"Bu Kapı Yokluk Kapısıdır, Varlık Elbisesi İle Girilmez. Varmısın Ki, Yok Olmaktan Korkuyorsun. Yokluğu Görünce Yüz Çevirme Allah Aşkı Yokluk İe Bulunur!" (El-Aziz İrfan Ocağı)

"Ba" Noktasının Sırrı Nedir?

"Ba" Noktasının Sırrı Nedir?

☾☆

أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ  بِسْــــــمِ ﷲِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم 

اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ العَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ وَ ﺁلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينْ

Ey Talip! Âlimler insanın hakikatinden, bazen açıkça ve bazen de rumuzla bilgi verirler. Ama şart, hakikatin ehli olmayanlara bu gibi sırları söylemeyesin. Berhudar olmaz ol kişi ki, sırrı ehli olmayana söyler ise. "Velilerin hallerini bilmeyen ve makamlarından haberi olmayanlara bu bilgiler belki fayda değil zarar verirler." Ve sırrı ehline söyleyen berhudar olur. Nitekim Hz. Ali (k.v.) buyurur: “Kişi bilmediği şeye düşman kesilir ve her kişiye aklı yettiği kadar söylemek gerekir” Nitekim Hadis-i Şerifte buyrulur: “İnsanlarla konuşurken onların akıllarının ölçülerine göre konuşunuz.”

Ey Talip! Agâh ol ki, her ne ki afakta nişanlar vardır, senin nefsinde dahi vardır. Pes imdi, her kim âlemin nişanlarını kendi nefsinde buldu, Hakk’ı bildi. Nitekim Resul-ü Ekrem (s.a.v.) Hazretleri Hadis-i Şerifinde buyurur: “Nefsine arif olan Rabbini bilir” ve سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ  “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz” (Fussilet 53) ayeti buna delildir. Ey Talip! İnsanın cehaleti, kendisine büyük bir perdedir ve mihneti elemdir, sıkıntıdır. Hakk’a gayet yakın olduğun görmez de onun için kendini uzak olduğunu düşünür. Nitekim Hak Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de buyurur: “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf 16) İmdi Ey Talip, sana lazım olan gaflet perdesini aralamaktır.

FASL-Ü EVVEL (1.Bölüm)

Ey Âşık! Bil ve agâh ol, aklını topla ki bir acayip hikâye anlatayım sana. Bunu belle ve unutma. Hazret-i Ali (k.v.)’ye sual ettiler ki: “Ya İmam! Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) sizin hakkınızda buyurdu ki: “Ben ilim şehriyim, Ali onun kapısıdır.” “İmdi senin ilmine bu Hadis-i Şerif şahittir. Sana ilmin sırrından sual ederiz ki ilim nedir? Bize cevap ver.” Hazret-i Ali (k.v.) buyurdular ki: “İlim bir noktadır, cahiller onu çoğaltmıştır.” Bunu işittiklerinde, merakları ve talepleri arttı: “O nokta nedir? O noktanın aslı nedir? Başı sonu nasıldır bize açıklayıver!” dediler. Hazret-i Ali (k.v.) buyurdu: “Bu sır Allah’ın sırlarındandır. Bunun sırrını açık etmeye izin yoktur. Bu sır kıyamet yaklaştığı zaman açığa çıkar.” Onlar bu cevaptan korktular, şaşırdılar. Ama istekleri fazlalaştı. Ve yine niyaz ettiler ki: “Ya İmam-ül Enam, Allah Teâlâ aşkına ve Resul-ü Muhammed Mustafa (s.a.v.) aşkına olsun, aklımızın yettiği kadar bu ilimden bize haber ver” Emir-el Müminin cevap verdi: “Onun nerede olduğunu söyleyeyim ama bir şartla ki, daha fazla açıklama istemeyeceksiniz!” Kabul ettiler. Cenab-ı İmam-ı Ali (k.v.) buyurdu: ”Ey Talipler! Bu esrar-ı ilahidir. Ve bunun sırrı, semavi kitaplar olan; Suhuflarda, Tevrat’ta, Zebur’da, İncil’de her ne sır varsa Kur’an-ı Kerim’de vardır. Ve her ne sır ki Kur’an-ı Kerim’de vardır, Fatiha Şerife’de vardır. Ve Fatihayı Şerife ki her ne sır vardır, Besmele-i Şerif’te vardır. Ve her ne ki Besmele-i Şerif’te vardır, onun “Ba” harfinde dahi vardır. “Ba” harfinde olan sırlar da onun noktasında vardır. O nokta ki “Ba”nın altındadır. Ben o noktayım” buyurdu.

Emir-el Müminin’den bu sözü işittiler, fazlasına kudretleri kalmadı. Şartı yerine getirip dönüp gittiler. Sonra o kadar çalıştılar, öyle hizmetler ettiler ki; “Âl-i aba oldular. Âl-i aba; Ashab-ı Suffa kavmidir ki, bu ilimde rüsuh bulmuşlardır. Başlarına aba çekip, noktanın sırrından söyleşip kelam ederler idi.” Bu nokta, vahdet-i şems-i hakiki’dir, yani hakiki güneşin vahdetidir, gerçek vahdet güneşidir. Bütün mevcudat, zahir ve batın bunun üstüvasından zuhur bulmuşlardır.

Ey birader! Bu ilmin sırrı yakıcı ve aydınlatıcıdır. Mevhumunu yak ki, dostun sırrı anlaşılsın. Çalış, çabala, vehimlerini yok et! Ta ki sana sır yar olup anlayasın. Tabiatını boş kelamlar ile bulandırma. Derine dalma isteğin ve gayretin varsa, uyanık âşık ol. Bu önsözü öz olarak söyledik, daima hatırında bulunsun, teferruatını inşaallah anlamak nasibine erişirsin.

FASLÜ-SANİ (2. Bölüm)

Ey Birader! Bahsettiğimiz bu nokta, eşyanın hakikatinin kaynağıdır. Bunu şimdi biraz daha açıklayalım: Hz. Risalet (s.a.v.) en önce yaratılan şey için şöyle buyurmuştur: Biri budur ki; “Allah önce nurumu yarattı” dedi. Biri de budur kim: “Allah önce ruhumu yarattı” dedi. Biri de budur ki: “Allah önce aklımı yarattı” dedi. Biri de budur ki; “Allah önce kalemi yarattı” dedi. Ve dahi meleki mukarreb ve cevher-ü evvel dedi. Bunun cümlesi bir midir yoksa her birinin hakikati ayrı mıdır? Ey birader! Bunun cümlesi bir hakikattir. Ama izafet ve itibar yönünden değişik isimlerle zikretmişlerdir. Cevher-i evvel itibariyle akl-ı evveldir. Ve ruh itibariyle nurdur. Ve kalem ve melek-i mukarreb ve arş-ı azim ve Âdem itibarîyle bu cümlesi gerçektir. Esma-i evvel cevher-i evveldir. Kuvvet-i ezeldir. Sadır olmuştur. “Birden ancak bir çıkar ki, onun ortağı yoktur.” Buna Nokta-i Vahdet ve Şems-i Batın derler. Her nesne ki bu âlemde ayandır, ol güneşin aksidir. Âlemde görünen her şey Ahiret güneşinin aksidir. Bir nesneye yüz tane ad verilmekle o bir nesnenin hakikati artmaz, çoğalmaz. Bir adamı birçok değişik isimlerle ansalar, o adam yine bir kişidir. Mesela bir adam; hem marangoz, hem terzi, hem demirci, hem ressam olabilir. Bütün bu deyimler doğrudur ama hakikati birdir. Bu çeşit vasıflarla, o yine bir kişidir.

FASLI-SALİS (3. Bölüm)

Ey Birader! Hazreti Resul-ü Enbiya, kırk yıl süluk ile İLMİ LEDÜNNİ tahsil buyurup, kemal-i insanîye ve MİRACI hakikiyeye erdi. Neliksiz niteliksiz Hakk’ın cemalini gördü ki; “Hay”dir. Yani diridir, başkalarını da diriltir, o zaman ona “RUH” adını verdi. Çünkü ruh hay ve muhyidir. Yani kendiliğinden diridir ve başka şeyleri de diriltir, hayat verir. Ve dahi gördüğü bu noktayı hakikatin, şems-i batın ve cevher-i evvel olduğunu idrak edip, başkalarına da idrak verdiğini görünce, ona “AKIL” adını verdi. Çünkü akıl müdrik ve müdrekdir; idrak eder ve idrak edilir. Onun zahir ve münevver yani açık ve aydınlık olduğunu, başkalarını da ortaya çıkarıp aydınlattığını gördüğünde ona “NUR” adını verdi. Çünkü nur kendiliğinden aydınlıktır ve başkalarını da aydınlatır. Bu şems-i hakikatin yani hakikat güneşinin, bütün mevcudatı kendi varlığından var eylediğini, âlemi kaplayıp ihata eylediğini görünce, ona “ARŞ” adını verdi. Ve dahi gördü ki bundan daha ulu-aziym yok. “MELEK-İ MUKARREB” diye ad verdi. Âlemde olanlara şefkat edici olduğunu ve her peygamberin basiret gözüne çeşitli şekillerde görünüp, ilim sırrını açığa çıkardığını gördüğünde ise ona “CEBRAİL-İ EMİN” adını verdi. Bu nokta-i hakikînin; âlim ve mütekellim ve semi ve basir ve kadir ve cemil ve celil ve hay olduğunu gördüğünde ona “ÂDEM” adını verdi. Bu anlattığımız sıfatlar ve değişik isimler, tek bir hakikatin sırrıdır ki; buna âlem-i kuvvet ve âlem-i âdem ve âlem-i mümkinat ve âlem-i mahiyat ve âlem-i külliyat ve âlem-i hakayık ve âlem-i istidad ve âlem-i fıtrat ve âlem-i ceberut ve NOKTA-İ KÜLL ve aklı küll derler.“Akl-ı külli ve nef-i külli insan-ı kâmildir; Arş ve Kürsi’nin ondan ayrı olduğunu düşünme.”

Ey birader! Vasıf aynı mevsuftur. Her ne ile vasfedersen ol mevsuftur. Ol mevsufa varınca, gayriden diyesin. Ve dahi bilesin ki, kuvvet-i ezeli Hak Teâlâ’nın niteliksiz zatıdır. Buna nicelik isteyenler kâfir olurlar. Yani Hakk’ın zatını vasfetmeye kalkanlar, nedir ve nasıldır deyip tarif ve tavsif etmeye kalkışanlar, dinden çıkarlar. Akl-ı küll ki, âlem-i kebirin halifesidir, onun varlığı Hak’tandır. Onun sözü ve fiili Hak kavli ve fiilidir hiç şüphesiz.

FASLI-I RADİ (4. Bölüm)

Ey Birader! Bu nokta-i vahdet âlem-i hakikat ve Mazhar-ı tam, kuvvet-i ezelidir. Ve Sırr-ı Hakikat-i Muhammediye’dir. Buna NOKTA-İ KÜLL derler. Çünkü mevcudatın zuhuru, bunun zuhurundan ve üstüvasından olur. Her şey bu külli noktadan ortaya çıkar. Eğer sual edip dersen ki; bu anlattığın noktadan ne çıkarsa kendi gibi olmalıydı. Ama görüyoruz ki, binlerce şeyin hiç biri diğerine benzemez. Mademki her şeyin aslı bu noktadır, o halde ondan çıkanların hep birbirine benzemesi gerekmez miydi? VAHİD’den sadır olmaz illa vahid demiştik; Hiç şüphe yoktur ki bu NOKTA’dan çıkanlar da, yine bir tek NOKTA’dır. Âlem zuhuru NOKTA’dan buldu. Yani kâinat bir noktadan ortaya çıktı. Nokta deyince, kâtibin kaleminin ucundan zahir olan noktayı anlarsın. Bu nokta dahi, ol noktanın bir örneğidir. Marifet; katreden denizi bilmek ve zerreden güneşi görmektir.

Biçare Âdemoğulları, ekseri cahil karanlığı havasında pervaz ederler, aynı yarasa gibi. Eğer şems-i hakikatten haber verilse, basiret gözleri olmadığından inkâr ederler ve onlara düşmanlık yaparlar. “Yarasa gibi karanlıkta iken, Hızır’ın bulduğu ab-ı hayatı nasıl isteyip bulursun?”

Ey Hümam, Ey Biçare! Âlem noktadan sadır olmuştur. Gökleri görürsün ki her biri nokta-i aziymdir. Ve dahi yıldızlar, nice nokta-i münevverdir. Ve yerler; nice nokta-i merkez-i âlemdir. Ve her maden ve her nebatat ve her hayvan dahi böyledir. “Gök katlarının hepsi, ıslak yere kadar, tertemiz birer noktadır.”

FASL-UL HAMİS (5. Bölüm)

Ey Birader! Çün bildin ki nokta-i vahdetten âlem-i kesret zuhur etti, dahi bil ki ol nokta yedi ki, gökler padişahlarıdır. Geri kalan sevabit (sabitler, yıldızlar), bunlara tabidir. Reis-i salar yani kumandan bunlardır. Ve bunlar feyzi, akl-ı küllden buldular. Akl-ı küll ki ana; nokta-i hakiki ve arş ve cevheri evvel ve kalem ve ruh ve nur ve Âdem ve kutb-u âlem ve nokta-i vahdet denildi. Bunların cümlesi bir hakikatin esmasıdır ki, celal ve cemal, nahs-ü said her feyz ki bu âlem halkına olur. Mecmu-u bunların asarıdır (eserleridir) ki, tesir edip harekete getirir. Zira ol nokta-i hakiki ki, şems-i batındır, bunlara göründü, bunlar anın mazharıdır. Özellikle güneş kalb-i âlem-i ulvidir. En büyük ışıklı cisimdir. Padişah-ı encümdür. Hayat-ı bahş ve nur-u bahş ve kudret-ü bahştır. Geri kalanlar, feyzi hep bundan alırlar. Zira ol şems-i batın mazharıdır.

FASL-I SADİS (6. Bölüm)

Ey Birader! Göklerden ve yıldızlardan bu kadar kısaca bahsettik. Daha fazla ayrıntı vermek sözü uzatmak olur. Ey Birader! Gökler ve yıldızlar babalardır. Anâsır-ı Erbaa (Ateş, Hava, Su ve Toprak) 1)- Yaş-kuru-sıcaklık-soğukluk 2)- Ateş-hava-su-toprak, bunlar analardır. Baba ve anayı bildin ise ki bunlar gök ata ve yer anadır, bil ki bunlardan üç cins evlât muttasıl zuhur eder. Yani maden, nebat ve hayvandır. Ey Birader! Buraya kadar söylediğimiz öz bilgiyi anlayıp genişletirsen, amacına ulaşırsın. Aklını derleyip toplarsan, asıl manayı anlarsın.

Ey Birader! Her talibe farz-ı ayn ve farz-ı kifayedir kendi kendisini bilmek. Zira her şey ki zuhur buldu, bir maksut için zahir oldu. Hak Teâlâ hiç gerekmez nesne yaratmadı. Kur’an-ı Kerim’de: اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ (Mü’minun 115) “Sizi boş yere mi yarattık ve gerçekten bize geri dönmeyeceğinizi mi sandınız?” Her şey aslına rücu eder. Anın kemali ondadır. Yani her şeyin kemali aslındadır.

Ey Birader! Acep bilir misin aslın ve maksudun nerededir? Büyük nedamet, büyük hasret! Eğer sende insaniyet yok ise; güneş doğana kadar uyuyasın, güneş doğdukta nefsanî uğraşıyla olasın. Sonra sana çok yazık olur, çok pişman olursun.

Ey Birader! Birçok isimler ve müsemmalar ve cinsler ve yaratıklardan bahsettik. Bunların cümlesinin hakikati birdir. BİR’den tecelli kıldı ki; ona akl-ı küll ve arş-ı aziym ve nokta-i hakiki ve cevher-i evvel ve kalem ve ruh ve nur ve Âdem ve kutb-u âlem ve nokta-i vahdet denilir. Bu cümlesi, bir şey-i Vahid’in adıdır. Ey Birader! Bu anlattıklarımız süluk-u Muhammedi’dir ki, asıl demek istediğimiz, asıl maksat budur. Bu ön bilgiden amacımız onu bildirmektir.

FASL-I SADİ (7. Bölüm)

Ey Birader! Bu cümlesini oynatan, her bir yerde esma ile bir müsemmaya tecelli ettiren LAFZ-I KÜNN yani “Ol” sözüdür ki ana EMİR derler. Gerçeğe ermişlerin katında emir, amirin aynıdır.

Kur’an-ı Kerim’in A’raf Suresi 54. ayetinde buyruldu: اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ “Şüphe yok, Rabbimiz, öyle bir Allah'tır ki gökleri ve yeryüzünü altı günde yaratmıştır” Ey Birader! Hakk Teâlâ’nın Zat-ı Pak-i Kuvvet-i ezelidir. Bîçûn ve bî-çîgûne,[1] yani kendisine niçin nasıl diye sorulamaz. “Allah Teâlâyı anlatan en iyi kelime, en geniş ibâre, Şûrâ sûresi on birinci âyetindeki: "Onun benzeri gibi hiç bir şey yoktur." sözüdür ki, buna Fârisî dilinde "bîçûn ve bî-çîgûne" denir. Akıl neyi düşünür neyi tasavvur (hayâl) ederse etsin, O değildir. Allah teâlâ ötelerin ötesidir.” (İmâm-ı Rabbânî Hz.) Cemi esma ve müsemma ve ef’al ve akvâl ve esrar, envar, ezel, ebed, evvel, ahir, zahir, batın cümlesi EZELİ’dir. Zuhur buldu ve anın vücudundan vücut buldu.

Ey Birader! Cümle mevcudata Hak Teâlâ muhittir. Zatı ile ve sıfatı ile… İnşaallah-ü Teâlâ ne vech ile muhit olduğunu, sana bir bir beyan edeyim. Ey Birader! Hak Teâlâ’nın zat-ı pak-i kuvveti ezelidir. Anın adı AKL-I KÜLL’dür. Akl-ı küllün mazharı, gökler ve yıldızlardır. Ve gökler ve yıldızların mazharı unsurlardır. Yani ateş, su, hava ve topraktır. Ve unsuratın mazharı mevalidir. Ve mevalidin mazharı; maden, nebat ve hayvandır. Ve hayvandan bir cinse HAYVAN-ı NATIK derler ki, bu yaratılmış olan iki cihanın zahiri ve batını olarak tam mazharıdır. Ve bu hayvan-ı natıktır ki ana Âdem ve insan derler. İşte bu insana bütün melekler secde etmiştir. O bütün yaratılmışların özüdür ve Allah’ın yeryüzünde halifesidir. İnsanın geri kalan mahlûk üzerine fazileti; nutuk yani konuşmak, akıl ve ilim iledir. Ve ilmin mazharı akıldır. Aklın mazharı harftir. Ve harfin mazharı nutuktur. Nutkun hakikati kalb-i Âdem’dir. Ve bu nutkun sırrından icmal olunduysa, İnşaallah-ü Teâlâ ileride tafsil olunur. Ne kadar kâmil geçinenler bu bilginin hasretiyle geçtiler, bilmediler.

FASL-I SAMİN (8. Bölüm)

Ey Birader! Bunda nitekim beyan ettikse, muhakkikler yani gerçeğe ermiş büyük veliler lisanından ayan ettik. Hak Teâlâ Hazretleri buyurur; “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz” (Fussilet 53) Ol afakın nişanlarını bilmek gerek. Andan evvel ol nişanları nefisde bulmak gerekir. Çünkü birazını dinlediğin afaktaki bu nişanlar, nefsinde de vardır. Nefsinde dahi bu nişanları bulasın, onda Hazrete erişip göresin. Ey Birader! (Göstereceğiz…) ayetiyle ( Men arefe nefse hu…) Hadisi, işte bütün evliyaların menbaı ve sırrı bunların zımnındadır. Ey Talip! Bundan sonra sana vacip olan oldur ki; insanın mertebesini bilesin. Bunlar nereden geldiler? Ve nereye giderler? Ve niçin? Niçin kimi akıllı, kimi ahmak, kimi zengin, kimi yoksul, kimi adil, kimi zalim, kimi âlim, kimi cahil, kimi sultan ve kimi kuldur? Niçin kiminin ömrü uzun, kiminin ömrü kısadır. Ey Birader! Afakın zahirini diledin. Batının tesirini de öğrenesin, âlemi ve Âdem’i nasıl etkilediğini de bilesin.

FASL-I TASİ (9. Bölüm)

Ey Talip! Bil ki, eski hükemalar ve âlimler bu âleme Âlem-i Kebir-Büyük Âlem derler. Ve Âdem’e Âlem-i Sağir-Küçük Âlem derler. Amma muhakkikler katında Âlem-i Kebir insandır. Zira her ağaçtan maksut yemiştir. Pes manada fer’i asıl oldu. Amma hükema sözüyle âleme kebir, Âdem’e sağir diyelim. Pes sana vacip oldu ki; âlem-i kebirde her ne var ise, âlem-i sağirde onu bulasın ve maksadın ne olduğunu bilesin ve göresin. Şunu bil ki nutfe, nokta-i asıldır. Yani aslolan nokta, insan cisminin noktasıdır. İnsanın ana rahmine düşmesi; cevher-i evvele misaldir. Ve anın mukabelesindedir. Ve ana rahminde bir müddet durur, alak olur. Sonra muzga olur. Yani uyuşmuş kan olur. Ondan Yani kemik-et, damar ve sinir olur. Üç ayda böyle olur. Dört ay olunca, nöbet Güneş’e değer, hayat bahş olur. Ve hiss-ü harekât irade hâsıl olur. Ve şol kan ki ana rahminde cem olur, göbek yolundan çocuğa gıda olur. Çün dokuz ay olur, nöbet Müşteri’ye yani Jüpiter’e değer. Çocuk vücuda gelir, Ahsen-i takvim ile… Eğer bunu anlamadın ise, bundan daha aydınlıklı bir haber vereyim:

Ey Talip! Çün nokta, cevher-i evvel dedik idi. Ana rahminde geçen dört ay, dört mevsimdir. Azası tamamlanınca; baş-karın-el-ayak vs. yedi iklime benzer. Ve dahi içindeki azalar ki; öygen (akciğer), dimağ, böğrek (böbrek), yürek, öd, ciğer, dalak emsali yedi göktür. Öygen (Akciğer): Evvelki göğe misaldir. Ay feleğidir. Ol cihetten kamer, âlemin akciğeridir. Ve iki âlemin ortasında vasıtadır. Bunun özelliği; ilimler, maaş ve sevinçtir. Cebrail’in bir durağı andadır. Ve âlem halkına ilim eriştirmeye sebeptir. Dimağ: İkinci gök misalidir. Felek’i Utarit yani Merkür’dür. Bunun tahsili; yazı yazmaktır ve sürurdur. Böğrek (Böbrek): Üçüncü gök misalidir. Felek’i Zühre yani Venüs’tür. Şol cihetten ki; Zühre Âlem-i Kebir’in böbreğidir. Ve bunun işi daima neşe ve eğlence ve şehvet ve sürurdur. Cümle halkın ferahına sebeptir. Yürek: Dördüncü göğün misalidir. Felek’i Şems’tir. Ol cihetten ki; Şems Âlem-i Kebir’in yüreğidir. Bunun tahsili; hayat ve kudret ve sürurdur. Ve İsrafil makamıdır. Sebep-i hayat-ı âlemdir. Öd: Beşinci gök misalidir. Felek’i Merih yani Mars’tır. Ve ol cihetten ki; Merih, Âlem-i Kebir’in ödüdür. Bunun tahsili; kahır, darb, hışım, gadab, katl, tamah, inkâr, kibir ve hasettir. Bu sıfatlar cemi âlem halkına bundan erer. Vay ana ki bu tecellisi fazla ola! Ciğer: Altıncı gök misalidir. Felek’i Müşteri yani Jüpiter’dir. Müşteri, Âlem-i Kebir’in ciğeridir. Âleme sürur ve rızık bundandır. Mikail makamıdır. Dalak: Yedinci gök misalidir. Felek’i Zühal yani Satürn’dür. Ol cihetten ki; Zühal Âlem-i Kebir’in dalağıdır. Bunun şuğulu kabz-ı ervahtır. Azrail makamıdır. Sebebi kabz-ı ervahtır. Durağı bundandır. Ruhi hayvani, Kürsi misalidir. Felek’i Eflak’tir. Ol cihetten ki; Felek’i Eflak, Âlem-i Kebir’in arşıdır. Ve akıl ki halifedir. Misali Akl-ı evvel’dir. Zira akl-ı evvel, halife-i Hüda’dır. Çocuğun azası madenlerin örneğidir. Tırnaklar ve kıllar nebata benzer. Ve his ve hareket ve irade ki sende hâsıl olur, misali hayvandır.

Pes onsekiz bin âlemde ne var ise, sende dahi vardır. Kur’an-ı Kerim’de “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz” (Fussilet 53) ayeti kerimesi sabit oldu.

FASL-ÜL AŞİR (10. Bölüm)

Saadet ve şakavet-i insaniyyeyi beyan eder

Ey Birader-i Âşık! Bil ki, bu zikrettiğimiz müfredat; Levh-i Mahfuz, Kitab-ı Hüda’dır. Ve her nesne ki âlemde mürekkebatda zahir olur, cümle Levh-i Mahfuz’da yazılmıştır. Zira Hakk’ın ilm-ü kadimidir. Sonradan tedbir etmek, sıfat-ı mahlûktur. Müfredat; Âlem-ü Ümmühat, Levh-i Mahfuz ve Kitab-ı Hüda’dır. Pes Hakk’ın ilm-ü kadimidir ki; Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Bunda yazılı olan Said ve nahs (bahtsız) her biri vakti gelince felek sebebiyle zahir olur. Hiç kimsenin buna şek-ki yoktur. Bu cümlesini harekete getiren EMR-İ Hakk’dır. Ve İLMULLAH’tır. İmdi Ey Birader! Malum ola ki; halkı harekete getiren talidir. Bilmeyen, kendi eder sanır… Pes imdi şöyle bilesin ki; nutfe ana rahmine düşer, ol vakit ananın tali-i ne işte ise; her yıldızın, eğer dişi ve hareketi, eğer said ve eğer nahs, neyin üzerine asar ederse, ol nutfe ki ana rahmindedir, anın zatına nakşedilir. Saadet ve şakavet, zekilik, ahmaklık dâhil sahavet, himmet ve hased, gani, fakir, her ne ki var, ol nutfe noktası, zatına tali oldu. Zira ol nutfe, nokta cismin levh-i mahfuzudur. Ve ol levh-i mahfuz, âlemin mazharıdır. Her kimse ki saiddir, saadetin ana karnında tuta geldi. Ve her kimse ki şakidir, şakavetin ana karnında tuta geldi. Bu vech ile bunu kendinden def etmek mümkün değildir. Ve âdem bunda mecburdur. Nitekim Habib-i Hüda (s.a.v.) Hazretleri buyururlar: “Said anasının karnında saiddir, şaki anasının karnında da şakidir.”

Çünkü âdemoğularının saadet ve şekavetini bildin… Ey Birader! Saadet yoldaş olan kimseyi sevdiler de, ondan ötürü saadeti ona yar eylediler zannetme! Öyle değildir. Nasibi O’nun öyle düştü. Vay şuna kim şekavet O’na yoldaş oldu, öyle değildir kim Onu sevmediler. O’nun nasibi dahi öyle düştü. 

Ey Birader! Bunda dahi bir sual varid oldu: Said saadetin tuta geldi. Ve şaki dahi şekavetin tuta geldi ana karnında. Pes peygamberler ki bir kısmı resul, bir kısmı da nebi olarak geldiler, bunların davetinden ve onlardan sonra gelen meşayihlerin irşadından ne fayda oldu? Cevap: Bunda şüphe yoktur ki, saadet ve şekavet ezelidir. Zira Kur’an ile ve hadis ile sabittir. Ama hiç işittin mi ki; Kur’an’da ve hadiste ana karnından dünyaya said gelen said gider veya şaki gelen şaki gider?

Bundan sonra bil ki şekavet iki türlüdür: Şekavet-i mutlak var, şekavet-i mukayyet var. Şöyle ki; sana istemeden gelen şeye mecbursun. O zaman tevekkül ve sabrı seç. Eğer senin ihtiyarın ile gelir ise, sen anda muhtarsın. O zaman iyisini kabul eyle ve yaramazından kaç ve istiğfar eyle, pişman ol. Kalbin ile Hakk’a teveccüh edip kâffe-i umurda Allah Teâlâ’dan medet ve derman talep eyle. Eğer bu cevaba kanmadın ise, bundan daha aydınlıklı yeni haber vereyim işit:

Ey Birader! Nutfede yazılmıştır ki; insanın dili ola, kulağı ola, gözü ola, eli ve ayağı ola. Ama yazılmamıştır ki; ne kadar söyleye, ne kadar işite ve ne kadar göre ve ne kadar endişe ede… Ama yaramaz fikir ile yaramaz işler işlersen sana bela ve musibet geleceği yazılmıştır. Eğer iyi fikirle bu işleri işlersen, sana iyilikler gele ve iyilik bulasın… Ey Birader! Sana bir delil dahi budur: Görmez misin ki dağlarda biten yemiş ağacının yemişini yersin, seni bozar ve boğar. Ama üstat bağcı eline geçerse; anı aşılar, terbiye eyler, meyvesi herkesin yanında makbul ve kıymetli olur. İşte üstat bağcının eline geçmeyen, geçemeyen, hüdayi nâbit halindeki meyve ağacının bazı nedenlerle dalı budağı kurur, meyvesi yenilmez olur. Pek nadiren bu yabani meyve yenilebilir. Gene de aşılı ve terbiyeli olanını tutmaz. Çünkü terbiye lazımdır. Onun için Nebiler, Resuller davet için gönderildi ve geldiler. Davet ettiler: Kimisi tabi oldular, kimisi olmadılar. Ancak bize lâzım olan oldur ki; ne ile memur isen, anın üzerine, Kur’an’ı Kerim’de, Hud Suresi’nin 112. Ayetinde ”Emrolunduğun üzre dostdoğru ol!”

Buna bir delilimiz dahi budur: Görmez misin bir nice Türkmen oğulları, dağlarda ve köylerde eşek ve sığır güderler. Kendileri dahi hayvana benzerler, din ve iman nedir dahi bilmezler. Ama bir nicesi dağdan inip, gelip, medrese bekleyip, meşayih yüzün görüp, EDEP öğrenirler, terbiye olurlar. Adları Türk-terk iken, Mevlana Şemseddin, Mevlana Bedrettin olur. Bu ikisinin beyninde fark zahirdir.

Ey Birader! Niceleri kaderî mezhebine katılıp, tembel ve kâfir oldular. Çalışıp kazanarak ilerlemekten kaldılar. Gerçi Resulullah (S.A.S.) buyurur: (El kader-i Hakk’un) yani kader Hakk’dır. Ama sen kaderi bilmezsin. Ondan ötürü dünya işinde çeviksin, ahiret işinde yavaş ve tembelsin. Nitekim Hazreti Mevlana Hüdavendigar Mesnevi Şerif’inde buyurur: “Peygamberler ahiret işlerini tercih ederler Kâfirler dünya işlerine düşkündürler.” Ey Birader! Şol ki dünyadan sana nasip olmuştur ya, elbette sana erişir. Zira ana karnında kuradan öyle düşmüştür. Ama ahiret nasibin ana karnından seninle beraber gelmiş değildir. O senin çalışmana, gayret etmene bağlıdır.

Nitekim hikmet sahipleri demişlerdir ki: Cehd Hakk’dır, Hakk’dandır. Senin de cehd etmen hakkındır. Çünkü dert de Hakk’dan ve deva da Hakk’dandır. Sen ki dert içindesin, deva aramak senin hakkındır. Cehd, dert ve devanın Hakk’dan olduğuna ve kendisinin de çaba gösterip hakkını elde etmeye inanmayan inkârcıdır. Eğer dersen ki; “Kifaf-ı nefis kadar çalışmak şer’idir. Hep peygamberlerin sanatı var idi” Ya kifayet miktarı bu mudur ki; geceyi gündüze ve gündüzü geceye katıp, vaktiyle cemaatten mahrum olup, belki kazaya konak mıdır? Ve dahi alessabah cümleden evvel dükkân açıp, şeytanın sancağını dikip ve yine cümleden sonra dükkânını kapatıp, bu kere şeytanın sancağıyla önüne düşüp eve gelerek, hayvan gibi yatıp, sabaha deyin uyumak mıdır? Veyahut kifayet miktarı bu mudur; nefais deyup ve nefisler giyip, kullar ve cariyeler ve mezrualar edinip, atlar, donlar, şehavet-i nefsaniyenin arzularını yerine getirmek midir? Hâşâ ve kella böyle ola! Allahu Teâlâ hidayet eyleye.

FASL-I HADİ-İ AŞER (11. Bölüm)

Hakikat-i İnsan, Ef’ali İnsan, Üstüva-i Nokta

Ey Birader-i Âşık! Çün Kur’an’ın manasını bildin ve afakın nişanını nefsinde buldun. Ve dahi bildin ki; cevher-i evvel ki ona, akl-ı küll ve şems-i batın ve nokta-i asl deriz. Bu noktaya neden nokta deriz? Çünkü bu nokta, nokta-i illettir. Cümle mevcudat bunun üstüvasından çıktı. Zira Muhaddid-i Cihan’dır. Arşullahtır. Onsekiz bin âlem bunun katında bir hardal tanesi gibidir. Buna onun için nokta deriz ki; müdevverdir yani yuvarlaktır. Geri kalan ne kadar müfredat varsa onun altındadır, onlarda değirmidir. Bir dahi nokta dedikleri oldur ki; kâtip kalemi kâğıt üzerine koyunca, evvela bir nokta ortaya çıkar. Ondan sonra harf zahir olur ve harften kelime zahir olur ve kelimeden kelam ortaya çıkar. Kelamdan esma yani isimler meydana gelir. Esma, bütün eşyanın isimleridir ve her şeyi kaplamıştır. Nitekim Hakk Teâlâ Talâk Suresi 12. ayette buyurur ki: اَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْماً “Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” Yani “Şüphesiz Allah bu ki, ilmi ilahiyesi ile küllü şey’i ihata eyledi.“

Ey Birader! Bu anlattıklarımızın özeti; en başta bildirdiğimiz sözdedir: Hazret-i Ali (k.v.) buyurur; “İlim bir noktadır, cahiller onu çoğalttılar.” Ve dahi buyurur ki: “Ben ‘Ba’ nın altındaki noktayım!” Ey Birader! Hakikat-i İnsan bir noktadır. Her kim o noktayı bildi, kendini bildi. Ve yine Hazreti Ali (k.v.) “Eğer perdem kalksaydı, yakinim çoğalmazdı” buyurdu. İmdi Ey Yar! O nokta sende dahi vardır. Eğer bilesin ki, sana dahi yakın ola. Şekten, şirkten ve hayalden kurtulasın. Tasdik ve hulusa eresin. “İlim bir noktadır, cahiller onu çoğalttılar.” vechi budur fefhem (düşün, anla)… Ve dahi Ey Birader! Sende on yedi kuvvet vardır. Eğer bu kuvvetleri bilesin, noktanın sırrına eresin…

FASL-I SANİ AŞER (12. Bölüm)

Kuvvet-i Zahir ve Kuvvet-i Batın

Ey Birader! Sen bil ki, hissi zahir beştir. Yani beş duyu organı vardır: Birinciye lems, yani dokunma derler. O bir kuvvettir ki, bedenin her yerinde vardır. O kuvvet ile insan soğuğu, sıcağı bilir. Ve katı ile yumuşağı bilir. Ve eğer insanda bu kuvvet olmazsa, ne rutubeti ve ne de yubuseti yani kuruluğu bilir. Ve ne harareti ve ne de burudeti yani soğuğu bilir. İkinci kuvvete zevk yani tad derler. Onun yeri dil ile dimağ arasındadır. O bir kuvvettir ki, tatlı ile acı, tuzlu ile ekşi onunla bilinir. Üçüncüye şem yani koklama derler. Onun yeri bedenden yukarıdır. Evvelki dimağda, iki küçük emcik başı gibidir. O bir kuvvettir ki, iyi kokuyu sever. Ve yaramaz kokulardan ikrah eder, hoşuna gitmez. Dördüncüye semi yani işitme derler. O bir kuvvettir ki, kulak deliğinin dibinde ve dimağın iki yanında makamı vardır. Kelamın iyisini ve yaramazını işitir ve bilir. Beşinciye basar yani görme derler. Bunun karargâhı, dimağın ahirinde ve göz çukurunun önündedir. Mahsusatta ne suret görürse seçer. Çünkü bu beş hiss-i zahiri bildin, şimdi de beş hiss-i batın izah edilecektir. Dahi bilesin ki;

Hiss-i batının evvelkisine hiss-i müşterek derler. Bir kuvvettir ki, hiss-i zahir ne anlarsa, derhal hayale eriştirir. İkinciye hayal derler. Hiss-i müşterekin hazinedarıdır. Üçüncüye vehim derler. O bir kuvvettir ki, âdemin batın-ı lemsidir. Hayvanlarda akıl yerinedir; o kuvvet yüzünden gerektiği yerde ürker. Dördüncüye hiss-i mütehayyile derler. Bu dahi bir kuvvettir ki; hükmün teferruatı elindedir. Acayip endişeler izhar eder. Ne vakit ki akıl onun üzerine galip ola, ona mütefekkire derler. Ve her gâh ki vehim galip ola, ona mütehayyile derler. Ve Bâtıni kuvvetlerden bundan yukarısı yoktur. Beşinci hiss-i zikre derler. Bu hasene-i ahkâm-ı vehmiye derler. Vehim hükümlerinin ambarı demektir.

Ey Birader! Bu on hiss-i zahir ve batını bildin, yedisi dahi kaldı. Bunları dahi bilmen gerek. O vakit insanı bilmek marifeti açılır, aciz kalmazsın. Bil ki bu yedinin evvelkisine kuvve-i cazibe derler. İştiha getirir. İnsanın arzu ettiği şeyi kendisine çeker. İkinciye kuvvet-i mâsike derler. Taamı (yemeği) tutar, sindirmeyi arttırır. Üçüncüye kuvvet-i hazım derler. Taamı eritir, yürütür ve sindirir. Dördüncüye kuvvet-i dâfia derler. Kesiften latife erer; faydalısını faydasızından ayırır. Beşinciye gaziye derler. Bu taamın latifini, faydalısını bir nice cevher saklar gibi saklar. Altıncıya kuvvet-i namiye derler. O azanın her birisini bilir ki ne gerektirir. Gaziye onun hizmetkârıdır. Yedinciye kuvvet-i müvellede derler. Gaziye ve namiye onun hizmetkârıdır. Maddeden fazla alır. Ol fazladan bu şahsı dahi götürür. Ol nutfe budur. Ey Birader! İnsan marifetinin tafsili bihaddir. Bu muhtasar ihtiyar olundu. Bu bahis uzundur, kısaca yazdık.

FASL-ÜL SALİS-Ü AŞER (13. Bölüm)

Hakikat-i İnsan

Ey Birader-i Aziz! Allah Teâlâ Hazretleri Kur’an- ı Kerim Sure-i Ahzap 72. ayette buyururlar ki: اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًاۙ Meali Kerim’i: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”  Ey Birader! O emanet nedir ki; gökler ve yerler, dağlar onu yüklenmekten kaçtılar ve insan kabul eyledi? Niçin zalim ve cahil oldu? Ve dahi Hak Teâlâ buyurdu kim; EMANETİ EHLİNE VERİN! Sure-i Nisa 58. ayet: اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلٰٓى اَهْلِهَاۙ “Şüphe yok ki Allah, emanetleri ehline vermenizi…” Ey Birader-i Sadık! Bazıları o emanet candır dediler. Hakk’a canla meşgul olmak gerekir dediler. Ve bazılar dediler ki akıldır; daima Hakk’ı teakkul etmek gerektir. Ve bazıları, imandır dedi. İman: dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve şartlarına uyarak amel etmektir. Bazıları dedi ki; ameldir. Kemal kazanmak amelle olur. Belki varlıkların amacı ilim ve ameldir. Bu dediklerinin hepsi de haktır ve hakikatte birdir. Bu dördü birdir.

Ey Birader! Madem bunlar sana emanettir, emaneti ehil olmayana ısmarlama. Eğer ehlinin gayrına tevdi edersen, zalim ve cahil olursun! Ey birader! Eğer nefsini ve malını Hak Teâlâ kabul eylese, onun karşılığı ömrü ebedidir ve cennet-i sermedîdir. Yani sonsuz hayat ve cennettir. Nitekim Kelam-ı Kadim’inde buyurur: (Tövbe Suresi 111) اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ “Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın aldı.” Ey Birader! İnsan nefsini tam bilmeyince, Hakk’la olmaktan acizdir. Vallahü a’lem.

FASL-I RABİ AŞER (14. Bölüm)

İnsanın Hakikati Bir Noktadır

Ey Birader-i Âşık! Maksuda geldik. Aklını başına topla. Vehim sırrını kimseye deme! Agâh ol ki, şol nesne ki insanın kalbidir, biz ona GÖNÜL deriz. Onun merkezi, karargâhı yürektir. Ve yüreğin ortasında bir nokta vardır. Rengi siyahtır. Adı “Süveyda”dır. O nokta, insanın hakikatinin merkezidir. Ve batın güneşinin kudsüdür. Ve nutfenin menbaıdır ve beden-i insanın arşıdır. Ve nefsi natıka budur. Ve cisim vilayetinin padişahıdır. İnsandır. İnsanın mutasarrıfı, karaca bir noktadır. Ama bunun azameti zahirinde değildir. Bunun fazileti ve kudreti, onun üstüvası sırrındadır. Üstüvası sırrına muttali olmak istersen; beşeriyet sıfatından çıkmak iledir. Netice: Ulûhiyet sıfatı tecelli ettiğinde, beşeriyet eserleri yok olur. Ey Yar! İnsan beşeriyet sıfatını değiştirdiği zaman; onun bir makamı vardır ki, ne göz gördü, ne kulak işitti ve ne beşerin hatırından geçti.[2] Hadis-i Şerif: ( Lâ ayn-ı reet velâ üzn-ün semiât velâ hatar-ün ala kalbi beşer-in) Ey Yar! Çün bildin ki yürek içinde bir nokta vardır, adı “Süveyda” dır. Bir adı da kutb-u bedendir. Ve insanın batın şemsidir, yani manevi güneşidir. Bu noktanın sırrı, ferdi mücerreddir.

Süveyda denilen kalp noktası soyut bir şeydir. Renksiz ve şekilsizdir, bir şeye girmez, bozulmaz, boyutu yoktur. Beşer sıfatlarından temizlenip mücerred olsa görünmez, hissedilmez, ezeli ve ebedi bir nur zahir olur. Pes bunun zahir vasfını işitip, bir nesne bildin sanma. Cehd kıl ki, sırrından bilesin. Zira bu nutfe âlemin noktasının mazharı tammıdır. Nitekim yukarıda âlem-i kebirin noktasını biraz şerh ettik idi. Bu nokta o noktanın mukabelesindedir. Bu onun tam mazharıdır. Ey Birader! Bu noktanın sırr-ı üstüvasından harf zuhur eder. Zira harf, noktanın sıfatıdır. Akıl dahi bu harf ve noktanın nurudur. Nitekim Resulullah (S.A.S) buyurur: “Akıl, kalpte Hakk’la batılı ayıran bir nurdur.” Ey Birader! Sorarsan ki; madem harf noktanın sıfat-ı kadimidir, nasıl tecelli eyledi? Buna istişare kabilinden misal getirmek gerek ki, biraz anlayasın.

Mesela düşün ki kâtip kalemi eline aldı ve satıh üzerine koydu. Bir nokta zahir oldu. Noktayı çekti harf oldu. Bir daha çekti kelime oldu. Bir dahi çekti kelam oldu. Kâtibin yazdığı isimdir ve isim müsemmaya ayna olur. O aynadan bu yazılışların toplamı yani bütün mevcudat görünür. Ey Yar! Bildin ki kâtibin noktasından harf olur ve harften isim olur ve isimden ayine-i cihannüma hâsıldır. Yani isim, cihanı yansıtıp gösteren aynadır. Nitekim Mevlana Hüdavendigar Hazretleri buyurur: “Ey sen, ilahi kitabın nüshası, Ve ey sultanlar sultanının cemal aynası, Âlemde ne varsa hepsi sensin; Aradığını kendinde ara çünkü aradığın sensin.”

İmdi Ey Birader! O ayine-i cihannüma sensin! Hiç senin senden haberin var mı? O nokta ki senin hakikatindir, ondan da birbirine ulalı harf zahir olur. Gece ve gündüz harf zuhuru durmaz, devam eder, daim uyanıktır, uyuması yoktur. Görmez misin; beden uykuya varınca, gece gören odur. Ve gündüzün her işi düşünen odur. Görmez misin; hatırına gelir ki, oturayım veyahut durayım ya da pazara varayım veya eve varayım dersin. Bu andıklarının her biri ya üç harftir, ya dört harftir, ya da beş harftir. Birkaç harf birleşse, sana bir fiil gösterir, sen onunla hareket edersin. Pes seni hareket ettiren harf oldu. Ama tabiatına ne layık ise, o harfler birbirine tokuşur, layığını gösterir. Sen onunla fiil ve hareket edersin. Peki, bu ortada sen misin? Eğer sen seni bilmezsen, çok çok yazık ve çok çok pişmanlıklar içindesin!

Ey Birader! Aklın karargâhı ve makamı dimağdır. Ve dimağ, felek-i Utarit yani Merkür’dür. Utarit daima yazmakla meşguldür. Gördüğü ve düşündüğü her şekli yazar. Ve iyiyi yaramazdan seçer. Zira akıl müdriktir ve mümeyyizdir ve faruk-u bedendir. Yani idrak edicidir ve ayırıcıdır.

Ey Yar! Akıl ve harf ve nokta bu üçü birdir. Buna istişare yoluyla bir misal verelim, bundan anla ve fehmet: Bil ki güneş, yukarı gökte bir noktadır. Ama ışığı yerdir. Nuru yere dokunur, yansır, âlemi aydınlatır, her şeye kudret bahşeder. Pes Ey Âşık! O nokta ki, yüreğin ortasındadır. Senin batın güneşinin kudsüdür. Ve onun sırrı, manevi bir nurdur. O nur dimağa yansır. Bu göğün güneşinin nuru dimağa dokunur, münakis olur. Bütün dış ve iç duygular aydınlanır. Mecmu hiss-i zahir ve batın, o nuru manevi ile münevver ve rûşen olur. Ve kuvvet ve can bulur. Ve her bir işli işine istiva olur. Şöyle ki; gözün görmesi ve dilin söylemesi ve kulağın işitmesi ve aklın idraki, bunların mecmu’u, o nuru manevinin tecellisidir. Her mevsufa bir türlü idrakle ve adla, bir türlü fiil ile hareket eyler ve kendi maslahatını kayırır. Bunun delili şudur: Arş-ı Hazret bütün yönleri kuşatır. Yani âlemin üstadıdır. Muhakkikler; “Arş istivası sırrı bir nokta-i azimdir” derler. Ve “arş cüzi kuvveti onda bulur” derler. Ve “Levh-i Mahfuz odur” derler.

Hak Teâlâ’nın zat-ı pâki bir kuvvet-i ezelidir ki, misli ve menendi yoktur. Ve nicelik ona yol bulamaz. Ve bu zat-ı pak ki, kuvvet-i ezelidir, onun ilm-i kadimi, o levh-i mahfuzda nakşedilmiştir. Ezeli ve ebedidir. Âleme fazl ve feyz ondan erişir. Ey Birader! Bizim amacımız sendeki noktayı anlatmaktı. İşte arş, o noktanın karşılığıdır.

Ey Yar! Sakın yanlış anlama ki; nokta dediğimiz, bu gözle görünen harf ve nokta değildir. Zira ki, o görünmez. Bu nokta kaybolur, silinir, yok olur ama o noktanın sonu yoktur. Bölünmez, parçalanmaz ve yok olmaz. Ey Birader! Bu ilm-i batındır. Buna zahir gözle bakma ki, batın sırrından mahrum olmayasın. Bunu madde zannetme, manevidir.

Eğer sual edersen; Akıl kalbin nurudur dedin ve yürekten yukarı dimağa tecelli eder dedin. Niçin güneş ve arş yukarıdan aşağıya tecelli eder? Cevap: Çünkü insan âlem-in aksidir. Âlemin içini dışına çevirsen ve dışını içine döndürsen âdem olur. Zira âlemin zahirinde ne varsa, insanın batınında vardır. Eğer bin yıl insanın sırrından söylense tamam olmaz.

Pes niçin âlem durupdur muteber Âdemi pişe düşüpdür muhtasar. Anın çün o uludur bu küçi Kim anın dışı, bunun oldu içi. (İnsan kâinatın özüdür; o yüzden âlem büyük, insan küçük oldu. İnsan âlemin içi âlem insanın dışıdır.) İmdi sözümüz şuydu ki, akıl gönlün nurudur ve gönülden tecellisi muttasıl dimağadır. Amma aklın gönülden ayrı ihtiyarı olduğunu ve harfin ve noktanın arştan ayrı ihtiyarı olduğunu düşünme! Kuvvet-i ezeli, Hak Teâlâ’nın bi misli ve bi beden zat-ı pakidir. Yani, ezeli irade ve kuvvet Hak Teâlâ’nın eşsiz ve benzersiz zatıdır. Ey yar, varlıkların hepsi o ezeli kudretin mazharıdır. Baktığın gün anı hayal kamu.

FASL-ÜL HAMİS-ÜL AŞER (15. Bölüm)

Noktanın sırrının diğer adı

Ey Birader Âşık, insanın hakikati insanın ruhudur. Nitekim Hak Teâlâ ve Takaddes Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de buyurur: İsra Suresi 85. Ayet: “Ey Muhammed, senden sual ederler ki ruh nedir? De ki, O rabbimin emrindendir.” Amenna ve saddekna, Ruh emirdir. Amma emir nedir dersen, emir, seni diri tutandır. Ey yar, muhakkikler derler ki, emrin merkezi yüreğin ortasında olan o noktadır. O merkez noktası bir müdevver ayine gibidir, iki yüzü vardır. Yani, gayb âlemine ve şahadet âlemine tasarrufu vardır. Ne vakit bu ayine temiz, saf ve cilalı olursa, gizli sırları ona yansır, onda görünür. Ve cümle halkın gönlünde bu ayine vardır, amma pas tutmuştur; cehalet ve gaflet pasıyla, dünya muhabbeti pasıyla kirlenmiştir. Ey yar, bu pasın giderilmesine; ya ilmi hakikat gerek veya mürşidi kâmil gerek…

 İmdi ey yar, o vücut aynası olan o değirmi nokta Allah’ın feyzini kabul edicidir ve emir merkezidir. Emir, emir verenden ayrılmaz. İmdi ey yar, iyi dinle; bil ki emr harftir. Ve harfin kalbi noktadır. Ve nokta ayine-i cihannümadır. Ve hem vahiy kâtibidir. O hem harftir, hem kalem ve hem kâtiptir ve hem sâcit ve hem mescuddur. Yani secde eden ve secde edilendir. Ve hem fail ve hem mefhuldur. Ve hem gayb ve hem hazırdır. Ve hem evvel ve hem ahirdir. Ve hem zahir ve hem batındır. Bu sözler kalbi “Beytullah” olan kimselerin kalbine işarettir.

Nitekim Resulullah (s.a.v.) buyurdu: ( Kalb-ül mümin hazainü Allah).Ve yine buyururlar: (Kalb-ül mümin beyne isbeayn-i min esabürrahman yukallib-ü keyfe yeşaü ). Yani; “Müminin gönlü Hakk’ın iki kudret parmağı arasındadır, her nice dilerse döndürür.” O iki parmaktan murat, Allahu âlem, cemal ve celaldir. Yani lütuf ve kahır sıfatıdır. Ve bir Hadis-i Kudside dahi buyurur: “Kulumu seversem gönül evini benden gayriden boş eyleyip, dilinden söyleyen, kulağından işiten, gözünden gören, elinden tutan ben olurum. Benimle söyler, benimle işitir, benimle görür, benimle tutar.” Ve Hadis-i Şerif’te buyurur; “Allah-ü Teâlâ Hazretleri âdemi kendi sureti üzerine yarattı ki, suret-i rahman’dır.” Ve dahi Hak Teâlâ Kur’an’da Peygamberimize (s.a.v.) buyurdu: Enfal Suresi 17. Ayet.  ”Ya Muhammed! Attığın zaman elinden atan benim“

Pes bir kimsenin kalbi Hak’tan başkasından boşalsa, O kalbe Hak kanat olur. Ey yar, kalbin mazhar-ı ilâhî ve şah ayinesi olduğu sabit oldu. Bil ki, kalbin hakikati noktadır ve harfin mazharı noktadır. Ve harf müdriktir, yani idrak edicidir. Bu harf-i müdrik, nesne idrak ettiği vakit, O idrakin adı “Akıl”’dır. Ve bir nesne gördüğünde, adı “Basar”dır. Ve işittiği vakit adı “Semi”dir. Ve burunda koku duysa adı “Şem”dir. Ve beden ıssı ve soğuğu duysa adı ”Lems”tir. Ve her sıfatın ve her taamın lezzetini alsa adı “Zevk”tir. Ve her söylediğinde adı “Kelam”dır. Ve bir nesne terkip ettiğinde adı “Fen”dir. Ve gönülde harfleri tiz tiz çıkarsalar, her bir nesneden birkaç suret musavver etseler, O musavver olan surete müdrek derler. İdrak edilen demektir. İdrak eğliyorken adı “Hayal”dir.

Ve tamamen idrak eylediğinde adı “Akıl”dır. Ve her nesneyi teakkul edip, hariçten ve dâhilden kendine yaramayanı önünde tutar, adı “Hafıza”dır. Ve anmak dilerse adı “Zakir”dir. İdrakinin nihayetini talep etse adı “Tefekkür”dür. Ey yar-ı sadık, bu dediğimiz değişik isimlerin aslı harftir. Ve meşhur adı nefs-i natıkadır. Ve bu nefs-i natıka her ne vakit ki kendi asarından kendi uzvunda bir nesne ortaya çıkarsa, bir ad kabul eyler. Ama hakikati bir kuvvettir.

FASL-I SADİS-ÜL AŞER (16. Bölüm)

Harf ve noktanın hakikatinin beyanı; Cemal ve Celal

Ey birader-i âşık, sakın harf ve nokta görünür zannetme! Harf ve nokta deyince aklın zahir harfe ve zahir noktaya gitmesin. Sana tekrar ve tekrar beyan ettik. Bu harf ve nokta mürur eder, öteki harf ve nokta öyle değildir. Ve bu görünür, o görünmez. Bunun uzun ve kısası vardır, onun yok. Bunun niceliği var, onun yok. Bunu sen icat edersin ve kabil-i fenadır, ateşten ve sudan helak olur. Yani onu sen yaparsın ve yok olucudur. Ateşten, sudan zarar görür. O kabil-i fena değildir. Tecezzi ve taksim olmaz. Yani, o çeşitli tesirlerle yok olur ama bu bölünmez ve yok olmaz.

Hak Teâlâ’nın sıfat-ı kadimidir. Ve zat-ı pakinden münfek ve münkati değildir. Yani ondan ayrılmaz. Ve dahi muhakkikler derler ki; “Hak Teâlâ’nın zat-ı paki bir kuvvet-i ezelidir ki, mecmu-u eşyaya muhittir, zatla, sıfatla.”

Nitekim Kur’an-ı Kerim’in Nisa Suresi 126. “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatıcıdır.” Ayeti ile Fussilet Suresi 54. Ayetinde buyurur Bilesiniz ki O, her şeyi (ilmiyle) kuşatmıştır.” Ve yine Talâk Suresi 12. Ayette “Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını bilesiniz.” Ve dahi derler ki, Hak Teâlâ her ne söz söyler ve iş işlerse, ilimle işler. Ve ilmin aslı harftir. Önceki, sonraki ilimlerin tümü harf içindedir. Ve Kur’an’ın aslı harftir. Zira Hak Teâlâ mütekellimdir; Kün lafzı ile âlemi icad etti. “Ol” dedi mi oluverir.

Amma zahir uleması derler ki; “ Allah-ı Teâlâ mütekellimdir ama bu harf-i mahsusla değil. Harfsiz tekellüm ola.” Beli öyledir ki, mahsusla mütekellim değildir. Biz bu muhtasarda gayri mahsus şerh ederiz. Yani biz bu kısa ve öz risalemizde görünmeyeni anlatmak isteriz. Amma bazısı hiç harf yoktur der. O ahmaktır. Ona cevabımız sükûttur.

Ve mümkün değildir ki harfsiz tekellüm ola. Ve ehl-i zahir harf diye mektup olmuşa veya savtla mahreçten çıktığına derler. Yani, zahir âlimleri yazılmış veya sesle çıkana harf derler. Ol ki kendi kalbinin hayatıdır. Acaib ve garaip nesneler çıkarır, fiilini, sözünü çıkarıp gösterir ama ona harf demezler. Zira bu ilmi işitmediler, belki düşman dahi oldular. Nitekim Hz. Ali Keremallahu veche buyurdu: “Kişi bilmediği şeye düşman kesilir”. Ey yar, şöyle düşün ki, hiç harf kalmadı, yerinde ne kaldı? Harf kalmazsa hâkim neyle hükmeder? Harf olmayınca ne emir kalır ne nehiy. Ve ne ilim kalır ne âlim. Ve ne batıl bilinir ne de Hak. Zira âlem emir ile hayydır, emir kelamdır. Ve kelam harftir.

Ey birader âşık, Hak Teâlâ buyurur ki; “Ben bir gizli hazineydim. Bilinmekliğimi istedim. Kendi kendime muhabbet ettim. Bilinmek için âlemi ve âdemi halkettim.” Harf olmasa ne ile bilesin ve ne ile sevesin? Ve dahi Bakara Suresi 13. Ayette buyurdu ki: “Âdeme bütün isimleri öğretti.” Eğer harf olmasa neyin külünü ve cüzünü bileceksin?

Ey yar, insan hakikatinin harf olduğunu bildin ve dahi noktanın harf üzere takaddümünü bildin. Ey yar, bildin ki ruh-u insan harf ve noktadır. Bir adı ruhtur ve ruh müdriktir. Ve bu ruh-u müdrik bir nesneyi idrak ettiğinde; o idrak ettiği nesneden başka gönlüne suret bağlanmaz. Meğerki bir idrak dahi gele o idraki boza! Bir nesneyi idrak ettiğinde, o vakit sen “o”sun. Ve o dem, o idrak ettiğin şey senin aynındır. Zira her nesneyi ki anarsın o dem hatırında olur. Bir şey daha gelse, o gider ve bu kez sonraki gelen olursun. Müdrik, müdrek ve idrak, bu üçü birdir.

Ey yar, bu sözü fehmedemezsen bundan aydınlıklı yeni bir söz daha edeyim, ola ki fehmedesin. Ey birader, muhakkikler buna başka bir isim daha vermişlerdir; Âşık ve maşuk ve aşk. Sonra gelenler müdrik, müdrek ve idrak dediler. Müdrik âşığa ve müdrek maşuka ve idrak aşka dediler. Ey yar, bu müdrik idrakini müdreke gayet yakın ettiğinde aynı olur. Yani, âşık, aşkıyla maşukuna mülazemet eylese ve maşuktan gayrinin hayalini hatırından ref eylese, ol vakit bu yakınlığın artmasından dolayı ittisal hâsıl olur. Ol demde âşık ve maşuk ve aşk, bu üçü bir olur.

Hikâye olunur ki; Mecnun da Leyla aşkı nihayetine erişmişti. Yani, o kadar maşukun zikrine zakir olmuştu ki zakir aynı meskur oldu. Sevdiğini o kadar çok anmıştı ki, andığı sevgili olmuştu. Yani, andığı ismin müsemmasının hayali gönülde görülür, suretiyle bu musavver olur. Mademki o ismi zikreder, o suret musavver olur. Mecnun aşkı galebe ettiği zaman maşuktan masivayı defetti. Gönül maşuk suretini tuttu ve iki cihanı maşuka sattı. Ve ikilik mülkünü yıktı, birlik gözünden baktı. Yani, Mecnun Leyla’yı o kadar çok andı ki, onun şekli gönlünde peyda oldu. Ondan başka bir şey tanımaz ve bilmez oldu, O gönlündeki Leyla ile bir oldu. Mecnun bu halete erişti, Bağdat halifesi bir tertip edip, Leyla ile Mecnun’u getirtti. Ve dedi ki “Ey Mecnun halin nedir?”. Mecnun dedi ki “ Hay bu ne sualdir? Sen benim gibi ol ki benim halimi bilesin”. Bağdat halifesi dedi ki “Ya Mecnun, işte Leyla’yı sana vereyim ve sen kendine gel”. Mecnun da: “Leyla benim. Beni bana nice veresin”. Halife Leyla’ya dedi ki; “ Gel, Mecnun’ a sen söyle”. Leyla da: “Ya Mecnun nicesin? İşte Leyla benim” dedi. Mecnun: “ Eğer sen Leyla isen, ya bendeki Leyla kimdir? Hâşâ ki Leyla iki ola, Leyla birdir” deyip Leyla’ya bakmadı. Yine “Leyla, Leyla” diye diye gitti.

Ey birader, aşk-ı mecazi bu aşamaya varınca, buna göre kıyas eyle ki, aşk-ı hakiki ne sonuca varır. Şimdi tahkik bil ki, aşkın birleşiminden ne resim kalır ve ne de eser kalır.

Mesnevi’de şöyle geçer ey yar, âşık cüz-i ihtiyarını kaldırsa, ihtiyari küll olur. O vahdetin şarabından sekran olur. Ve bi ihtiyar dilinden “Enel Hakk” avazı gelir. Ol dem o âdemi gerek assınlar, gerek kessinler ve gerekse derisini yüzsünler hiç aynına gelmez. Yalnız, “Ene-l Hak” bi ihtiyar gele, Mansur gibi rahmet olur. Ve kendi ihtiyari ile gele Firavun gibi lanet ola.  Zamansız söylenen “Ene” lânettir Vaktinde söylenen “Ene” rahmettir Mansur’un söylediği “Ene” rahmet oldu Firavun’un dediği “Ene” lanet oldu

Âşık cezbe-i ilahiyeye eriştiği zaman, kendisinden fena-i mahz olur ve gönlü, gözü ve dili cümle maşuk olur. Yani ilâhî cezbe yetiştiğinde, kendini yitirir ve gönlü daima Hakk’ı söyler. Nitekim hadis-i kutsi’de buyurur; “Benimle söyler, benimle işitir, benimle görür”. Âşığın mevhumu mahvolunca, şahidi aynı meşhud olur. Âşığın vehmi giderse, gören görülenin kendisi olur.

Ey yar, maşuk-u hakiki Hak Teâlâ’dır. Hak Teâlâ’nın ilm-i kadiminde kendi cemalini kendisinin müşahede eylemesine ezeli iradesi var idi. O ezeli irade, âlemi ve âdemi ayine edindi, tecelli etti. Varlığı tecellisinden var oldular ve hayat tecellisinde Hayy oldular ve kudret tecellisinden kadir oldular ve saltanat tecellisinden padişah oldular ve ilim tecellisinden âlim oldular ve cemal tecellisinden cemil oldular. Ve celal tecellisinden zalimler oldular. Âdem mazhar-ı cemal ve celaldir. Ve her şey istidadı gereğince Hak varlığından var oldular ve yine Hakk’a rücu ederler. Zira mebdei Hak idi ve meadı dahi Hakk’tır. Yani her şey Hak’tan geldi, yine Hakk’a dönüp gider. Başlangıç ve son Hak’tır. Nitekim Hak Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’in Bakara Suresi 156. Ayeti’nde buyurdu ki: “Allah için olduk ve yine dönüşümüz O’nadır”.

Pes nakkaşın fitnesi yine kendi nakşınadır. Ressamın fitnesi kendi resminedir Arada bir şey yoksa sen rahat ol. Varlık levhasında nakşedilmiş olanlar, nakkaşın suretleridir: Varlık sahnesinde görünen her bir resim, resmedenin kendi suretinden başka bir şey değil.

Çünkü bu saadet âşığa yar oldu, gayri vech-i görmek ana bar oldu. Yani, âşık bu halete erişince; “Fesemme vechullah“ sırrına vasıl oldu. Bakara Suresi 115. Ayet: وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ  “Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır.” Her hangi yana baktımsa yüz göründü, Şol yüz Didim sana ki düpdüz göründü. Baktığın gördüğün cemal kamu Sen sanırsın anı hayal kamu. Hak Teâlâ, diledi ki; kendi cemali ve kemali ile aşkbazlık eyleye, varlığı ayinesinden kendi hüsnün göre. Kesret ayinesinden tecelli eyledi. Yani, kesret aynasında kendi cemalini görüp, kendisi ile aşk oyunu oynamak diledi. Ol cihetten Allah’a âşık derler, kendi cemaline maşuk derler ve Hakk’ın iradetine aşk derler. Pes aşk, âşık ve maşuk üçü bir oldu. Ey yar, eğer sen bu hakikat sırrından bir şey anlarsan buna şaşmak gerek. Zira mürşide erişmeyen kimse taşradan dinlemekle berhudar olmaz. Hak aşığı olmayan bu ince manaları anlayamaz. O yüzden, âşık-ı ilahi olmayan aşk sırrından haberdar değildir.

FASL-ÜL SABİ-Ü AŞER (17. Bölüm)

Kemal-i İnsan

Ey birader-i âşık! Hakikatten ve hikmetten bu kadar şerh-ü beyan dinledin, bununla işin bitti ve insanın kemalini bildin sanma! Zira ki kemal-i insan ne olduğunu bilmezsin, belki işitmedin bile. Fenafillâha ermedin ki… Ey yar, kemal-i insan oldur ki; Hak Teâlâ’nın mecmu-u sıfatıyla muttasıf ola. Her vakit ki Âdem Hakk’ın kemali sıfatlarıyla muttasıf ola, ol insan kâmil olur. İnsan-ı Kamil olan kutub olur ve kutub âlemde bir olur ve Hakk’ın sıfatının mazhar-ı tammı kutubtur. Ve kutbun ukdesinde on sekiz bin âlem hardal tanesi gibidir. Şimdi sen de kendi özüne insaf eyle, cehlini ve hoşbenliği ko. Gör ki neyin mazharısın. Ve sıfatullahtan ne sıfata maliksin? Hakk’ın bi nihayet ilminden ve kudretinden neyin var? Gökler ve yerler ve kendi nefsinin ilminden acizsin. Gönül âleminden acizsin. Bir iş tedbir edersin aksi çıkar. Kendi işinden acizsin. Hikmetten neyin var? Hakk’ın hükmü sultanından nen var? Padişah değilsin. Elinde adl-i dadın yok. Kendi kendine hükmün geçmez! Ey yar, insaf edesin ki, Hakk’ın her sıfatında acizsin. Zira denizde katresin. Ve güneşten zerresin. Aciz, nakıslığından ötürü acizdir. İmdi nakıs kemalini talep etse, onun saadeti uruçtadır. Yani, eksiklik manevi yükselme ile giderilir. Eğer nakıslıkla kalsa, şekaveti iniştedir, nüzuldedir. Ömrü inatçılıkla geçer.

Nitekim Resulullah (s.a.v.) buyurur; “Günleri birbirine eşit geçen aldanmış, dünü yarınından hayırlı olan lanete uğramıştır”. Pes insaniyet odur ki, günden güne terakkide olasın, zira dünya ahiretin ekin ekecek tarlasıdır. Kale Aleyhisselam; (Eddünya mezraatün ahiret) buyurmuşlardır. Ey yar, ekin ekmek oldur ki, sen ölmeden gönülde bite. Yani, sıdkın ve imanın ve ilmin ve hilmin ve aşkın ve şevkin ve mürüvvetin gönlünde bite. Zira insanın saadeti bu sıfatlarla muttasıf olmaktadır. Nazargâh-ı ilahi gönüldür.

Nitekim Resul-ü Kibriya ve Habib-i hüda buyurur: “Doğrusu Allah sizin suretlerinize ve işlerinize bakmaz ancak kalplerinize ve kalplerinizdeki niyetlerinize bakar.” Çünkü Hakk’ın mazharı gönüldür. Ve itibar niyetedir. Suretin gerek güzel olsun gerekse çirkin olsun. Gönül sırrı Hakk’a ayan ve halktan nihandır. Öyle olduğundan dolayı, Allah dostlarının gönül sırrını ehlinin gayri bilmez. Nitekim Allah Teâlâ hadis-i kutside buyurur. “Benim öyle velilerim vardır ki, azamet ve kudret kubbelerimin altında bulunurlar. Benden gayri kimseler onları bilmezler, bilemezler”.

Ey yar, bildin ki her şey Hakk’ın varlığı ile var oldu, ama herkese istidadı kaderince tecelli eyledi. İstidadı, yeteneği dahi, kulun gidişi ile orantılı olarak vuku bulur. Kurada nice düştü ise. İmdi, her ne makamda isen kadrini bilsen kendi kendine insaf verirdin ve rahmet bulurdun. Nitekim Hz. Ali (k.v.) buyurur; “Allah rahmet etsin o kişiye ki kadrini bildi ve haddini aşmadı.”

Ey yar, Hak Hazretinin varlığına “Nur” dahi derler. Allah zulcelal Kur’an-ı Kerim’in Nur Suresi 35. Ayetinde: “Allah göklerin ve yerin nurudur” buyurmuştur. Zira münevver edicidir. Kimin nur tecellisi eksik ise tecellisi fazla olan kimseden istemesi lazımdır. Zira insanın saadeti ondadır ki; kendinde olmayan kemali insan-ı kâmil’den istesin ve insan-ı kâmil’e karşı saygılı ve itaatli olsun. Cenab-ı Hakk’ın cemal nuru, cemiller ile tecelli eyler ki, enbiyaullah ve evliyaullahtır. Cemi-i halk onlara mutidirler. Ve her kim onlara muti olmayıp, serkeşlik ederse merdud-u Hak olur. Pes imdi her kimsede ki, Hakk’ın Hak varlığı artık tecelli ede, kendinden ednasının kıblesidir. Bu yüzden enbiya ve evliya âlemin kıblesidir. Her kim onlardan yüz çevirirse mutlak kâfirdir. Ne euzubillahi Teâlâ. Ey biçare âdemoğlu! Hakk’ı koyup ne tutarsın? Batıla uyup ne hâsıl kılarsın? Yusuf’u satıp ne alırsın?

FASL-ÜL SAMİN AŞER (18. Bölüm)

Âlemin Kutbunun Hakikati

Ey birader âşık! Hadis-i Şerif şerhinde rivayet ederler ki, üç yüz elli altı evliyaullah vardır. Kıyamet zamanına değin bunların varlığı âlemden eksik olmaz. Üç yüzü bir bölüktür, kırkı bir bölüktür, yedisi bir bölüktür, beşi bir bölüktür ve üçü bir bölüktür. Ve birisi kutuptur ki geri kalanın kıblesidir. Çünkü Hakk’ın mazhar-ı tammı kutuptur. Muhakkikler derler ki; Hak Teâlâ Hazretleri zatı ve sıfatı ve kemali ve kudreti ile kutuptan tam olarak tecelli etmiştir. Mazhar-ı tam ancak kutuptur ve arşın gönlü kutuptur. Ve geri kalan mevcudata tecelli eyleyen kutuptur derler.

Ama bazı ehl-i zahir fehminin kusurundan ötürü anlayamadıklarından ve suretten manaya yol bulamadıklarından, insan-ı kâmil anılınca kendilerini de kutub sanırlar. İşte bu dediklerinde hep hürdürler. Derler ki Allah Teâlâ ittihat ve hululden münezzehtir. Beli… Vallah-ül aziym. Allah Teâlâ münezzehtir ittihat ve hulûlden.

Amma ey ahmak! Eğer sen hulül ve ittihadın ne olduğunu bilsen, kutbun evsafını işitince küfre hamletmezdin. Ey ahmak! Eğer sen: “Hak Teâlâ’nın ilmi bu ilm-i zahirdir ki, ben okudum artık başka ilim yoktur” dersen cahilsin. Ve eğer dersen ki “Beli! Vardır velâkin biz onu görmedik, işitiriz, inkâr etmeyiz. O ilimleri enbiya ve evliya ve Meşayih-i izam ve ulema-i Rasih olanlar bilir” dersen ehl-i imansın. Pes o bilmeyip işittiğin ilme ki, ikrar edersin, bu nüshada andığımız ekseri o ilimdir. Ve halkın ekserisi bilmediği ilimin düşmanıdır. “El-mer’u adüvvün bima cehl-ehu “ buyururlar. Ve bir hüccet dahi sana oldur ki, Kur’an-ı Aziym’de Hakk Teâlâ kendi hakkında buyurdu: Talâk Suresi 12. Ayet: “Muhakkak Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır.” Çünkü Hak Teâlâ her şeye muhittir.

Öyleyse bunda hulül ve ittihat mı vardır? Eğer bundan hulül ve ittihat anladıysan kâfirsin. Var tecdidi iman eyle, imanını yenile. Zira ki Kur’an’a muhalif geldin. Bu Hadis-i Kutsiye ne dersin ki; “Ben onların kırık kalplerinde ve kaybolmuş kabirlerindeyim.” Buna dahi hulül mü dersin?

Peki, şu ayetten ne anladın ki? Enfal Suresi 17. Ayet “Ey Muhammed! Senin attığın benim attığımdır”. Buna dahi hulül mü dersin? Ve dahi Hadis-i Kutsi’de buyurur “Kulumu sevdiğim zaman işitmesi, görmesi, dili ve eli ben olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur, benimle tutar.” Buna dahi hulül ve ittihat mı dersin? Ey ahmak! Hak Teâlâ her ne dilerse işler. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in Hac Suresi 18. ayeti ile Al-i İmran Suresi 40. Ayetinde buyurdu: “Allah dilediğini yapar”. Ve Bakara Suresi Ayet 253 “Allah dilediğini, dilediği gibi yapar.” ile Maide Suresi 1. Ayet; “Allah dilediğini yapar “ ve “Allah dilediğine hükmeder” ayetlerini dahi Kur’an’da işitmedin mi? Ve dahi Kur’an’da işitmedin mi ki bir ağaçtan Hz. Musa (A.S.)’a “İnni ene Allah” avazı geldi. Yani “Gel, ben senin Allah’ınım” dedi, Taha Suresi 14. Ayette. Bir ağaçtan “İnni ene Allah” sesi geldiğine inanıyorsun da, insan-ı kâmil’den “Enel Hakk “ avazı gelmesine niye şaşarsın? Ve Beyazıd’ın “Şanım ne yücedir, cübbemin altında Allah’tan başka bir şey yok” demesine niye şaşarsın?

İmdi manayı bir hoşça anla; âdem ki, mefhar-ı mevcudat ve zübde-i mahlûkattır. İnsan varlıkların övüncü ve yaratılmışların özüdür. Ve dünya ve ahiret Âdem içindir. Ve on sekiz bin âlem insan-ı kâmil’e secde eder. Zira insan-ı kâmilin gönlü o kadar geniştir ki; on sekiz bin âlem anın katında bir hardal tanesi gibidir. Zira “Müminin gönlü Allah’ın evidir” denmiştir. O evden sahibinden gayrisini çıkartıp boşaltırsan, ancak evde sahibi kalır. O zaman söyleyen ve işiten ev sahibi olur. Kale Aleyhisselam; “Kim Allah için olduysa Allah da onun içindir”. buyurmuştur.

Ey yar, gerekse yüz bin delil ve burhan ve kesin hüccet getirip, ayan ve beyan eylesek şunlar ki; gönül gözü açılmamış ve anadan doğma kördür, ona ilaç kabil değildir. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de buyurur “Kim bu dünyada kör ise, ahirette de kördür” (İsra Suresi 72. Ayet). Ey yar, çün bildin ki kutub mazhar-ı tammdır ve feyyaz-ı âlemdir. Yani âlemlere feyz ondan gelir ve her kim kutba yakındır, velidir. Her kimi ki kutub, sohbetine lâyık göre ve ona yüzünü göstere, o kimsenin korkusu kalmaz. Nitekim Hak Teâlâ Yunus Suresi 62. Ayet ile Bakara Suresi 262. Ayette buyurur ki; “İyi bilin ki Allah’ın dostları için hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de”.

Ey yar, her vakit kutub dilese ki bir bedenden daha tecelli ede, üçlerin biri layık olur, ondan tecelli eder. Ve üçlerin biri yerine beşlerin biri gelir. Ve beşlerden birinin yerine yedilerden biri gelir. Ve kırkların biri yedilere gelir. Ve üç yüzlerin biri kırklara katılır. Üç yüzlere salih ve sülehadan birini katarlar. Ta kıyamete kadar bu çark böyle döner. Kıyametin kopması yaklaştığında bütün mahlûkat tükenir, bunlar kalır. Bunlar da birer birer cihandan gider ve yalnız kutub kalır. Allah Teâlâ tecellisini âlemden çekmek dileyince kutub da gider, o zaman yerler yıkılır, gökler çöker. Hakk’ın vechi kalır. Evvel dahi vechi idi yine vechi kalır.

Kur’an-ı Kerim’in Kasas Suresi 88. Ayetinde: “Allah’ın vechi hariç her şey helâk olur” ve dahi Allah cahillerin dehrilerin ve zalimlerin zulmünden yani zannettiklerinden münezzehtir ve mukaddestir. Nitekim buyurur; (İsra Suresi 43. Ayet) “Allah onların söylediklerinden çok ulu ve yücedir.” Ey yar, evvel Huda idi, ahir dahi Huda’dır. Amenna dedik inandık. Hadid Suresi 3. Ayette : “ O evveldir, ahirdir, zahirdir ve batındır”.

Şunu da bil ki; batın âlimi zahir âlimden yüz bin kat yeğrektir. Zira batın âliminin dünyevî ve bedeni meşguliyeti olmaz. Onlarda dünyevî bağlar ve keduratı cismanî ve gam-ı taallûkat yoktur. Nefs bağlılığı büyük beladır. Bu belalardan kurtulmak ve maksudu ilahiyeye vasıl olmak naim cennetidir. Fenaya, yokluğa döndüğünde onda artık senlik ve benlik ve iyi ve kötü kalmaz. “Âlem-i fena, âlem-i bekaya değiştirile. Senlik, benlik, iyi, kötü kalmaya.”

FASL-ÜL TASİN AŞER (19. Bölüm)

Haşr sırasındaki sıfat beyan olunur

Ey Yar! Bedenden ruh ayrıldığında hangi sıfatla sıfatlanır? Dar-ı dünyada ne sıfatla sıfatlanmış ve ne huy ile huylanmış ise, o sıfatla muttasıf olur. Kimi domuz suretiyle ve kimi köpek, kimi maymun, kimi yırtıcı canavarlar suretiyle sıfatlanır. Bazılarının başları ayakları altında olur. Bazıları söz söyleyemez ve hareket edemezler. Neuzibillahi Teâlâ.

Buna işaret eden hadis ve Kur’an-ı Aziym ayetleri çoktur. Nitekim, Muaz b. Cebel, Hz. Peygamber Efendimiz (asm)'e, “Sûr'a üflendiği gün, bölük bölük Allah'a gelirsiniz.” (Nebe, 78/18) mealindeki ayette geçen bölük bölük haşir meydanına gelmenin tefsirini sormuş ve aldığı cevabı da bize bildirmiştir: “Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Yüce Allah'ın: 'Sûra üfürülecek olan o günde, siz de hemen bölük bölük geleceksiniz.' buyruğu hakkında ne dersin?” Peygamber aleyhissalatü vesselam şöyle buyurdu: "Ey Muaz, sen gerçekten çok büyük bir iş hakkında soru sordun." Sonra gözlerinden yaşlar akıtarak şunları söyledi: "Ümmetimden yüce Allah'ın Müslüman cemaatlerinden ayrı tutup, suretlerini değiştireceği on sınıf, ayrı gruplar halinde haşredilecektir. Bunların bir bölümü maymun suretinde, bir bolümü domuz suretinde, bir bölümü de ayakları yukarıda ve yüzleri üstünde sürüklenecek şekilde baş sağı dönmüş, bir bölümü nereye gidip geleceğini bilemeyen kör, bir bölümü akledemeyecek şekilde sağır ve dilsiz, bir bölümü dillerini çiğneyecek şekilde ve dilleri göğüslerine kadar sarkmış, ağızlarından akan salya irin olarak akacak, orada toplanmış olan herkes kendilerinden tiksinecek, bir bölümü el ve ayakları kesilmiş olacak, bir bölümü cehennemden kütükler üzerinde haça gerilmiş olacak, bir bölümü leşlerden daha kötü bir şekilde kokmuş olacak, bir bölümü ise derilerine yapışmış ve onlara bütün vücutlarını örtecek şekilde katrandan elbiseler giydirilmiş olacaktır."

"- Maymun suretinde haşredilecek olanlar, insanlar arasında laf alıp götürenler olacaktır.

- Domuz suretinde hasredilecekler ise, haram yiyenler ve haksız vergi toplayanlardır.

- Başları ve ayakları ters yüz edilmiş olanlar, faiz yiyicileridir.

- Körler, verdikleri hükümlerde zalimlik edenlerdir.

- Sağır ve dilsiz olanlar, amellerini beğenen ve onlara bel bağlayanlardır.

- Dillerini çiğneyenler, sözleri davranışlarına uymayan ilim adamları ile kıssa anlatıcılarıdır.

- El ve ayakları kesilmiş olanlar, komşularına eziyet verenlerdir.

- Ateşten kütükler üzerinde haça gerilmiş olacaklar, iyi insanları zalim yöneticilere ihbar edenlerdir.

- Leşlerden daha kötü kokacak olanlar, şehvet ve lezzetlerinin sefasını sürenler ve mallarındaki Allah'ın hakkını engelleyenlerdir.

- (Katrandan) elbiseler giyinecek olanlar kibirliler, övünenler ve büyüklenenler olacaktır."[3]

Furkan Suresi 44.Ayette; “Hayvan gibi, ondan da beter”. Araf Suresi 179. Ayette ise: “Şunlar ki hayvan gibidirler, bil ki hayvandan daha sapık gafillerdir” buyurur.

Ey yar, bu sıfatları kendinde bulmaya gayret et, ölmeden o sıfatları kendinden defetmenin çaresini bul. Ve kendini bilmenin gayet gerekli şartı serencamın neye erişti onu bilmektir. Kendi halinin fazlası, eksiği ve şevki ve duygusuzluğu ve yerinde olması ve ilerlemesi nedir? Bunlardan haberli olmalısın. Nefsinin hayvanlığı ve yırtıcılığı ve şeytanlığı ve melekliği sıfatları sende vardır, onları bulasın. Hangisinin galip olduğunu bilesin, gidermeye çalışasın. Ve yaramaz sıfatlardan arınıp, pak olasın.

Ey birader-i salik, kendi nefsini bilmek durumuna erince, uyumakla uyanıklık ortasında rüya vaki olur. Ve rüya insanın kerametlerindendir ve dahi peygamberlik cüzündendir. Nitekim Resulullah (s.a.v.) Hazretleri buyururlar; “Salih rüya peygamberliğin kırk cüzünden bir cüzdür”.

Ey birader, insanda eğer hırs sıfatı galip ise rüyasında karalar ve karıncalar görür. Ve eğer cimrilik sıfatı galip ise köpekler ve kediler suretini görür. Eğer kini galip ise yılan ve ejderha sıfatları görür. Tekebbürlük ve mağrurluk sıfatı galip ise aslan ve kaplan suretini görür. Eğer şehvet sıfatı galip ise eşek suretini görür. Eğer yavuzluğu galip ise yırtıcı canavarlar görür. Eğer mekr ve hile sıfatı galip ise tilki sıfatını görür. Ey yar, eğer bunların hepsini saymaya kalkarsak söz uzar. Hangi sıfat sende galip ise kıyamet gününde o sıfatla aynı olursun. Yani ol sıfatla haşr olursun. O sıfatla mahşer meydanında ortaya çıkarsın. Ey yar, bu sözün doğruluğuna delil çoktur. Kur’an’da ve Hadislerde ve haberlerde ve İlm-i meşayihde bu hususta ittifak vardır ki; her kimde hangi sıfat galip ise, elbette Bast günü o sıfatla haşrolur. Zira bu da vardır ki, Salih salihle, kötü kötüyle, tayip tayiple ve habis habis ile haşrolur. Sen hangisine lâyıksan senin hakkın odur.

Ey yar, Hâce Feridüddin Atar Kuddüse Sırrahu “Esrarname”sinde hikâye ederler ki: Bir eşek satıcısı var idi. Bütün ömrü merkep tellallığı ile geçmişti. Ansızın ecel erişti, sekerat haline düştü. Azrail ki, sıfat- ı celal-i Hak’tır, ona zahir oldu göründü. Hazreti Azrail Aleyhisselam’ın heybetinden başını yatağından çıkarıp bağırdı. Dedi ki: “Çullu bir kara merkep kim buldu ve kim gördü? Sahibi geldi canımı alıyor”. Haberi yok o kara merkep kendisi idi.

Ey yar, cehd eyle ki, bu sıfatlarla muttasıf olmayasın. Ancak, bu şüpheden ve varta-i helaktan kimsenin kendi cehdi ile kurtulması mümkün değildir. İlla bir Mürşid-i Kamil himmeti ile müesserdir. Can-u gönülden Mürşid-i Kamil’e talibi sadık olmak gerektir. Zira bu sıfatlardan kurtulmak sıdk ve ihlâs elde etmek ancak mürşitten hâsıl olur. Ey birader, yaramaz huyundan ayrılamazsan gümrah ve cahil o sıfat-ı nakışla daim kalırsın. Yani, eğer kötü huyundan kurtulmazsan şaşkın ve cahil olursun ve daima öyle kalırsın. Ey birader, peygamberler ümmetlerine göre nasılsa, mürşid-i kâmiller de müritlerine göre öyledir. Nitekim Hadis-i Şerifte buyurulur: “Mürşit kavmi içinde peygamber ve ümmeti gibidir.” Zira mürşit, müridini sadece ilim terbiyesi etmez. Riyazet ve mücahede ile kötü ahlakını güzel ahlaka döndürüverir. Yani yaramaz huyunu iyi huya döndürür. Zira nefs, huy kabul edicidir. “İnsanın nefsi huy kapar, Kötü huyluyla beraber olma; kötü olma!”

Ey yar, insan yaramaz huylarını Hak Teâlâ Hazretlerine arz eylemeli, her vakit daim tazarru eyleyip yalvarıp yakarmalıdır. Ta ki Hakk’ın inayet cezbesine erişe. Çünkü Hakk’ın bir zerre cezbesi, yüz amelden yeğdir. Nitekim Hadis-i Şerif’te buyurulur; “Rahmanın bir cezbesi dünya ve ahiret amelinden üstündür”. Mevlana Hüdavendigar Hazretleri (K.S.) buyurur; “Hakk’ın bir tek cezbesi bin gayretten yeğdir, Nişanı olanın yanında nişanların ne değeri var.”

Ey yar, Hakk’ın bir zerre inayet cezbesinin nişanı, ehlullah ile durup oturmaktır. Zira bunların sohbeti Hak sohbetidir. Her kim bunlarla üns tutarsa, Hak ile üns tutmuştur. Nitekim Resulullah (s.a.v.) buyururlar “Kim Allah ile oturmak isterse tasavvuf ehli ile otursun”. Ama şunlar ki zalimlerdir, Hak Teâlâ’nın inayetine ve kerametine layık değillerdir. Nitekim Hak Teâlâ Kur’an-ı Kerim’in Bakara Suresi 124. Ayetinde buyurur: “Ahdim zalimlere yetişmez”. Ahidlerine zulmedenler Hak ve hakikate nail olamazlar. İbrahim Aleyhisselam’ı Rabb’ı insanlık için imam kıldı. O da, “İmamlığı benim bütün zürriyetime lütfeyle” dedi. Rabb’ı da “Hayır, zürriyetinden ahidlerine zulmedenler hariçtir” buyurdu.

Ey yar, bu fani gaddar dünya nedir ki, onun sebebi ile ebedi saadetten uzak düşüp mahrum kalasın. Ve dünya hakkında Resul’ü Ekrem (s.a.v.) bunca Hadis-i Şerifler söylemiştir. Ama şol kimsenin ki Hak Teâlâ canibine teveccühü ola, birisi dahi yeter. Nitekim buyururlar; “Dünya cifedir. Onun isteklileri de köpeklerdir.” Ve dahi: “Dünya ve dünya ehli melundur” “Dünya ahiret ehline haramdır, ahiret dünya ehline haramdır, bu ikisi de Allah ehline haramdır”.

Ey yar, eğer sual edersen ki : “Bütün enbiya ve evliya ve kullar dünyayı tasarruf ettiler. Dahi dünyasız hiç kimse dirilmez, dünya her kişiye gerektir. Ya niçin haram ve murdar derler?”.

Cevap şudur: Ey biçare eğer dünyanın ne olduğunu bilsen bu suali sormazdın, zira sen dünyayı mal, rızık, çocuk ve kadın sanırsın. Dünya sadece bunlar değildir. Dünya hakkında söz çoktur. Amma Hz. Mevlana Hüdavendigar bu beyiti ile icmal etmişlerdir. Mütalaa oluna: “Dünya Allah’tan gafil olmaktır başka bir şey değil Dünya kumaş, evlat, kadın ve gümüş değildir. Yani, her nesne ki seni Hak muhabbetinden gafil eyleye, dünya odur. İster iyi olsun, ister kötü olsun, ister nesne olmasın, ister nesne olsun. Allah’ın gayri ile meşgul olup, gafil olmaklığındır dünya. Ve eğer dünyalığın olup ta, Allah’tan gafil olmazsan biz ona dünya demeyiz. İster malın olsun, ister olmasın önemli değil. Gaflet dünyadır. Eğer gaflet nedir dersen bil ki gaflet üçtür. Evvel gaflet: Hakk’ı koyup, halkla meşgul olmaktır. İkinci gaflet: ahireti koyup, Dünya ile meşgul olmaktır. Üçüncü gaflet: Ölümü unutup, dirilikle meşgul olmaktır.”

İmam Gazali Rahmetullah “ İhya-yı Ulum” ve “Kimya-yı Saadet” de tekrar ve tekrar tenkit etmiştir ki; “Hep ibadetlerde maksat; gönlünü dünyadan yani dünya muhabbetinden döndürüp, Hakk’a teveccüh ettirmektir.”

Zira namazdan maksat, seni fahşadan ve münkerden yani çirkin ve kötü şeylerden ırak eylemektir. Nitekim Allah Teâlâ Zümer Suresi 45. Ayette buyurur: “ Allah’ın birliği zikredildiğinde, ahirete inanmayanların kalpleri daralır”. Ve dahi Bakara Suresi 152. Ayet: “Anın beni, anayım sizi” diye buyurur. Oruçta maksat şehveti kırmaktır. Gönül zikrullah ile karar bulup rahata kavuşur. Hacdan murat, Allah’ın evini ziyaret etmektir. Ziyaret etmekten murat, ev sahibini yani Hak Teâlâ’yı anmaktır. Belki asıl Müslümanlık “Lâ ilahe illallah” kelimesidir. Ve dahi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur; “Her kim ihlâs ile Hak Teâlâ Hazretlerinin ibadeti ile meşgul olsa, hikmet çeşmeleri gönlünden diline akar.”

Şaşılacak şey şudur ki; niceleri kırk yıl namaz kılarlar ve Müslüman geçinirler, henüz gönüllerinde ve zikirlerinde mâlayaniden yani boş sözlerden başka nesne bitmez. Ey yar, müminin gönlü dünya ile meşguliyetinden vazgeçse, o gönül Hakk’ın kudret parmağı arasında olur. Nasıl dilerse döndürür. Bu mertebeye eriştiğinde; artık ölmez. Ebedi dirilik bulmuş olur. Nitekim Resulullah (s.a.v.) buyurur: (Kalb-el mümin beyne isbaeyn-imin esabihür rahmanî mukallib-ü hâ keyfe yeşaü).Kalpler, Rahman'ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir." “Mutu kable ente mutu” yani "Ölmeden önce ölün." sırrına mazhar olur. Yine Resulullah (s.a.v.) buyurur: “Müminler ölmez, bir yerden bir yere göçerler”.

Ey birader, eğer Allah’tan inayet olmazsa, enbiya ve evliya seni tabiatından kurtaramazlar. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de buyurur; Kasas Suresi 56. ayet “Ya Muhammed! Sen kendi dilediğini kurtaramazsın. Her kimi dilersem benim hidayetim ve Nur-u hakikat-i cezbim ile hidayet ederim.” ( Yehdi men yeşa ) Yani Hak Teâlâ buyurur ki: “Benim hidayetimin nuru hakikat cezbesidir. Kime dilersem veririm.”

Şaşılacak şey budur ki; insanı neden men edersen, ona haris olur. Nitekim demişler ki; “İnsan yasak edilen şeye hırs duyar”. İmdi ey Talib-i Hak, âlemden ve âdemden maksat Hakk’ı bilip ibadet etmektir. Kur’an’ı Kerim’de Zariyat Suresi 56. Ayette buyurur; “ İnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım”. Ey birader âşık, “İlla liya’büdün” ü “ İlla li ya’rifun” ile tefsir etmişler. Yani, ibadeti marifet ile yorumlamışlar. Dünyayı seven ikisinden de vazgeçmiştir. Dünya muhabbeti ile gönülleri dolu olanlar, o anlamlardan uzaktırlar. Onlarda o kulak yoktur ki nasihat dinleye. Ve onlarda o Hak derdi yoktur ki hekim deva eyleye. İmdi bizim sözümüz Talib-i Hak olanadır. Talib-i Dünya olana değildir. Pes imdi kişi dünyada her neye muhabbet ederse, ahirette de onunla haşrolur.

Allah Tebareke ve Teâlâ Hazretleri, taliplerini masiva muhabbetine düşürmesin. Ve insanı kendi gibi bir âcizin muhabbetinden saklaya, âmin Ya Rabbelalemin.

FASL-ÜL IŞRİYN (20. Bölüm)

Men arefe nefsehu fekad aref-e rabbe-hu – Nefsini bilen Rabbini bilir.

Ey birader-i âşık, sözü uzatmayalım. Asıl maksadımız kişi nefsini bilip, Rabbisini bile. Her kimin nefsini bilmek mukarrer oldu, o Rabbini bildi. İmdi, mümkün değildir ki cehl ile nefs biline, ilim gerektir. Ve ilim bilmek her kişiye farz-ı ayndır. Kadınlara dahi farz oldu. Nitekim Resul-ü Ekrem (s.a.v.) buyurur; “Her Müslüman olan erkek ve kadına ilim farzdır”. Ve ilim odur ki, seni varta-i helaktan kurtara ve Hak kurbiyeti hâsıl ola. Her kişinin kıymeti ilmine ve istidadına göredir. Nitekim İmam-ı Ali (K.V) Aleyhisselam buyururlar; ( Kıymet-ül mer’e miktar’ün mâ yuhsenihü ) Amma ilm-ü zahirle nefse salâh bahşolmaz, zira üstün olduğunu göstermek ister. Okudukça daima ucbu ve kibri artar, büyüklenip gösterişi çoğalır. Nice kelamlar söylemek ile gafil olur. Nitekim Resulullah (s.a.v.) buyurur; “Her kimde bir zerre kibir olsa o kimse cennete giremez”. Ve dahi Hz. Risalet Efendimiz (s.a.v.) buyurur; “Bir nice kimseler Kur’an okurlar, Kur’an onlara lanet eder”. Ey yar, Allah Teâlâ’dan ümit kesmeyip talep ardınca olmak gerektir. Zira Hak’tan ümit tutmak, Hak’tan inayet ummaktır. Ol kapıdan kimse mahrum olmaz. Sen ne istersen ol kapıdan um ki hiç dilencisini mahrum koymaz.

Ey yar bil ki, ilmin iki yüzü vardır, biri zahir, biri batın. Bu iki yüzden nice yüz bin vech zuhur etti. Ehl-i zahir, ilmin zahiri ile meşgul oldular. Eğer zahiri bilip, batını bilmezse cahil olur. Eğer zahirini bilmeyip, batını bilirse nakıs olur. Yani zahir ilmi bilip, batın ilmi bilmeyen cahildir. Batın ilmini bilip, zahir ilmi bilmeyen eksiktir. Pes ikisinden dahi hünerin olsun mürşid-i kâmilliğe varasın. Ey yar, zahir ilmi; insanı dünya mansıbına eriştirir ve ilm-i batın; insanı Hakk’a eriştirir. Bu bakidir, o fanidir. Hangisine gerekse onunla meşgul olasın. İmdi ey talip, kendi batınından sana bir nice haber vereyim ki, bunu bilmekle batının kilidi açılsın. Zira nefsini bilmek Hakk’ı bilmenin anahtarıdır.

İmdi bil ki, insanın bedeni bir şehirdir. Ve âlem-i kebir gibidir. Nebi Aleyhisselam buyurur; ( İnnallahe halak-a âdem-e ala suretihi… Eyyü ala sıfatıhi ) “Suretten murat sıfattır. İnsan mazhar-ı sıfatullahtır. Cem’i sıfat Hak Hazretlerinin iki sıfatından olur, geri kalan sıfatlar o iki sıfatının mazhardır.” Yani Hak Teâlâ Hazretlerinin bütün kavli ve fiili bu iki sıfattan zahir olur ki; biri cemal sıfatı, biri celal sıfatıdır. Cehennem celal sıfatı tecellisidir. Cennet cemal sıfatı tecellisidir. İnsan dahi bu iki sıfatla muttasıftır. Her hangisi galip ise, sonu serencemi ondadır. Ey yar, vacip oldu ki kendi vücudunda bu sıfatları bulasın. Cemalde isen şükür edesin, celalde isen cihadı ekbere rücu edesin. Zira cihad-ı Ekber saadet-i ebedidir. Cihad-ı asker arzu-u bedenidir. Yani büyük cihat sonsuz saadettir, küçük cihat beden arzusudur.

Nitekim Hz. Resul (s.a.v.) Uhud Savaşı’ndan dönünce ashabına şöyle buyurdu: “Küçük cihattan büyük cihada döndük, şimdiden sonra cihad-ı Ekber ile meşgul olun.” Ashab dediler ki; “Ya Resulullah, büyük cihad nedir?” Resulullah (s.a.v.) Hazretleri buyurdular “Nefsinizi kendinizi musahhar etmektir. Ta kim zikrullaha fırsat bulasınız ve mecal bulasınız ve gönlünüzün şehrinde hikmet çeşmeleri cereyan edip âlem keşfola” Bir kimse nefsini bilmeyince kendini musahhar edemez. Yani, bir kimse nefsini bilmeyince kendine cihad edemez. İmdi dinle ki ehl-i batın nefsini bilmekte ne münteha sözler söylemişlerdir. Her kişi dinlese berhudar olur. “Nefsini bâda verme dad eyle, Kim olasın bu yolda berhudar. (Nefsini yele verme insaf et ve adalet göster ki mutluluğa eresin.) 

FASL-ÜL AHAD-ÜL IŞRİYN (21. Bölüm)

Gönül Şehristan-ın beyan eder

Ey birader-i âşık, bil ki gönül büyük bir şehir gibidir. Ol şehirde iki padişah vardır. Her biri kendi işine hükmeder. Ve hangisi galip olsa hüküm onundur. İki padişahın biri akıldır ve biri tabiattır. Tabiatın bir adı şeytan-ı bedendir. Hakikatte ikisi dahi sıfatıdır. Ama celal sıfatı ile sıfatlandığında adı nefs-i emmaredir, şeytandır. Bu ikisinin kumandanları vardır. Bu askerleri bilmezsen birbirine karşı çıkarmazsan cihad edemezsin. Bu iki padişahın aslı cemal ve celaldir. Celal sıfatının on beş kumandanı vardır. Cemal sıfatının on yedi kumandanı vardır. Bunlar daima kavga ve adavet üzerinedirler. Daim bu adet üzerinedir.

Keşf olmazsa ehline esrar-ı ilahi, Feyz-i ezeli olmayacak mahvola mı hiç Esbab-ı nazar gerçi müheyya ve müretteb Bir akl-ı basitle nice cehl-i mürekkep, Sıfat-ı celalin çeribaşısının uluları; Tamah, hırs, cehil, kibir, kin, ucub, buhl, haset, gazab, adavet, gıybet, hezel, kizip, inkâr ve gaflettir.

Sıfat-ı cemalin dahi seraskeri; evvel kanaattir. Ve itimat, ilim, hilim, tevazu, sabır, sehavet, şefkat, ikrar, tevekkül, huzur-u kalb, hürmet, sıdk, mürüvvet, kerem, feragat ve aşk-ı ilahidir. Cahilin kalbine salma marifet esrarını “Marifet sırlarını cahile açma, şekeri papağana ver, karga onun kıymetini bilmez.” Cehalet olsa tıynette çelebi Ne talim ıssı eyler ne mürebbi

Ey yar-ı aziz, bildin ki on yedi cemal asker başı ve on beş celal asker başı vardır. Bunlar otuz iki savaşçıdır. Her birinin bin kere bin askeri vardır. Daima birbiri ile savaştadırlar. Şaşılacak şey ki, gaflet uykusu gözünü kör eylemiştir. Kendi kendinden haberin yoktur. Eğer dersen ki bu otuz iki askerin başlarını bildik, amma askerini bilmedik. İmdi bil ki, âdem hiçbir vakit tefekkürden hali değildir. Yani daima düşünceler içindedir. İmdi her fikir ki sana tamah (gözü doymama, açgözlülük, mal edinme tutkusu.) için gelir, o tamahın askeridir. Bu cümle halkı belaya uğratan tamahtır. Tamah için gelir, işte o tamahın askeridir.

Ve her fikir ki sana kanaat için gelir, o kanaatin askeridir ve iman ehli daim kanaat fikrindedirler. Ve her fikir ki sana cehilden gelir, o da cehlin askeridir. Ve her fikir ki sana ilim için gelir, o da ilim askeridir. Ve bu ilmin askeri, on sekiz bin âlemi tutmuştur. Ama her bedbahta yardım eylemez, lakin her kimsenin nasibi değildir. Geri kalanlarını buna göre kıyas eyle. Herhangi sıfat için ne fikir gelirse, o fikir o sıfatın askeridir.

Ama sana bir haber vereyim ki, bu haberle cümle haberlerden haberdar olasın. İmdi bil ki, gönül daima fikirden hali değildir. Her fikir ki sana gelir, ya iyidir yahut yaramaz. Eğer iyi gelirse bil ki, sıfatı cemaldir. Rahmanidir. O fikrin ardınca gide gör ve elinden geldikçe o fikre uya gör. Eğer sana yaramaz fikir ve endişeler gelirse bil ki sıfatı celaldir ve şeytanidir ve ondan yüz çevir. Ve şunu muhakkak bil ki, her kişiye her ne horluk gelirse tamahtan gelir. Ve her ne izzet gelirse kanaatten gelir. Nitekim Emir-ül Müminun Hz. Ali (k.v.) buyurdu: “Kanaat eden aziz olur, tamah eden zelil olur.” Her bela ve kaza ki âdeme gelir tamahtan gelir ve her mahrumluğu hırsından bulur. Nitekim Hz. Ali (k.v.) buyururlar: “Bütün hırslılar mahrumdur, tamah edenlerin hepsi kötüdür”.

Ve dahi cahil ömrünü dünyaya sarf eyler. Nitekim Hz. Resul (s.a.v.) buyurur; “Cahilin nimeti şol mezbelede bitmiş sebzeye benzer, ne kendisine faidesi var ne başkasına”. Ve dahi mütekebbiri (kibirliyi) ne Allah sever, ne Peygamber sever ne de halk sever. Nitekim buyurur: “Kibir ile olana övgü yoktur”. Ve dahi asla cimri rahmet bulmaz ve cennete girmez. Yine Resulullah (s.a.v.) buyurur; “Cimri cennete girmez ne kadar da ibadet etse.” Ve dahi cömert cehenneme girmez eğer fasık dahi olsa. Nitekim buyurur; “Eli açık kimse günahkâr da olsa cehenneme girmez”. Ve dahi Hak Teâlâ cömertliği imanla yâd eyledi. (Nisa Suresi 39. Ayet) “Allah’a ve yevmî ahire inananlar kendilerine Allah tarafından verilen rızıklardan ihtiyacı olanlara bağışlarlar.”

Ey biçare âdemoğlu, nedir bunca kendine zahmet ve meşakkat verirsin ve belaya girersin rızk için? Hz. Ali (k.v.) buyruğudur: “Rızık paylaştırılmış ve bölünmüştür. Ecel belirtilmiş, belirginleştirilmiştir. Haris mahrumdur ve bahil mezmundur ve hasit mabundur”. Yani, herkesin rızkı, eceli bellidir. Hırslı kişi mahrum kalır, cimri kötüdür, hasetçi aldanmıştır.

Ey yar, eğer binlerce delil ve burhan ve ayeti Kur’an ve hadis ve ahbar ve icma-i ümmet ve enbiya-i hâdi ve evliya-i münzir olsa, bir nefis ki azgın ola ona çare yoktur. Bir zarf değildir ki hiç mazrufa sığa. Delilimiz o dur ki, Muhammed Mustafa (s.a.v.) ki, apaçık mucizatların sahibi bir kâmil padişah, Ebu Leheb’e bir derman bulmadı. Ve salâh bulmadı. Salâh bulmadık nefs sahibine ibran bağışlar. Yani düzelmeyen nefs sahibini zorlar, sıkıştırır. Zira ki kendinin zevki doymadadır. Hele hüküm sahibi olursa! Kabza ve basta mutasarrıf olmak ister. İnsanlara hükmetmeye, tutmak, salıvermek yetkisine düşkündür. Her giz Hak kelamını dinlemek istemez. Dünya hadiselerinden kötü bir şeyle uğraşsa, zorda idim mecbur kaldım der. İnanma ki mustar değildir. Ondan bir şey isteme, kör, katı yürekli ve namerttir. İşi daim gönül kırmaktır, sözleri yakıcıdır. Halka saldırmak ister ve kendisinden ulu olanın önüne geçmeyi sever ve Hak söze inat eder ve intikam almayı sever. Ve her daim tecavüzdedir. Ey yar, nefsin yüz bin kötülüğünü açıklasam daha da fazladır. Amma nefsi gayet azgınlaştıran dünya mansıbıdır ve maldır ve cehalettir. Neuzibillâh ki, bu üçü de bir kişide olsa, binlerce Nemrut ve Firavun ondan ders alır.

Nefsi açlıktan ve yokluktan başka bir şeyle yenemediler. Çünkü hiçbir aç ve üryan illahlık davası etmedi. Ve nefsi açlıktan ve yokluktan gayrı nesne zebun etmedi. Ama onda dahi hatar yani tehlike vardır. Nitekim Resulullah (s.a.v.) buyurur; “Yoksul küfür söylemeye yakındır.” Her huy âdemden ölünceye dek tükenmez. “Her yavuz huyunda kim kıldı karar, Ta ölünce seni kılır bi karar, Cehd kıl, bed huyunu döndüresin, Ol cihana hüsnü huy gönderesin.” Cümle ilmin hâsılı, maksudu bu ki yaramaz huyun ola iyi huy İş bu derdin dilersen dermanını Mürşide var tuta gör fermanını. Ey yar, her iyi ya da yavuz huy âdemden ölünceye dek gitmez. Nitekim buyrulmuştur: Kötü huy tabiatından doğar, Ölmeden önce çıkıp gitmez.

Amma Hz. Mevlana Hüdavendigar buyurur ki; “Eğer mermer taş isen dahi, Bir gönül erine ve ehline erişesin Cevher olasın, Kalbin ne kadar da mermer gibi katı olsa Gönül ehlinin yanına gelirsen mücevher olur.” Ey birader-i âşık, bunun çaresi bir insan-ı kâmil sohbetinde olmaktır.

FASL-ÜL SANİ-İ IŞRİYN (22. Bölüm)

Mertebe-i fakr-da vaki olan Hadis-i Şerifin Tevfik-i beyanındadır

Resulullah (S.A.S.) Hazretleri buyururlar: “El fakr-ü fahr-i” “Fakirlik övüncümdür.” “Kabl-el Fakr-ü en yekûna küfra” ve “ El fakr-ü sivad-ül veche fiddareyn-i” Şöyle malum ola ki, Âlimlerin her biri bir söz söylemiştir. Ve muhakkikler dahi, her biri bir gunâ işaret buyurmuşlardır. Hülasa-i kelâm fakr-ü hakikî âdem-i temellük’ten ibarettir demişlerdir. “El fakr-ü men lâ şey-ün le hu”. Ve her gâh ki, bu fakir kimse, bir mertebeye erişe ki, onda asla mülkten nesne kalmaya. Pes, bu takdirce mertebe-i fakr-a yetişmiş olur. Ve bu kimseye layıktır ki, eğer kâinata fahr ederse… Resulullah (s.a.v.) bu fakr ile fahr eylemiştir. Hâşâ ki, fakri suveri ile fahr etmiş ola. Eğer Mekke’de suret-i fakrdır.

Hazret-i Resul (s.a.v.) zamanında dahi fakir kimseler var idi. Resulullah (s.a.v.) fakir mi olur? Ki, Cenabı Hak buyurdu: “Dağları altın eyleyeyim”. Velâkin, âdem-i temellük manası oldur ki, fakir olan kimseler, hiçbir nesnesi olmayıp, temellük cihetiyle, kendine izafet edebile. Bil ki, kendi vücudundan bile fani olur. Nitekim Resulullah (S.A.S.) buyurmuşlardır: “Vücudun öyle bir günahtır ki; ondan daha büyük bir günah yoktur…” Ve bu makam tevhid-i sırftır.

(Habîb-i Kibriyâ efendimiz “El-fakru fahrî: Fakirliğimle iftihar ederim” buyurmuştur. Bunun manası; “Hak’tan başka kimseye muhtaç olmamaklığım ile iftihar ederim. Bende olan her şeyin, mülkün yegâne sahibi Rabbimin emaneti olduğunu bilirim, sahiplenmem, kuvvetimle, güzelliğimle gururlanmam” olsa gerektir. “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisine göre kişinin kendisini bilmesi demek Rabbi karşısında yok olduğunu bilmesi demektedir. “El-Fakru fahrî” hadîs-i şerîfine de uyarak halle, sözle bedenen ve malla bütün insanoğluna emaneten verilen eşyayı Cenâb-ı Hakk’ın mülkü bilip kendimizi fakir ve muhtaç hissettiğimizde “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisine göre Cenâb-ı Hakk’ı bilmiş oluruz.)

Zira her gâh ki izafet sakıt olsa, tevhid sabit olur ki, “Et tevhid-ü iskât-ül izafat” “Vel fakr-ü sivad-ül vech-e fiddareyn-i”. Manası: Eğer tahkik edilebilirse hemen ol manadır ki, geçen Hadis-i Şerifte zikrolundu. Ve sivad-ı Vechten murad, fena-i saliktir. Zira ki, sivad ve zulmet her yerde ki gelmiştir, âdem ve fena manası varid olmuştur. Ve nur ve ziya dahi vücud ve beka manasına gelmiştir.

Kemâ Kâllallah-ü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’in Bakara Suresi 257. Ayetinde; “Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” ve Kale Aleyhisselam; ( İnnallah-e halakal halka fi zulmeti sümme reşşin aleyhim min nur-i hi femen esabe-hu min zaliken nur-i fekad ihteda ve men ehta-a fekad zalle zalalen baid’an ) buyuruyor. Yani “Allah Teâlâ Hazretleri, müminleri zulmetten nura çıkardı cehilden, Resulünün ışığına kavuşturdu. Müşrikleri, kâfirleri nurdan zulmete döndürdü” buyrulmaktadır. Hadis-i şerifte “Muhakkak doğrusu bu ki, Allah (c.c.) Hazretlerinin yarattıkları zulmette idiler. Sonra onların üzerlerine ilahi lütufla nurundan zerrecikler lutfetti, işte bu nurdan kimlere isabet ettiyse, muhakkak hidayete kavuştular Ve yine kimlere erişmediyse hataların hatalarına düştüler. Ve ilahi lütuftan uzaklaştırıldılar.“ buyruluyor.

Bu rivayetin İbn-i Abbas’tan olduğu bilinmektedir. Pes kelamın manası oldur ki; fakr-ü hakiki hâsıl olamaz. İllâ şahsın fenasıyla dareynde hâsıl olur. Ve bu mertebe Âdem’ü temellüktür. Ve izafet-i iskattır. Yani, ol nesne ki, O’na muzaftır. Vücuddan ve vücudun tevabiinden cümlesini terk etmektir. Malum ola ki, her gâh ki bir şahıs vücudunun ve vücudun tevabiini iskat eyleye, pes anda bir türlü temellük kalmaya. Ve temellük kalmadıktan sonra, o kimse şüphesiz fakir olur. Ve makam-ı fakr ki hâsıl olur. Ve bunun gibi fakr’a çün tahkik ile nazar edesin. Güna-i hakiki ile mübeddel olur. Nitekim server-i kainat buyurmuşlardır ki: ”Ve kad-e el fakr-ü in yekun-e küfra” manası dahi ol manadır ki, yukarıda zikrolundu. Ve fakr’ü hakiki’nin nihayeti manasına var. Ve çün Âdem-i Temellük ve İskat-ı İzafet hâsıl ola. Pes bu mertebede Vücud-u Sırf’tan, Vücudu Hak’tan gayrısı kalmaz. Ve bu mana şol makamat-ı muktezidir ki, demişler: “Sübhane ma a’zamü şani”, “Ve leys’e cübbet’i Sivallah” ve “Enel Hakk”. Malum ola ki bu kelimat-ı bi hasebüz zahir şeriatta küfürdür. Ve lakin bi haseb-ül hakikatte haktır.

Kalallahu Teâlâ Azze ve Celle Sure-i Hud, Ayet 7’de; “O'nun Arş'ı su üzerinde idi.” buyurmaktadır. Ol arş, akl-ı küllden ibarettir ki, tecelli-i evvelin mazharıdır. Ve sudan murad, yani su ilimden kinayedir. Bu takdirce işaret oldu ki; Üstüva-i akl, ilim üzerinedir. Ve arş dahi beştir. Ona Uruş-u Hamse derler. Arş-ı Hayattır ki evvel-i arş-ı hüviyettir. Ve arş-ı meciydtir. Ve arş-ı rahmandır. Ve arş-ı kerimdir. Ve arş-ı aziymdir. Ve cümlesi beş oldu. Ve andan sonra arş-ı hayat dedi ki; ana Arş-ı meşiyyet dahi derler Ve bu arş-ı müsteva-i zattır. Yukarıda ( Ve kane arş-ı hü alelma-i ) ayeti, bu arş-ı hüviyete izafet olundu. Ol ma’i üzerine müstevi oldu. Ve anın için arş-ı hayat denildi. Ve ma-i mevazi-i kesirde Madde-i havaiye ile tabir olunmuştur. Pes, bu takdirce konumuz olan Ayet- i Kerime’de ( Kane arş-ı hu ) kelam-ı ilahisinden öncelikle (El semavat-ı vel ard- Gökleri ve yeri ) kelam-ı ilahisi vardır. Çünkü ( Bizzat-ı lâ bizzaman müsta leban-i alel maddet fevkaha bil kürriyet-i ) Yani Zat-ı ilâhînin göklerin ve yerin ve bu âlemlerin yaratılışında, ilâhî nizamında zaman anlamı vardır. Fakat muhakkak olan bu âlemlerin yaratılmasından önce ne zaman vardı ve ne de mekân. Zaman ve mekân madde üzerinedir. Dünya küresi kendine göre ilahi nizam gereği atmosferle kaimdir.

Muhibi mahbubun gölgesidir. Hâlbuki mahbub mesturdur. Bu neden ile mahbuba kavuşmak zordur. Çünkü kesinlikle muhiplik, daima belâ içinde olmasıdır… Ve vücud-u izafî, vücud-u hakikî’nin pertevidir (nurudur). Ve vücud-u izafînin hakikatte vücudu yoktur. Eğer ki surette vücudu var. Pes keenne-hu bu vücud-u izafi vücud-u hakikinin gölgesidir. Nitekim gölge, cümle halinde kişiye tabidir. Şeyh-ül Ekber (K.S.) Aziz Füsus’unda bu ayet-i kerimeyi işlemiştir. Sure-i Hud, Ayet 56: “Yeryüzünde yürür hiçbir mahlûk yoktur ki O, onun alnına düşen saçlardan tutup çekmesin, onun mukadderatını tayin etmesin ve şüphe yok ki Rabbim, dosdoğru yoldadır, bütün kudretiyle beraber adaletiyle, lütfuyla hükmeder.” Ve ”esma-i mütekabilesi” ile anda mutasarrıf olmuştur. Ve tasarruk eder. İş bu risale, Allah’ın yardımıyla tamam olmuştur.

Kaynak: Seyyid Muhammed Nur'ul-Arabi Hazretlerinin Risalelerinden Alınmıştır.


[1] Biçun: Yaptığından sorulmayan. Emsalsiz, eşsiz, ortaksız, benzersiz demektir.

[2] Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyurdu ki: "Sâlih kullarıma gözler görmedik, kulaklar işitmedik ve kimsenin hatırına gelmedik ni'metler hazırladım."

[3]  (bk. Suyuti, ed-Dürrü'l-Mensur, 7/393; Kurtubi, el-Cami li ahkam, ilgili ayetin tefsiri)

Tevhid ve Marifet Sırları Kitabı

///////////////////////////////////////

“İlim bir noktadır, cahiller onu çoğaltmıştır.” (Hz. Ali r.a.) Varlık “Ba” harfi ile zuhur etmiş, nokta sayesinde ibadet eden ettiğinden, abid mabuddan ayrışmıştır. İmam Şibli ye sorulmuş: Sen Şibli misin? Cevap vermiş: “Ben “Ba” harfinin altındaki noktayım.” Bu ifade bizim noktayı ayırmak içindir. (abid ve mabudu) deyişimizin aynıdır. Söz konusu ayrım, kulun kulluk hakikatinin gerektirdiği şekilde var olmasıdır. (M. Arabi Hz.) Kâtibin yazdığı isimdir ve isim müsemmaya ayna olur. O aynadan bu yazılışların toplamı yani bütün mevcudat görünür. Noktasından harf olur ve harf den isim olur ve isimden ayine-i cihannüma hâsıldır. İsim, cihanı yansıtıp gösteren aynadır. O ayine-i cihannüma sensin! O nokta ki senin hakikatindir. (M. Nurul Arabi Hz.)   “Gözler O’nu idrak edemez. O ise bütün gözleri idrak eder. Ve O latiftir, habirdir.” (Enam 103) Allah’ı Allah’tan başkası göremez. Hakk’la (başkasının hakikatte varlığı yok hükmünde olduğundan) gayrı olmadığından görecek de yoktur! (M. Nurul Arabi Hz.) “Gözle Allah’u teala arasında perde olduğu gibi akılla O’nun arasında da perde vardır.” (Hadis-i Şerif)  “O’nu ilmen ihata edemezler.”(Bakara 255)  “Hakk Hakk’tır, mahlûk mahlûktur.” (M. Arabi Hz.) “İyi bil ki sen “O” olamazsın lakin, Sen meydanda olmadıkça sen “O” sun!”                                                             

“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi ondan ister. (O’na muhtaçtır.) O her an şandadır (Yaratma halindedir.) (İştedir) “Artık Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirdiniz?” (Rahman 29-30) “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim, bunun için de mahlûkatı yarattım.” (Hadis-i Kutsi) İşte bu hazineyi içinde bulan kimse, başka bir şey istemez ve aramaz. Bulanlar;  “Allah O Allah’tır ki, Kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” (Bakara 255-Ali İmran 2) Sırrına mazhar olurlar. “Biz insana şah damarından daha yakınız”(Kaf 16), “İçinizde! … Görmüyormusunuz! (Zariyat 21)  “O” sana senden daha yakındır. O zaman sen bir perde mesabesindesin! “Eğer perdem kalksaydı, yakinim çoğalmazdı.” (Hz. Ali r.a.)  

“Senden kimseye bir nişan verilmez,                                                          
Nişansızlığın nişanı budur.”                                                                                                                  

Hz. Ebu Bekir (r.a) “İdrakin idrakten aciz kalması idraktir.” Buyurmuştur. Yani : ”Allah’ı idrak hususunda insanın aciz olduğunu idrak etmesi idrakin ta kendisidir.” Buyurmuştur.

Ba Noktasının Sırrı Nedir?

”Halk senden korkar, ben ise kendimden korkarım,                                     
Zira senden iyilik, kendimden ise kötülük görmüşüm,                                  
Müslümanlık derdinin nimetini ver bana,                                                   
Zulmedici nefsimin yok (Fani) olmasını ver bana.”

Tövbenin hakikati beşeri varlıktan tövbe ve istiğfar etmektir. “Varlığın öyle bir günahdır ki başka günhlarla mukayese olmaz." (Hadis-i Şerif) Meal-i münifince bu günah-ı terk eylemek talib-i sadıka emr-i ehemdir.     
 

ÇIKMIŞ KİTAPLARIM;


  Allah Aşkı Kutbül Aşk Kitabı

RESİME TIKLAYIP ULAŞABİLİRSİNİZ

El-Aziz İrfan Ocağı - Muhammed Bedri Hüdayi  "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir? "Ba" Noktasının Sırrı Nedir?

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski