı şeylerin
sevgisi var oldukça, sırf kaba elbiseler giymek ve değersiz yemekler yemekle
olmaz. Bunlarla hiçbir şey olmaz.
Sır, sırrın sırrıdır. Musa Aleyhisselâm, Sina Dağı tarafında bir ateş görünce, aile fertlerini hemen o anda, bulunduğu yerde bıraktı. O, ne görmüştü? Kafa gözü bir ateş, kalp gözü de bir nur görmüştü. Kafa gözü bir fani görmüş, Kalp gözü ise Hakk’ı görmüştü. Şanı yüce olan Allah, Hz. Musa’nın kalbinin ağacından ışıldayan bir ateşi, onun nefsine, hevâsına, sebeplere ve maddi varlığına göstermişti.
Yağmur ve Toprak
Yüce Allah şöyle buyurur:
“Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri Bizim nezdimizde
bulunmasın. Biz onları belli bir miktar dışında indirmeyiz,” (Hicr, 15:21).
Yağmur, gökten yere iner. Sonra, ondan da bitkiler biter. Bizim bahsettiğimiz bu hususlar da gene gökten iner. Fakat arza, yere değil, kalplerin toprağına iner. İnen bu ilâhi nefhalar ve tecelliler sonucunda kalpler titrer, ürperir. Her birinde bir hayır biter, çimlenir. Sırlar çimlenir, hikmetler çimlenir, Tevhid çimlenir. Allah’a yakınlık çimlenir. O zaman bu kalpte yemyeşil ağaçlar bulunur, meyveler bulunur. O zaman bu kalp, insanların, cinlerin, meleklerin, ruhların toplanma yeri olur, içtimâ yeri olur.
Hz. Yusuf
Yusuf Aleyhisselâm, kardeşleri tarafından kuyuya atılmıştı.
Daha sonraları da zindana düşmüştü. Bütün bu sıkıntılara katlandı. Sonunda
hepsinden kurtulup düze çıkınca ve her şey elinin altına gelince, kardeşlerine
şöyle dedi:
- Bütün aile efradınızı bana getirin, (Yusuf,12:93).
O, bu sözleri, başına zenginlik ve devlet kuşu konunca ve sıkıntılar gidip ferahlık, genişlik gelince söyledi. Daha önceleri ise, içine atıldığı kuyuda ve zindanda bir dilsiz idi. Oradan kurtulunca açık ve seçik olarak konuşmaya başladı.
Hz. İbrahim
İbrahim Aleyhisselâm, ateşe atılmak üzere mancınığa konduğu
zaman, bütün fani vasıta ve yardımcılardan sıyrıldı. Rabbinin dışında hiçbir
şeye meyil vermedi, gönül bağlamadı. İşte bunun içindir ki, o anda Allah, ateşe
şöyle emir verdi:
- Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol, (Enbiya,
21:69).
Kul, Rabbini tevhîd ettiği ve Allah için tam bir ihlâs sahibi olduğu zaman, bazen O’nun yarattığı bir varlık olarak Tekvin (kevnetme, yaratma) sıfatının çerçevesine girer. Bazen de Tekvin sıfatı, kendi yetkisine verilir. Bütün bunlar, Allah kullarının seçkinleri (havas) içindir. Cennete giren herkes, bir şey için “Ol” diyebilir, o da olur. Bu, Allah’ın Tekvin sıfatının kul tarafından kullanılması demektir. Bu, yarın değil, bugün olabilen bir husustur.
Kıtmîr
Allah dostları, nefslerini erittiler. Öyle ki, mânen öldüler, yokluğa erdiler. Kader denilen ölü yıkayıcısı da onları bir sağ yanlarına, bir sol yanlarına döndürüyor. Ashâb-ı Kehf’in Kıtmir’i misâli, köpekleri de iki ön ayaklarını ileri doğru uzatmış, yatıyor. Nefsin kalıntıları, kader eşiğinin altına serilmiş, yatıyor. Yani onların nefslerinin kalıntıları, kader karşısında hareketsiz duruyor.
İlim
İlim, amel içindir. Yoksa sırf ezberlemek ve insanlara
anlatmak için değildir. Önce öğren ve öğrendiğinle amel et. Sonra da başkasına
öğret. Önce öğrenir, sonra da öğretirsen, sendeki ilim konuşur. Sen sussan ve
konuşmasan bile, ilim, amel diliyle konuşur. Yani ilminle işlediğin amel, ilmin
amel olarak konuşması demektir.
Sen, önce zahir ilmini öğren, sonra da zahir ilminden bâtın
ilmine atla. Sen, önce şu zahir ilmi ile amel et, zahir ilmini tatbik et. Ta ki
onunla yaptığın amel, seni yapmadığın şeyin ilmine götürsün. Sen zahir ilmi ile
amel et ki, o, seni bâtın ilmine ve bâtın ameline götürsün. Şu zahir ilmi, zahirin
ışığıdır. Bâtın ilmi de bâtının ışığıdır. Bâtın ilmi, Rabbinle senin aranda bir
ışıktır. Her ne zamanki ilminle amel edersen, yolun Allah’a yaklaşır.
Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar: - Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.
Âlimler, peygamberlerin ilimleri ile amel edince, onların halifeleri, vârisleri ve nâibleri, vekilleri olurlar. İlim kışırdır, kabuktur. Amel ise özdür, usaredir. Kabuk, özün muhafazası için korunur. Öz, tohum ise, kendisinden yağ çıkarmak için korunur. Kabuğun içinde öz bulunmayınca, o ne yapılır ki? Özün yağı bulunmadıktan sonra, o neye yarar ki? İlim gitmiş, ziyan olmuştur. Çünkü ilimle amel edilmeyince, yani amel gidince, hiç şüphe yok ki ilim de gider. Bunun için Peygamber Efendimiz, şöyle buyurmuşlardır: - İlim, kendisiyle amel edilmesi için çağrıda bulunur. Eğer kendisiyle amel edilirse, ne âlâ. Aksi halde, ilim geçer, gider.
Amel
Benim söylediklerimle amel etmeyen, onları anlayamaz. Ancak
amel ederse anlar. Çalış. İleri atıl. Ara. Zira hiçbir şey, sana kendiliğinden
gelmez. Nasıl ki, rızık elde etme hususunda külfete katlanıyorsan, aynen bunun
gibi, sâlih ameller işlemek için de külfete katlanman gerekir.
Senin amellerinin suret ve şekli değil, bilakis mânâsı
makbul ve muteberdir. Amellerde esas olan şekil ve suret değil, tersine mânâ ve
ruhtur. Akıllı kişiler olunuz. Akıllı kişiler gibi hareket ediniz. Siz,
amellerinizle Allah’a karşı âdeta övünüyorsunuz. Halbuki Allah’ın nazarında
sizin o amellerinizin bir sinek kanadı kadar değeri yoktur. Meğer ki gerek
halvet, yalnızlık anlarınızda ve gerekse bütün diğer hallerinizde Allah’a karşı
hep ihlâsla, içtenlikle hareket etmiş olasınız.
Hiç tükenmeyen hazine sıdktır, doğruluktur, ihlâstır, İzzet
ve Celâl sahibi Allah’tan korkmaktır, yalnız ve ancak O’ndan ummak ve her
ahvalde O’na dönüp, O’na teslim olmaktır. Unutma ki, ilim ve bir de bilmediğin
hususlarda teslimiyet, İslam’ın ta kendisidir. İnsanlarla, hem ilme, hem amele,
hem de ihlâsa sahip bir dille konuş. Amelsiz, sadece ilme sahip bir dille
konuşma. Zira böyle bir dil ne sana fayda verir, ne de yanındakilere. Amelsiz
ilmin bereketi gider. Kendisi ise senin aleyhinde delil olarak ortada kalır.
İlmine meftûn bir âlim olursun. İlmin ağacı senin yanında kalır, meyvesi ise
yok olur gider. Çünkü onun meyvesi ameldir. İlminle âmil olmayınca, meyve yok
demektir.
Allah’tan, kendi huzurunda senin için bir hal ve makamı
nasip etmesini iste. Eğer sana bu makamı nasip ederse, bu sefer de onu
gizlemeyi iste. Zira Allah ile arandaki bir şeyi açığa vurmaktan hoşlanman,
senin mahvolmana sebep olur. Neticesinden emin olmadıkça ve Allah’tan kalbine
kesin bir işaret gelmedikçe konuşma, bir cümle bile sarfetme. Düşün bir kere:
Eğer evinde yiyecek bir şeyler hazırlamamışsan, bir kısım insanları orada
yemeğe nasıl davet edebilirsin? Nasıl ki bir bina inşâ edileceği zaman önce
temele ihtiyaç varsa ve bina ancak temelin üzerinde yükselebiliyorsa, tıpkı
bunun gibi, Allah dostları kervanına katılabilmek için de önce bir temele
ihtiyaç vardır.
Önce kalp arazini kaz. Ta, ondan hikmet suyu fışkırıncaya kadar. Sonra ihlâs, mücahede ve sâlih amellerle binayı yap. Ta, köşkün yükselinceye kadar. İşte bundan sonra da insanları oraya çağır, davet et. Allah'ım; bizim amellerimizin ruhsuz cesetlerini Senin ihlâsının ruhu ile ihyâ et, dirilt.
Halk senin kalbinin içinde olduktan sonra, onlardan ayrı
kalmak ve halvete çekilmek sana ne fayda verir ki?
Uzuvların ilacı, onların günah işlemesine engel olmaktır. Uzuvlarının günah işlemesine meydan bırakmayan kişi, onların devâsını vermiş demektir. Mesela sen, elini haramdan, başkalarının hakkına uzanmaktan, başkalarına zulüm ve haksızlık etmekten alıkoyarsan, işte o zaman onun devâsını vermiş olursun.
Fakirlere Sadâka
Bir şey istemek üzere sana başvuran fakirleri önce araştır. İhtiyacı olmadığı halde fakirlik gösterişi yapan yalancı, düzenbaz, münafık birisinin hile ile senden bir şey almasına fırsat vermemeye çalış. İhtiyaç içinde olmadığı halde, ağlayıp sızlanarak yardım dilenen böyleleri, sonra gerçek fakirlere yapılacak yardımlara da engel olurlar. Fakirlik gösterişi yapan bu tip insanlardan birisi senden bir şey istediği zaman, önce bir an dur. Kalbine danış. Belki de o, ihtiyacı olmayan, zengin birisidir. Zihnini şöyle bir topla. Kalbine danış. Fetvacılar fetva vermiş bulunsa bile, sen gene de kalbine danış.
Paylaşmak
Şu senin elindekiler, senin değildir. Tersine, müşterektir, ortaktır. Komşuların senin ortaklarındır. Onlara ikramlarda bulunmalı, elindeki imkânlardan onları da yararlandırmalısın. Allah’ın size verdiği rızıklardan, O’na vekaleten siz de muhtaçlara verin. Yedirin, içirin. Allah size birçok nimetler veriyor. Sizin bu nimetler karşısında nasıl hareket edeceğinizi ve ne gibi ameller yapacağınızı, bizzat sizlere göstermek istiyor.
Çalışmak
Sana hiçbir şey kendiliğinden gelmez. Senin mutlaka
çalışman, çaba ve gayret göstermen gerekir. Takdir-i ilâhi budur deyip oturmak
ve iman ve ibadet yolunda çalışmamak caiz değildir. Bilakis; çalışmak, hamle
yapmak ve takdirdekini elde edebilmek için uğraşmak, didinmek ve gayret
sarfetmek gerekir. Belki de Allah, hiçbir uğraşmaya ve didinmeye lüzum kalmadan
o imanı bize bahşedecektir. Ancak, ne olursa olsun, imânı ve bilgiye dayanan
sarsılmaz inancı elde edebilmek için, bizim mutlak surette çalışmamız
gereklidir. Hiç şüphe yok ki, çalışmadan eline bir şey geçmez.
Helâl rızkını elde etmek için çalışmadın, didinmedin, gayret göstermedin. Allah yolunda mücahede et. Miskin miskin oturma. Çalışmadan, yorulmadan ve emek sarfetmeden hazıra konmayı düşünme. Sen işe başla. Çalışmaya koyul. Senden başkası gelir, meşgâleni tamamlar.
Allah Korkusu ve Sevgisi
Cennet ve cehennemi yaratmamış olsa bile, İzzet ve Celâl
sahibi Allah, korkulmaya ve ümit beslenmeye lâyıktır. Sırf zatını ve rızasını
taleb ederek O’na itaat ediniz. Üzerinizde ne O’nun lütuf ve ihsanının
düşüncesi bulunsun, ne de azabının endişesi. O’na kulluk; emirlerine boyun
eğmek, yasaklarından kaçınmak ve takdirlerine karşı sabırlı olmakla mümkündür.
O’na dönünüz. Bir daha işlememek üzere günahlarınıza tövbe ediniz. O’nun
huzurunda ağlayınız. Hem gözlerinizin yaşları, hem de kalp gözlerinizin yaşları
ile O’nun için tevâzu gösteriniz. O’nun huzurunda kendinizi hakir görünüz.
Ağlamak, bir ibadettir. Ağlamak, tevâzuda mübalağa demektir.
Sana dünyada da, ahirette de O’nun muhabbeti gerek. O’nun
sevgisi gerek. O’nun muhabbetini kendin için en mühim şey addet. Muhabbet, yani
Allah sevgisi, sana behemehal lâzım. Sana faydası dokunacak yegâne şey odur.
Her insan, seni gene kendisi için, kendi menfaati için arar, ister. İzzet ve
Celâl sahibi Hak ise seni bizzat senin için murad eder, senin için taleb eder.
Kimin ki umudu korkusuna galip ise, o zındık olur. Kimin de
korkusu umuduna galip ise, o da Allah’ın rahmetinden ümit kesmiş duruma
(kâfirliğe) düşer. Yani mümin, aynı derecede hem Allah’tan korkmalı, hem de
onun rahmetine umut bağlamalıdır. Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar: “Eğer
müminin Allah korkusu ile, O’nun rahmetine olan ümidi tartılsa, ikisi birbirine
denk gelir.”
Hakk’a talip olan kimse, O’nun cennetini istemez.
Cehenneminden korkmaz. Bilakis, sadece O’nun cemâlini ister, O’na kavuşmayı
diler. O’ndan, sadece yakınlığını bekler. O’ndan uzak kalmaktan ise korkar,
endişe eder.
Kul, dünyanın, ahiretin ve Allah’tan başka bütün varlıkların sevgisini silip attığı ve kalbi, Allah’ın lütuf, minnet ve yakınlık evinde karar kıldığı zaman, Allah onu her çeşit rızık kazanç ve endişesinden muâf kılar. Kalbini böyle şeylerle meşgûl olmaktan kurtarır. Allah onu kendisinden başka hiçbir kimseye muhtaç etmez.
Hakk’ı Görmek
Kim Allah’ı seven birisini görürse, o, kalbi ile Allah’ı
gören ve özü ile de O’nun huzurunda olan kişiyi görmüş demektir. Peygamber
Efendimiz, şöyle buyururlar:
- Siz Rabbinizi, tıpkı güneşi ve ay’ı gördüğünüz gibi
göreceksiniz. Öyle ki, O’nu görmede hiçbir noksanlığınız olmayacak. O’nu net ve
açık şekilde göreceksiniz.
Şanı yüce olan Allah, bu dünyada kalp gözü ile görülür.
Yarın ahirette ise, kafa gözü ile görülür. O’nun benzeri bir şey yoktur.
Bir defasında, sâlihlerden birine soruldu:
- Rabbini görebiliyor musun?
Salih kişi, buna cevaben dedi ki:
- O’nu görmesem, yerimde duramam.
Soranlar dediler:
- Nasıl görüyorsun?
Salih cevap verdi:
- O’nun varlığı gözlerimi kaplar. Böylece gözlerim, Rabbimi
görür. Tıpkı cennette kullara kendisini göstereceği gibi, burada da gösterir.
Kişinin kalbi, Rabbinin sıfatlarını görür. İhsanını görür. İyiliğini görür,
rahmetini görür, bereketini görür.
Peygamber Efendimiz, yedinci kat göklere yükseltildi. Rabbi
onunla konuştu. O da Rabbini hem kafa gözüyle, hem de kalp gözüyle gördü.
İşte kalbi, mânevi ve ahlâki sağlığa kavuşan herkes, böyledir. Bu mertebeye gelmiş herkesin kalbi, Rabbini görebilir. Böyle hallerde, onunla gökler arasındaki perdeler kalkar. Özler ve gayretler, geceleyin yolculuk eder. İlâhi sırları seyreder.
Ârif
Allah’ı tanıyan kişiye en zor gelen şey, insanlarla
konuşmak, onlarla birlikte bulunmaktır. İşte bunun içindir ki, bin arif
arasından ancak birisi, insanlar içinde konuşabilir. Ne var ki bu bir kişi de,
peygamberlerin sahip oldukları güç ve kuvvete muhtaçtır. Nasıl muhtaç olmasın
ki? O, her sınıf insanla karşılaşmak ve bir arada olmak durumundadır. O, aklı
erenle de, ermeyenle de; düşünebilenle de, düşünmeyenle de hemhal olur. Kâh bir
münafıkla, kâh bir müminle bir arada oturur. Arif, büyük zahmet ve meşakkatlerle
karşı karşıyadır. Hoşlanmadığı çirkin şeylere de sabreder, tahammül gösterir.
Bununla beraber o, içinde bulunduğu sıkıntı, meşakkat ve tehlikeler karşısında
mânevi koruma altına alınır. Çünkü o, hakkı söylemekle vazifeli kılınmıştır.
Arif kişi, ahirete hitaben şöyle der: “Ey ahiret tasası,
benden uzak ol. Çünkü ben, Hakk’ın kapısına talibim. Benim nazarımda senin de,
dünyanın da birbirinizden farkınız yok. Dünya beni senden alıkoyuyor, sen de
Rabbimden alıkoyuyorsun. Beni Rabbimden alıkoyan hiçbir şeyde, bence hayır
yoktur.” Arifin ahirete hitaben söylediği bu sözlere iyi kulak veriniz. Zira bu
sözler, Allah’ı bilmenin özüdür. Allah’ın, mahlûkattaki iradesinin özüdür. Bu,
aynı zamanda peygamberlerin, resûllerin, evliyânın ve sâlihlerin de halidir.
İnsanların her biri bir şeyle meşguldür. Kimisi mevkiinin ve
parasının kuludur. Kimisi devlet ileri gelenlerinin kuludur. Kimisi nefsinin,
giyim kuşamının kuludur.
Gene insanların her biri, bir şeyle meşguldür ve bir şeyine
güvenmektedir. Kimisi oruç tutmaktadır ve orucuna güvenmektedir. Kimisi çok
namaz kılmakla meşguldür ve namazına güvenmektedir, vs.
Bütün bunlardan başka öyle kişiler de vardır ki, kalbi Allah
için çarpar. Allah ile beraberdir. Allah’a bağlıdır. Fânilere asla bağlanmaz.
Allah’ın dininin ayakta durması için çalışır.
Dünya hayatı, bir bakıma müminin zindanıdır. Mümin olarak
kaldıkça, dünya onun zindanıdır. Fakat takva hali devam ettikçe, Allah onu
oradan çıkarır. Zindanından, darlıktan çıkarır, ferahlığa kavuşturur. Müminin
beden yumurtasının kabuğu çatlar. Başka bir şekle inkılâb eder, dönüşür. Bu
suretle o, hikmet tanelerini toplar. Allah onun göğsüne, kendisine yakınlık
kanatlarını takar. Artık o, yemek tabaklarının sahibidir. Sofranın sahibidir.
Sen uykudasın. Resûlullah Efendimiz şöyle buyururlar:
- İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar.
Ancak ölümden sonra uyanabilen kişinin hali, ne kötüdür!
Mürşid
Kimin ki, Resûlullah Sallallâhu Aleyhi Vesellem’e bağlılığı
gerçekten sabit olursa, Allah Resulü ona bir zırh giydirir, başına bir miğfer
çeker, kendi kılıcını kuşatır. Kendi edep ve terbiyesinden, kendi şemailinden,
kendi ahlâkından ona bir şeyler tahsis eder. Kendi elbiselerinden bazılarını
ona bizzat giydirir. Daha sonra da, ümmeti içinde onu kendisine vekil, rehber
ve ümmetini Allah yoluna davetçi yapar. Böylece o da, Allah Resulüne vekaleten,
Muhammed ümmetinin içinde, Allah’a götüren kılavuz ve davetçi olur.
Kalbini bir mescit yap. Orada, Allah’tan başka hiçbir şeye
yer verme. Nitekim Allah, şöyle buyurur:
- Hakikatte mescitler, Allah’ındır. Onun için, Allah ile
birlikte hiçbir şeye tapmayın, (Cin, 72:18).
Kalbini bir mescit yaptığı ve orada Allah’tan başka hiçbir
şeye yer vermediği zaman, bir kulun derecesi yükselir. İslam’dan imana, imandan
sarsılmaz bilgi ve inanca, oradan marifete, marifetten ilme, ilimden muhabbete,
muhabbetten mahbûbiyete yükselir. Daha sonra ise, talep eden ve arayan
durumundan, talep olunan ve aranan durumuna yükselir. Kalp aynası saflaşmış,
temizlenmiştir. Peygamberinin daimi uyanıklık haline vâris olmuştur. Zira Allah
Resulünün gözleri uyurdu, fakat kalbi asla uyumazdı. Önünü gördüğü gibi,
arkasını da görürdü. Her insanın uyanıklığı kendi halincedir. Hiçbir kimse,
Resûlullah Efendimizin uyanıklığı seviyesine erişemez. Gene hiçbir kimse, Allah
Resulü'nün husûsiyetlerine denk husûsiyet sahibi olmaya muktedir olamaz. Şu var
ki, onun ümmetinin abdalları ile velileri, ondan kalan yiyeceklerle içeceklerin
üzerine gelirler.
Müride behemehal bir kılavuz, bir rehber lâzımdır. Zira o
öyle bir çöldedir ki, orada akrepler, yılanlar, âfetler vardır. Susuzluk
vardır. Yırtıcı, vahşi hayvanlar vardır. İşte kılavuz, onu bu âfetlerden korur.
Su bulunan yerleri gösterir. Meyveli ağaçların bulunduğu bölgelere götürür.
Halbuki tek başına, kılavuzsuz olduğu takdirde, yırtıcı hayvanların, akreplerin,
yılanların, âfetlerin bulunduğu bölgelere düşer. Perişan olur, mahvolur.
Allah yolunda bir rehber bulduğun an, ona hemen yapış. Hiç
şüphe yok ki, mânâ onun dışında değildir, içindedir. Onu çevrendeki bütün diğer
insanlardan daha faziletli ve üstün bil. Her yönüyle mürşidine bağlı ol.
Ey gerçeklerden kaçan kişi! Bana yılda bir defa, ayda bir
defa yahut haftada bir defa uğramazsın. Gel. Haftada, yahut ayda, yahut yılda
bir defa olsun
bana uğra. Hem de bomboş olarak. Sakın bir şey istediğimi
sanma. Bir şey getirme. Gel. Benim meclisimden alacağını, karşılıksız olarak
al. Bugün benden aldığın bir şey, yarın milyon olur. Ben senin yükünü
yükleniyorum. Sen sanıyorsun ki, buna karşılık ben de yükümü sana yükleyeceğim.
Hayır, öyle değil. Sana hiçbir şey yüklemeyeceğim. Aziz ve Celil olan Allah
bana yeter.
Benden bir kelime öğrenmek için, bin senelik mesafede olsan
bile gelmelisin. Kaldı ki, aramızda sadece birkaç adımlık bir uzaklık var. (kaynak: www.necatiaksu.net/dosya/fethur-rabbani.htm)
Diğer İslami Kitaplara Göz At!
Muhyiddin-i Şeyh Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri
YanıtlaSil