"Ba" Noktasının Sırrı Nedir?
☾☆
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ بِسْــــــمِ ﷲِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ العَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ
عَلَى رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ وَ ﺁلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينْ
Ey Talip!
Âlimler insanın hakikatinden, bazen açıkça ve bazen de rumuzla bilgi verirler.
Ama şart, hakikatin ehli olmayanlara bu gibi sırları söylemeyesin. Berhudar
olmaz ol kişi ki, sırrı ehli olmayana söyler ise. "Velilerin hallerini bilmeyen
ve makamlarından haberi olmayanlara bu bilgiler belki fayda değil zarar
verirler." Ve sırrı ehline söyleyen berhudar olur. Nitekim Hz. Ali (k.v.)
buyurur: “Kişi bilmediği şeye düşman kesilir ve her kişiye aklı yettiği
kadar söylemek gerekir” Nitekim Hadis-i Şerifte buyrulur: “İnsanlarla
konuşurken onların akıllarının ölçülerine göre konuşunuz.”
Ey Talip! Agâh ol ki, her ne ki afakta nişanlar vardır, senin nefsinde dahi vardır. Pes imdi, her kim âlemin nişanlarını kendi nefsinde buldu, Hakk’ı bildi. Nitekim Resul-ü Ekrem (s.a.v.) Hazretleri Hadis-i Şerifinde buyurur: “Nefsine arif olan Rabbini bilir” ve سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz” (Fussilet 53) ayeti buna delildir. Ey Talip! İnsanın cehaleti, kendisine büyük bir perdedir ve mihneti elemdir, sıkıntıdır. Hakk’a gayet yakın olduğun görmez de onun için kendini uzak olduğunu düşünür. Nitekim Hak Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de buyurur: “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf 16) İmdi Ey Talip, sana lazım olan gaflet perdesini aralamaktır.
FASL-Ü EVVEL
(1.Bölüm)
Ey Âşık! Bil
ve agâh ol, aklını topla ki bir acayip hikâye anlatayım sana. Bunu belle ve
unutma. Hazret-i Ali (k.v.)’ye sual ettiler ki: “Ya İmam! Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.v.) sizin hakkınızda buyurdu ki: “Ben ilim şehriyim, Ali onun
kapısıdır.” “İmdi senin ilmine bu Hadis-i Şerif şahittir. Sana ilmin
sırrından sual ederiz ki ilim nedir? Bize cevap ver.” Hazret-i Ali (k.v.)
buyurdular ki: “İlim bir noktadır, cahiller onu çoğaltmıştır.” Bunu
işittiklerinde, merakları ve talepleri arttı: “O nokta nedir? O noktanın
aslı nedir? Başı sonu nasıldır bize açıklayıver!” dediler. Hazret-i Ali
(k.v.) buyurdu: “Bu sır Allah’ın sırlarındandır. Bunun sırrını açık etmeye
izin yoktur. Bu sır kıyamet yaklaştığı zaman açığa çıkar.” Onlar bu
cevaptan korktular, şaşırdılar. Ama istekleri fazlalaştı. Ve yine niyaz ettiler
ki: “Ya İmam-ül Enam, Allah Teâlâ aşkına ve Resul-ü Muhammed Mustafa (s.a.v.)
aşkına olsun, aklımızın yettiği kadar bu ilimden bize haber ver” Emir-el
Müminin cevap verdi: “Onun nerede olduğunu söyleyeyim ama bir şartla ki,
daha fazla açıklama istemeyeceksiniz!” Kabul ettiler. Cenab-ı İmam-ı Ali
(k.v.) buyurdu: ”Ey Talipler! Bu esrar-ı ilahidir. Ve bunun sırrı, semavi
kitaplar olan; Suhuflarda, Tevrat’ta, Zebur’da, İncil’de her ne sır varsa
Kur’an-ı Kerim’de vardır. Ve her ne sır ki Kur’an-ı Kerim’de vardır, Fatiha
Şerife’de vardır. Ve Fatihayı Şerife ki her ne sır vardır, Besmele-i Şerif’te vardır.
Ve her ne ki Besmele-i Şerif’te vardır, onun “Ba” harfinde dahi vardır. “Ba”
harfinde olan sırlar da onun noktasında vardır. O nokta ki “Ba”nın altındadır.
Ben o noktayım” buyurdu.
Emir-el
Müminin’den bu sözü işittiler, fazlasına kudretleri kalmadı. Şartı yerine
getirip dönüp gittiler. Sonra o kadar çalıştılar, öyle hizmetler ettiler ki; “Âl-i
aba oldular. Âl-i aba; Ashab-ı Suffa kavmidir ki, bu ilimde rüsuh bulmuşlardır.
Başlarına aba çekip, noktanın sırrından söyleşip kelam ederler idi.” Bu
nokta, vahdet-i şems-i hakiki’dir, yani hakiki güneşin vahdetidir, gerçek
vahdet güneşidir. Bütün mevcudat, zahir ve batın bunun üstüvasından zuhur
bulmuşlardır.
Ey birader! Bu
ilmin sırrı yakıcı ve aydınlatıcıdır. Mevhumunu yak ki, dostun sırrı
anlaşılsın. Çalış, çabala, vehimlerini yok et! Ta ki sana sır yar olup
anlayasın. Tabiatını boş kelamlar ile bulandırma. Derine dalma isteğin ve
gayretin varsa, uyanık âşık ol. Bu önsözü öz olarak söyledik, daima hatırında
bulunsun, teferruatını inşaallah anlamak nasibine erişirsin.
FASLÜ-SANİ
(2. Bölüm)
Ey Birader!
Bahsettiğimiz bu nokta, eşyanın hakikatinin kaynağıdır. Bunu şimdi biraz daha
açıklayalım: Hz. Risalet (s.a.v.) en önce yaratılan şey için şöyle buyurmuştur:
Biri budur ki; “Allah önce nurumu yarattı” dedi. Biri de budur kim: “Allah
önce ruhumu yarattı” dedi. Biri de budur ki: “Allah önce aklımı yarattı”
dedi. Biri de budur ki; “Allah önce kalemi yarattı” dedi. Ve dahi
meleki mukarreb ve cevher-ü evvel dedi. Bunun cümlesi bir midir yoksa her
birinin hakikati ayrı mıdır? Ey birader! Bunun cümlesi bir hakikattir. Ama
izafet ve itibar yönünden değişik isimlerle zikretmişlerdir. Cevher-i evvel
itibariyle akl-ı evveldir. Ve ruh itibariyle nurdur. Ve kalem ve melek-i
mukarreb ve arş-ı azim ve Âdem itibarîyle bu cümlesi gerçektir. Esma-i evvel
cevher-i evveldir. Kuvvet-i ezeldir. Sadır olmuştur. “Birden ancak bir çıkar
ki, onun ortağı yoktur.” Buna Nokta-i Vahdet ve Şems-i Batın derler. Her
nesne ki bu âlemde ayandır, ol güneşin aksidir. Âlemde görünen her şey Ahiret
güneşinin aksidir. Bir nesneye yüz tane ad verilmekle o bir nesnenin hakikati
artmaz, çoğalmaz. Bir adamı birçok değişik isimlerle ansalar, o adam yine bir
kişidir. Mesela bir adam; hem marangoz, hem terzi, hem demirci, hem ressam
olabilir. Bütün bu deyimler doğrudur ama hakikati birdir. Bu çeşit vasıflarla,
o yine bir kişidir.
FASLI-SALİS
(3. Bölüm)
Ey Birader!
Hazreti Resul-ü Enbiya, kırk yıl süluk ile İLMİ LEDÜNNİ tahsil buyurup, kemal-i
insanîye ve MİRACI hakikiyeye erdi. Neliksiz niteliksiz Hakk’ın cemalini gördü
ki; “Hay”dir. Yani diridir, başkalarını da diriltir, o zaman ona “RUH”
adını verdi. Çünkü ruh hay ve muhyidir. Yani kendiliğinden diridir ve başka
şeyleri de diriltir, hayat verir. Ve dahi gördüğü bu noktayı hakikatin, şems-i
batın ve cevher-i evvel olduğunu idrak edip, başkalarına da idrak verdiğini
görünce, ona “AKIL” adını verdi. Çünkü akıl müdrik ve müdrekdir; idrak
eder ve idrak edilir. Onun zahir ve münevver yani açık ve aydınlık olduğunu,
başkalarını da ortaya çıkarıp aydınlattığını gördüğünde ona “NUR” adını
verdi. Çünkü nur kendiliğinden aydınlıktır ve başkalarını da aydınlatır. Bu
şems-i hakikatin yani hakikat güneşinin, bütün mevcudatı kendi varlığından var
eylediğini, âlemi kaplayıp ihata eylediğini görünce, ona “ARŞ” adını
verdi. Ve dahi gördü ki bundan daha ulu-aziym yok. “MELEK-İ MUKARREB”
diye ad verdi. Âlemde olanlara şefkat edici olduğunu ve her peygamberin basiret
gözüne çeşitli şekillerde görünüp, ilim sırrını açığa çıkardığını gördüğünde
ise ona “CEBRAİL-İ EMİN” adını verdi. Bu nokta-i hakikînin; âlim ve
mütekellim ve semi ve basir ve kadir ve cemil ve celil ve hay olduğunu
gördüğünde ona “ÂDEM” adını verdi. Bu anlattığımız sıfatlar ve değişik
isimler, tek bir hakikatin sırrıdır ki; buna âlem-i kuvvet ve âlem-i âdem ve
âlem-i mümkinat ve âlem-i mahiyat ve âlem-i külliyat ve âlem-i hakayık ve
âlem-i istidad ve âlem-i fıtrat ve âlem-i ceberut ve NOKTA-İ KÜLL ve
aklı küll derler.“Akl-ı külli ve nef-i külli insan-ı kâmildir; Arş ve Kürsi’nin ondan
ayrı olduğunu düşünme.”
Ey birader! Vasıf aynı mevsuftur. Her ne ile vasfedersen ol mevsuftur. Ol mevsufa varınca, gayriden diyesin. Ve dahi bilesin ki, kuvvet-i ezeli Hak Teâlâ’nın niteliksiz zatıdır. Buna nicelik isteyenler kâfir olurlar. Yani Hakk’ın zatını vasfetmeye kalkanlar, nedir ve nasıldır deyip tarif ve tavsif etmeye kalkışanlar, dinden çıkarlar. Akl-ı küll ki, âlem-i kebirin halifesidir, onun varlığı Hak’tandır. Onun sözü ve fiili Hak kavli ve fiilidir hiç şüphesiz.
FASLI-I RADİ
(4. Bölüm)
Ey Birader!
Bu nokta-i vahdet âlem-i hakikat ve Mazhar-ı tam, kuvvet-i ezelidir. Ve Sırr-ı
Hakikat-i Muhammediye’dir. Buna NOKTA-İ KÜLL derler. Çünkü mevcudatın
zuhuru, bunun zuhurundan ve üstüvasından olur. Her şey bu külli noktadan ortaya
çıkar. Eğer sual edip dersen ki; bu anlattığın noktadan ne çıkarsa kendi gibi
olmalıydı. Ama görüyoruz ki, binlerce şeyin hiç biri diğerine benzemez. Mademki
her şeyin aslı bu noktadır, o halde ondan çıkanların hep birbirine benzemesi
gerekmez miydi? VAHİD’den sadır olmaz illa vahid demiştik; Hiç şüphe yoktur ki
bu NOKTA’dan çıkanlar da, yine bir tek NOKTA’dır. Âlem zuhuru NOKTA’dan buldu.
Yani kâinat bir noktadan ortaya çıktı. Nokta deyince, kâtibin kaleminin ucundan
zahir olan noktayı anlarsın. Bu nokta dahi, ol noktanın bir örneğidir. Marifet; katreden denizi bilmek ve zerreden
güneşi görmektir.
Biçare Âdemoğulları,
ekseri cahil karanlığı havasında pervaz ederler, aynı yarasa gibi. Eğer şems-i
hakikatten haber verilse, basiret gözleri olmadığından inkâr ederler ve onlara
düşmanlık yaparlar. “Yarasa gibi karanlıkta iken, Hızır’ın bulduğu ab-ı
hayatı nasıl isteyip bulursun?”
Ey Hümam, Ey
Biçare! Âlem noktadan sadır olmuştur. Gökleri görürsün ki her biri nokta-i
aziymdir. Ve dahi yıldızlar, nice nokta-i münevverdir. Ve yerler; nice nokta-i
merkez-i âlemdir. Ve her maden ve her nebatat ve her hayvan dahi böyledir. “Gök
katlarının hepsi, ıslak yere kadar, tertemiz birer noktadır.”
FASL-UL HAMİS
(5. Bölüm)
Ey Birader!
Çün bildin ki nokta-i vahdetten âlem-i kesret zuhur etti, dahi bil ki ol nokta yedi
ki, gökler padişahlarıdır. Geri kalan sevabit (sabitler, yıldızlar), bunlara
tabidir. Reis-i salar yani kumandan bunlardır. Ve bunlar feyzi, akl-ı küllden
buldular. Akl-ı küll ki ana; nokta-i hakiki ve arş ve cevheri evvel ve kalem ve
ruh ve nur ve Âdem ve kutb-u âlem ve nokta-i vahdet denildi. Bunların cümlesi
bir hakikatin esmasıdır ki, celal ve cemal, nahs-ü said her feyz ki bu âlem
halkına olur. Mecmu-u bunların asarıdır (eserleridir) ki, tesir edip harekete
getirir. Zira ol nokta-i hakiki ki, şems-i batındır, bunlara göründü, bunlar
anın mazharıdır. Özellikle güneş kalb-i âlem-i ulvidir. En büyük ışıklı
cisimdir. Padişah-ı encümdür. Hayat-ı bahş ve nur-u bahş ve kudret-ü bahştır.
Geri kalanlar, feyzi hep bundan alırlar. Zira ol şems-i batın mazharıdır.
FASL-I SADİS
(6. Bölüm)
Ey Birader!
Göklerden ve yıldızlardan bu kadar kısaca bahsettik. Daha fazla ayrıntı vermek
sözü uzatmak olur. Ey Birader! Gökler ve yıldızlar babalardır. Anâsır-ı Erbaa
(Ateş, Hava, Su ve Toprak) 1)- Yaş-kuru-sıcaklık-soğukluk 2)-
Ateş-hava-su-toprak, bunlar analardır. Baba ve anayı bildin ise ki bunlar gök
ata ve yer anadır, bil ki bunlardan üç cins evlât muttasıl zuhur eder. Yani
maden, nebat ve hayvandır. Ey Birader! Buraya kadar söylediğimiz öz bilgiyi
anlayıp genişletirsen, amacına ulaşırsın. Aklını derleyip toplarsan, asıl
manayı anlarsın.
Ey Birader!
Her talibe farz-ı ayn ve farz-ı kifayedir kendi kendisini bilmek. Zira her şey
ki zuhur buldu, bir maksut için zahir oldu. Hak Teâlâ hiç gerekmez nesne
yaratmadı. Kur’an-ı Kerim’de: اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا
لَا تُرْجَعُونَ (Mü’minun 115) “Sizi boş yere mi
yarattık ve gerçekten bize geri dönmeyeceğinizi mi sandınız?” Her şey aslına
rücu eder. Anın kemali ondadır. Yani her şeyin kemali aslındadır.
Ey Birader!
Acep bilir misin aslın ve maksudun nerededir? Büyük nedamet, büyük hasret! Eğer
sende insaniyet yok ise; güneş doğana kadar uyuyasın, güneş doğdukta nefsanî
uğraşıyla olasın. Sonra sana çok yazık olur, çok pişman olursun.
Ey Birader!
Birçok isimler ve müsemmalar ve cinsler ve yaratıklardan bahsettik. Bunların
cümlesinin hakikati birdir. BİR’den tecelli kıldı ki; ona akl-ı küll ve arş-ı
aziym ve nokta-i hakiki ve cevher-i evvel ve kalem ve ruh ve nur ve Âdem ve
kutb-u âlem ve nokta-i vahdet denilir. Bu cümlesi, bir şey-i Vahid’in adıdır. Ey
Birader! Bu anlattıklarımız süluk-u Muhammedi’dir ki, asıl demek istediğimiz,
asıl maksat budur. Bu ön bilgiden amacımız onu bildirmektir.
FASL-I SADİ
(7. Bölüm)
Ey Birader!
Bu cümlesini oynatan, her bir yerde esma ile bir müsemmaya tecelli ettiren LAFZ-I
KÜNN yani “Ol” sözüdür ki ana EMİR derler. Gerçeğe ermişlerin
katında emir, amirin aynıdır.
Kur’an-ı
Kerim’in A’raf Suresi 54. ayetinde buyruldu: اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ “Şüphe yok, Rabbimiz, öyle bir Allah'tır
ki gökleri ve yeryüzünü altı günde yaratmıştır” Ey Birader!
Hakk Teâlâ’nın Zat-ı Pak-i Kuvvet-i ezelidir. Bîçûn ve bî-çîgûne,[1]
yani kendisine niçin nasıl diye sorulamaz. “Allah Teâlâyı anlatan en iyi
kelime, en geniş ibâre, Şûrâ sûresi on birinci âyetindeki: "Onun
benzeri gibi hiç bir şey yoktur." sözüdür ki, buna Fârisî dilinde
"bîçûn ve bî-çîgûne" denir. Akıl neyi düşünür neyi tasavvur (hayâl) ederse
etsin, O değildir. Allah teâlâ ötelerin ötesidir.” (İmâm-ı Rabbânî Hz.) Cemi
esma ve müsemma ve ef’al ve akvâl ve esrar, envar, ezel, ebed, evvel, ahir,
zahir, batın cümlesi EZELİ’dir. Zuhur buldu ve anın vücudundan vücut buldu.
Ey Birader!
Cümle mevcudata Hak Teâlâ muhittir. Zatı ile ve sıfatı ile… İnşaallah-ü Teâlâ
ne vech ile muhit olduğunu, sana bir bir beyan edeyim. Ey Birader! Hak
Teâlâ’nın zat-ı pak-i kuvveti ezelidir. Anın adı AKL-I KÜLL’dür. Akl-ı küllün
mazharı, gökler ve yıldızlardır. Ve gökler ve yıldızların mazharı unsurlardır.
Yani ateş, su, hava ve topraktır. Ve unsuratın mazharı mevalidir. Ve mevalidin
mazharı; maden, nebat ve hayvandır. Ve hayvandan bir cinse HAYVAN-ı NATIK
derler ki, bu yaratılmış olan iki cihanın zahiri ve batını olarak tam mazharıdır.
Ve bu hayvan-ı natıktır ki ana Âdem ve insan derler. İşte bu insana bütün
melekler secde etmiştir. O bütün yaratılmışların özüdür ve Allah’ın yeryüzünde
halifesidir. İnsanın geri kalan mahlûk üzerine fazileti; nutuk yani konuşmak,
akıl ve ilim iledir. Ve ilmin mazharı akıldır. Aklın mazharı harftir. Ve harfin
mazharı nutuktur. Nutkun hakikati kalb-i Âdem’dir. Ve bu nutkun sırrından icmal
olunduysa, İnşaallah-ü Teâlâ ileride tafsil olunur. Ne kadar kâmil geçinenler
bu bilginin hasretiyle geçtiler, bilmediler.
FASL-I SAMİN
(8. Bölüm)
Ey Birader!
Bunda nitekim beyan ettikse, muhakkikler yani gerçeğe ermiş büyük veliler
lisanından ayan ettik. Hak Teâlâ Hazretleri buyurur; “Varlığımızın
delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara
göstereceğiz” (Fussilet 53) Ol afakın nişanlarını bilmek gerek. Andan evvel
ol nişanları nefisde bulmak gerekir. Çünkü birazını dinlediğin afaktaki bu
nişanlar, nefsinde de vardır. Nefsinde dahi bu nişanları bulasın, onda Hazrete
erişip göresin. Ey Birader! (Göstereceğiz…) ayetiyle ( Men arefe
nefse hu…) Hadisi, işte bütün evliyaların menbaı ve sırrı bunların
zımnındadır. Ey Talip! Bundan sonra sana vacip olan oldur ki; insanın
mertebesini bilesin. Bunlar nereden geldiler? Ve nereye giderler? Ve niçin? Niçin
kimi akıllı, kimi ahmak, kimi zengin, kimi yoksul, kimi adil, kimi zalim, kimi
âlim, kimi cahil, kimi sultan ve kimi kuldur? Niçin kiminin ömrü uzun, kiminin
ömrü kısadır. Ey Birader! Afakın zahirini diledin. Batının tesirini de
öğrenesin, âlemi ve Âdem’i nasıl etkilediğini de bilesin.
FASL-I TASİ
(9. Bölüm)
Ey Talip! Bil
ki, eski hükemalar ve âlimler bu âleme Âlem-i Kebir-Büyük Âlem derler. Ve
Âdem’e Âlem-i Sağir-Küçük Âlem derler. Amma muhakkikler katında Âlem-i Kebir
insandır. Zira her ağaçtan maksut yemiştir. Pes manada fer’i asıl oldu. Amma
hükema sözüyle âleme kebir, Âdem’e sağir diyelim. Pes sana vacip oldu ki;
âlem-i kebirde her ne var ise, âlem-i sağirde onu bulasın ve maksadın ne
olduğunu bilesin ve göresin. Şunu bil ki nutfe, nokta-i asıldır. Yani aslolan
nokta, insan cisminin noktasıdır. İnsanın ana rahmine düşmesi; cevher-i evvele
misaldir. Ve anın mukabelesindedir. Ve ana rahminde bir müddet durur, alak
olur. Sonra muzga olur. Yani uyuşmuş kan olur. Ondan Yani kemik-et, damar ve
sinir olur. Üç ayda böyle olur. Dört ay olunca, nöbet Güneş’e değer, hayat bahş
olur. Ve hiss-ü harekât irade hâsıl olur. Ve şol kan ki ana rahminde cem olur,
göbek yolundan çocuğa gıda olur. Çün dokuz ay olur, nöbet Müşteri’ye yani
Jüpiter’e değer. Çocuk vücuda gelir, Ahsen-i takvim ile… Eğer bunu anlamadın
ise, bundan daha aydınlıklı bir haber vereyim:
Ey Talip! Çün
nokta, cevher-i evvel dedik idi. Ana rahminde geçen dört ay, dört mevsimdir.
Azası tamamlanınca; baş-karın-el-ayak vs. yedi iklime benzer. Ve dahi içindeki
azalar ki; öygen (akciğer), dimağ, böğrek (böbrek), yürek, öd, ciğer, dalak
emsali yedi göktür. Öygen (Akciğer): Evvelki göğe misaldir. Ay feleğidir. Ol
cihetten kamer, âlemin akciğeridir. Ve iki âlemin ortasında vasıtadır. Bunun
özelliği; ilimler, maaş ve sevinçtir. Cebrail’in bir durağı andadır. Ve âlem
halkına ilim eriştirmeye sebeptir. Dimağ: İkinci gök misalidir. Felek’i Utarit
yani Merkür’dür. Bunun tahsili; yazı yazmaktır ve sürurdur. Böğrek (Böbrek):
Üçüncü gök misalidir. Felek’i Zühre yani Venüs’tür. Şol cihetten ki; Zühre
Âlem-i Kebir’in böbreğidir. Ve bunun işi daima neşe ve eğlence ve şehvet ve
sürurdur. Cümle halkın ferahına sebeptir. Yürek: Dördüncü göğün misalidir.
Felek’i Şems’tir. Ol cihetten ki; Şems Âlem-i Kebir’in yüreğidir. Bunun
tahsili; hayat ve kudret ve sürurdur. Ve İsrafil makamıdır. Sebep-i hayat-ı
âlemdir. Öd: Beşinci gök misalidir. Felek’i Merih yani Mars’tır. Ve ol cihetten
ki; Merih, Âlem-i Kebir’in ödüdür. Bunun tahsili; kahır, darb, hışım, gadab,
katl, tamah, inkâr, kibir ve hasettir. Bu sıfatlar cemi âlem halkına bundan
erer. Vay ana ki bu tecellisi fazla ola! Ciğer: Altıncı gök misalidir. Felek’i
Müşteri yani Jüpiter’dir. Müşteri, Âlem-i Kebir’in ciğeridir. Âleme sürur ve
rızık bundandır. Mikail makamıdır. Dalak: Yedinci gök misalidir. Felek’i Zühal
yani Satürn’dür. Ol cihetten ki; Zühal Âlem-i Kebir’in dalağıdır. Bunun şuğulu
kabz-ı ervahtır. Azrail makamıdır. Sebebi kabz-ı ervahtır. Durağı bundandır. Ruhi
hayvani, Kürsi misalidir. Felek’i Eflak’tir. Ol cihetten ki; Felek’i Eflak,
Âlem-i Kebir’in arşıdır. Ve akıl ki halifedir. Misali Akl-ı evvel’dir. Zira
akl-ı evvel, halife-i Hüda’dır. Çocuğun azası madenlerin örneğidir. Tırnaklar
ve kıllar nebata benzer. Ve his ve hareket ve irade ki sende hâsıl olur, misali
hayvandır.
Pes onsekiz
bin âlemde ne var ise, sende dahi vardır. Kur’an-ı Kerim’de “Varlığımızın
delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara
göstereceğiz” (Fussilet 53) ayeti kerimesi sabit oldu.
FASL-ÜL AŞİR
(10. Bölüm)
Saadet ve şakavet-i
insaniyyeyi beyan eder
Ey Birader-i
Âşık! Bil ki, bu zikrettiğimiz müfredat; Levh-i Mahfuz, Kitab-ı Hüda’dır. Ve
her nesne ki âlemde mürekkebatda zahir olur, cümle Levh-i Mahfuz’da
yazılmıştır. Zira Hakk’ın ilm-ü kadimidir. Sonradan tedbir etmek, sıfat-ı
mahlûktur. Müfredat; Âlem-ü Ümmühat, Levh-i Mahfuz ve Kitab-ı Hüda’dır. Pes
Hakk’ın ilm-ü kadimidir ki; Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Bunda yazılı olan Said
ve nahs (bahtsız) her biri vakti gelince felek sebebiyle zahir olur. Hiç
kimsenin buna şek-ki yoktur. Bu cümlesini harekete getiren EMR-İ Hakk’dır. Ve
İLMULLAH’tır. İmdi Ey Birader! Malum ola ki; halkı harekete getiren talidir.
Bilmeyen, kendi eder sanır… Pes imdi şöyle bilesin ki; nutfe ana rahmine düşer,
ol vakit ananın tali-i ne işte ise; her yıldızın, eğer dişi ve hareketi, eğer
said ve eğer nahs, neyin üzerine asar ederse, ol nutfe ki ana rahmindedir, anın
zatına nakşedilir. Saadet ve şakavet, zekilik, ahmaklık dâhil sahavet, himmet
ve hased, gani, fakir, her ne ki var, ol nutfe noktası, zatına tali oldu. Zira
ol nutfe, nokta cismin levh-i mahfuzudur. Ve ol levh-i mahfuz, âlemin
mazharıdır. Her kimse ki saiddir, saadetin ana karnında tuta geldi. Ve her
kimse ki şakidir, şakavetin ana karnında tuta geldi. Bu vech ile bunu kendinden
def etmek mümkün değildir. Ve âdem bunda mecburdur. Nitekim Habib-i Hüda
(s.a.v.) Hazretleri buyururlar: “Said anasının karnında saiddir, şaki
anasının karnında da şakidir.”
Çünkü âdemoğularının saadet ve şekavetini bildin… Ey Birader! Saadet yoldaş olan kimseyi sevdiler de, ondan ötürü saadeti ona yar eylediler zannetme! Öyle değildir. Nasibi O’nun öyle düştü. Vay şuna kim şekavet O’na yoldaş oldu, öyle değildir kim Onu sevmediler. O’nun nasibi dahi öyle düştü.
Ey Birader!
Bunda dahi bir sual varid oldu: Said saadetin tuta geldi. Ve şaki dahi
şekavetin tuta geldi ana karnında. Pes peygamberler ki bir kısmı resul, bir
kısmı da nebi olarak geldiler, bunların davetinden ve onlardan sonra gelen
meşayihlerin irşadından ne fayda oldu? Cevap: Bunda şüphe yoktur ki, saadet ve
şekavet ezelidir. Zira Kur’an ile ve hadis ile sabittir. Ama hiç işittin mi ki;
Kur’an’da ve hadiste ana karnından dünyaya said gelen said gider veya şaki
gelen şaki gider?
Bundan sonra
bil ki şekavet iki türlüdür: Şekavet-i mutlak var, şekavet-i mukayyet var.
Şöyle ki; sana istemeden gelen şeye mecbursun. O zaman tevekkül ve sabrı seç.
Eğer senin ihtiyarın ile gelir ise, sen anda muhtarsın. O zaman iyisini kabul
eyle ve yaramazından kaç ve istiğfar eyle, pişman ol. Kalbin ile Hakk’a teveccüh
edip kâffe-i umurda Allah Teâlâ’dan medet ve derman talep eyle. Eğer bu cevaba
kanmadın ise, bundan daha aydınlıklı yeni haber vereyim işit:
Ey Birader!
Nutfede yazılmıştır ki; insanın dili ola, kulağı ola, gözü ola, eli ve ayağı
ola. Ama yazılmamıştır ki; ne kadar söyleye, ne kadar işite ve ne kadar göre ve
ne kadar endişe ede… Ama yaramaz fikir ile yaramaz işler işlersen sana bela ve
musibet geleceği yazılmıştır. Eğer iyi fikirle bu işleri işlersen, sana iyilikler
gele ve iyilik bulasın… Ey Birader! Sana bir delil dahi budur: Görmez misin ki
dağlarda biten yemiş ağacının yemişini yersin, seni bozar ve boğar. Ama üstat
bağcı eline geçerse; anı aşılar, terbiye eyler, meyvesi herkesin yanında makbul
ve kıymetli olur. İşte üstat bağcının eline geçmeyen, geçemeyen, hüdayi nâbit
halindeki meyve ağacının bazı nedenlerle dalı budağı kurur, meyvesi yenilmez
olur. Pek nadiren bu yabani meyve yenilebilir. Gene de aşılı ve terbiyeli
olanını tutmaz. Çünkü terbiye lazımdır. Onun için Nebiler, Resuller davet için
gönderildi ve geldiler. Davet ettiler: Kimisi tabi oldular, kimisi olmadılar.
Ancak bize lâzım olan oldur ki; ne ile memur isen, anın üzerine, Kur’an’ı
Kerim’de, Hud Suresi’nin 112. Ayetinde ”Emrolunduğun üzre dostdoğru ol!”
Buna bir
delilimiz dahi budur: Görmez misin bir nice Türkmen oğulları, dağlarda ve
köylerde eşek ve sığır güderler. Kendileri dahi hayvana benzerler, din ve iman
nedir dahi bilmezler. Ama bir nicesi dağdan inip, gelip, medrese bekleyip,
meşayih yüzün görüp, EDEP öğrenirler, terbiye olurlar. Adları Türk-terk
iken, Mevlana Şemseddin, Mevlana Bedrettin olur. Bu ikisinin beyninde fark
zahirdir.
Ey Birader!
Niceleri kaderî mezhebine katılıp, tembel ve kâfir oldular. Çalışıp kazanarak
ilerlemekten kaldılar. Gerçi Resulullah (S.A.S.) buyurur: (El kader-i Hakk’un)
yani kader Hakk’dır. Ama sen kaderi bilmezsin. Ondan ötürü dünya işinde
çeviksin, ahiret işinde yavaş ve tembelsin. Nitekim Hazreti Mevlana
Hüdavendigar Mesnevi Şerif’inde buyurur: “Peygamberler ahiret işlerini
tercih ederler Kâfirler dünya işlerine düşkündürler.” Ey Birader! Şol ki
dünyadan sana nasip olmuştur ya, elbette sana erişir. Zira ana karnında kuradan
öyle düşmüştür. Ama ahiret nasibin ana karnından seninle beraber gelmiş
değildir. O senin çalışmana, gayret etmene bağlıdır.
Nitekim hikmet sahipleri demişlerdir ki: Cehd Hakk’dır, Hakk’dandır. Senin de cehd etmen hakkındır. Çünkü dert de Hakk’dan ve deva da Hakk’dandır. Sen ki dert içindesin, deva aramak senin hakkındır. Cehd, dert ve devanın Hakk’dan olduğuna ve kendisinin de çaba gösterip hakkını elde etmeye inanmayan inkârcıdır. Eğer dersen ki; “Kifaf-ı nefis kadar çalışmak şer’idir. Hep peygamberlerin sanatı var idi” Ya kifayet miktarı bu mudur ki; geceyi gündüze ve gündüzü geceye katıp, vaktiyle cemaatten mahrum olup, belki kazaya konak mıdır? Ve dahi alessabah cümleden evvel dükkân açıp, şeytanın sancağını dikip ve yine cümleden sonra dükkânını kapatıp, bu kere şeytanın sancağıyla önüne düşüp eve gelerek, hayvan gibi yatıp, sabaha deyin uyumak mıdır? Veyahut kifayet miktarı bu mudur; nefais deyup ve nefisler giyip, kullar ve cariyeler ve mezrualar edinip, atlar, donlar, şehavet-i nefsaniyenin arzularını yerine getirmek midir? Hâşâ ve kella böyle ola! Allahu Teâlâ hidayet eyleye.
FASL-I HADİ-İ
AŞER (11. Bölüm)
Hakikat-i
İnsan, Ef’ali İnsan, Üstüva-i Nokta
Ey Birader-i
Âşık! Çün Kur’an’ın manasını bildin ve afakın nişanını nefsinde buldun. Ve dahi
bildin ki; cevher-i evvel ki ona, akl-ı küll ve şems-i batın ve nokta-i asl
deriz. Bu noktaya neden nokta deriz? Çünkü bu nokta, nokta-i illettir. Cümle
mevcudat bunun üstüvasından çıktı. Zira Muhaddid-i Cihan’dır. Arşullahtır.
Onsekiz bin âlem bunun katında bir hardal tanesi gibidir. Buna onun için nokta
deriz ki; müdevverdir yani yuvarlaktır. Geri kalan ne kadar müfredat varsa onun
altındadır, onlarda değirmidir. Bir dahi nokta dedikleri oldur ki; kâtip kalemi
kâğıt üzerine koyunca, evvela bir nokta ortaya çıkar. Ondan sonra harf zahir
olur ve harften kelime zahir olur ve kelimeden kelam ortaya çıkar. Kelamdan
esma yani isimler meydana gelir. Esma, bütün eşyanın isimleridir ve her şeyi
kaplamıştır. Nitekim Hakk Teâlâ Talâk Suresi 12. ayette buyurur ki: اَنَّ اللّٰهَ
قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْماً “Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.”
Yani “Şüphesiz Allah bu ki, ilmi ilahiyesi
ile küllü şey’i ihata eyledi.“
Ey Birader! Bu anlattıklarımızın özeti; en başta bildirdiğimiz sözdedir: Hazret-i Ali (k.v.) buyurur; “İlim bir noktadır, cahiller onu çoğalttılar.” Ve dahi buyurur ki: “Ben ‘Ba’ nın altındaki noktayım!” Ey Birader! Hakikat-i İnsan bir noktadır. Her kim o noktayı bildi, kendini bildi. Ve yine Hazreti Ali (k.v.) “Eğer perdem kalksaydı, yakinim çoğalmazdı” buyurdu. İmdi Ey Yar! O nokta sende dahi vardır. Eğer bilesin ki, sana dahi yakın ola. Şekten, şirkten ve hayalden kurtulasın. Tasdik ve hulusa eresin. “İlim bir noktadır, cahiller onu çoğalttılar.” vechi budur fefhem (düşün, anla)… Ve dahi Ey Birader! Sende on yedi kuvvet vardır. Eğer bu kuvvetleri bilesin, noktanın sırrına eresin…
FASL-I SANİ
AŞER (12. Bölüm)
Kuvvet-i
Zahir ve Kuvvet-i Batın
Ey Birader!
Sen bil ki, hissi zahir beştir. Yani beş duyu organı vardır: Birinciye lems,
yani dokunma derler. O bir kuvvettir ki, bedenin her yerinde vardır. O kuvvet
ile insan soğuğu, sıcağı bilir. Ve katı ile yumuşağı bilir. Ve eğer insanda bu
kuvvet olmazsa, ne rutubeti ve ne de yubuseti yani kuruluğu bilir. Ve ne
harareti ve ne de burudeti yani soğuğu bilir. İkinci kuvvete zevk yani tad
derler. Onun yeri dil ile dimağ arasındadır. O bir kuvvettir ki, tatlı ile acı,
tuzlu ile ekşi onunla bilinir. Üçüncüye şem yani koklama derler. Onun yeri
bedenden yukarıdır. Evvelki dimağda, iki küçük emcik başı gibidir. O bir
kuvvettir ki, iyi kokuyu sever. Ve yaramaz kokulardan ikrah eder, hoşuna
gitmez. Dördüncüye semi yani işitme derler. O bir kuvvettir ki, kulak deliğinin
dibinde ve dimağın iki yanında makamı vardır. Kelamın iyisini ve yaramazını
işitir ve bilir. Beşinciye basar yani görme derler. Bunun karargâhı, dimağın
ahirinde ve göz çukurunun önündedir. Mahsusatta ne suret görürse seçer. Çünkü
bu beş hiss-i zahiri bildin, şimdi de beş hiss-i batın izah edilecektir. Dahi
bilesin ki;
Hiss-i
batının evvelkisine hiss-i müşterek derler. Bir kuvvettir ki, hiss-i zahir ne
anlarsa, derhal hayale eriştirir. İkinciye hayal derler. Hiss-i müşterekin
hazinedarıdır. Üçüncüye vehim derler. O bir kuvvettir ki, âdemin batın-ı
lemsidir. Hayvanlarda akıl yerinedir; o kuvvet yüzünden gerektiği yerde ürker. Dördüncüye
hiss-i mütehayyile derler. Bu dahi bir kuvvettir ki; hükmün teferruatı
elindedir. Acayip endişeler izhar eder. Ne vakit ki akıl onun üzerine galip
ola, ona mütefekkire derler. Ve her gâh ki vehim galip ola, ona mütehayyile
derler. Ve Bâtıni kuvvetlerden bundan yukarısı yoktur. Beşinci hiss-i zikre
derler. Bu hasene-i ahkâm-ı vehmiye derler. Vehim hükümlerinin ambarı demektir.
Ey Birader!
Bu on hiss-i zahir ve batını bildin, yedisi dahi kaldı. Bunları dahi bilmen
gerek. O vakit insanı bilmek marifeti açılır, aciz kalmazsın. Bil ki bu yedinin
evvelkisine kuvve-i cazibe derler. İştiha getirir. İnsanın arzu ettiği şeyi
kendisine çeker. İkinciye kuvvet-i mâsike derler. Taamı (yemeği) tutar,
sindirmeyi arttırır. Üçüncüye kuvvet-i hazım derler. Taamı eritir, yürütür ve
sindirir. Dördüncüye kuvvet-i dâfia derler. Kesiften latife erer; faydalısını
faydasızından ayırır. Beşinciye gaziye derler. Bu taamın latifini, faydalısını
bir nice cevher saklar gibi saklar. Altıncıya kuvvet-i namiye derler. O azanın
her birisini bilir ki ne gerektirir. Gaziye onun hizmetkârıdır. Yedinciye
kuvvet-i müvellede derler. Gaziye ve namiye onun hizmetkârıdır. Maddeden fazla
alır. Ol fazladan bu şahsı dahi götürür. Ol nutfe budur. Ey Birader! İnsan
marifetinin tafsili bihaddir. Bu muhtasar ihtiyar olundu. Bu bahis uzundur,
kısaca yazdık.
FASL-ÜL
SALİS-Ü AŞER (13. Bölüm)
Hakikat-i
İnsan
Ey Birader-i
Aziz! Allah Teâlâ Hazretleri Kur’an- ı Kerim Sure-i Ahzap 72. ayette buyururlar
ki: اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا
الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًاۙ Meali
Kerim’i: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu
yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi.
Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” Ey Birader! O emanet nedir ki;
gökler ve yerler, dağlar onu yüklenmekten kaçtılar ve insan kabul eyledi? Niçin
zalim ve cahil oldu? Ve dahi Hak Teâlâ buyurdu kim; EMANETİ EHLİNE VERİN!
Sure-i Nisa 58. ayet: اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا
الْاَمَانَاتِ اِلٰٓى اَهْلِهَاۙ “Şüphe yok ki Allah, emanetleri ehline vermenizi…” Ey Birader-i
Sadık! Bazıları o emanet candır dediler. Hakk’a canla meşgul olmak gerekir
dediler. Ve bazılar dediler ki akıldır; daima Hakk’ı teakkul etmek gerektir. Ve
bazıları, imandır dedi. İman: dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve şartlarına
uyarak amel etmektir. Bazıları dedi ki; ameldir. Kemal kazanmak amelle olur.
Belki varlıkların amacı ilim ve ameldir. Bu dediklerinin hepsi de haktır ve
hakikatte birdir. Bu dördü birdir.
Ey Birader!
Madem bunlar sana emanettir, emaneti ehil olmayana ısmarlama. Eğer ehlinin
gayrına tevdi edersen, zalim ve cahil olursun! Ey birader! Eğer nefsini ve
malını Hak Teâlâ kabul eylese, onun karşılığı ömrü ebedidir ve cennet-i
sermedîdir. Yani sonsuz hayat ve cennettir. Nitekim Kelam-ı Kadim’inde buyurur:
(Tövbe Suresi 111) اِنَّ اللّٰهَ
اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ
“Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın
aldı.” Ey Birader! İnsan nefsini tam bilmeyince, Hakk’la olmaktan
acizdir. Vallahü a’lem.
FASL-I RABİ
AŞER (14. Bölüm)
İnsanın
Hakikati Bir Noktadır
Ey Birader-i
Âşık! Maksuda geldik. Aklını başına topla. Vehim sırrını kimseye deme! Agâh
ol ki, şol nesne ki insanın kalbidir, biz ona GÖNÜL deriz. Onun merkezi,
karargâhı yürektir. Ve yüreğin ortasında bir nokta vardır. Rengi siyahtır. Adı
“Süveyda”dır. O nokta, insanın hakikatinin merkezidir. Ve batın
güneşinin kudsüdür. Ve nutfenin menbaıdır ve beden-i insanın arşıdır. Ve nefsi
natıka budur. Ve cisim vilayetinin padişahıdır. İnsandır. İnsanın mutasarrıfı,
karaca bir noktadır. Ama bunun azameti zahirinde değildir. Bunun fazileti ve
kudreti, onun üstüvası sırrındadır. Üstüvası sırrına muttali olmak istersen;
beşeriyet sıfatından çıkmak iledir. Netice: Ulûhiyet sıfatı tecelli ettiğinde,
beşeriyet eserleri yok olur. Ey Yar! İnsan beşeriyet sıfatını değiştirdiği
zaman; onun bir makamı vardır ki, ne göz gördü, ne kulak işitti ve ne beşerin
hatırından geçti.[2] Hadis-i
Şerif: ( Lâ ayn-ı reet velâ üzn-ün semiât velâ hatar-ün ala kalbi beşer-in) Ey
Yar! Çün bildin ki yürek içinde bir nokta vardır, adı “Süveyda” dır. Bir adı da
kutb-u bedendir. Ve insanın batın şemsidir, yani manevi güneşidir. Bu noktanın
sırrı, ferdi mücerreddir.
Süveyda
denilen kalp noktası soyut bir şeydir. Renksiz ve şekilsizdir, bir şeye girmez,
bozulmaz, boyutu yoktur. Beşer sıfatlarından temizlenip mücerred olsa görünmez,
hissedilmez, ezeli ve ebedi bir nur zahir olur. Pes bunun zahir vasfını işitip,
bir nesne bildin sanma. Cehd kıl ki, sırrından bilesin. Zira bu nutfe âlemin
noktasının mazharı tammıdır. Nitekim yukarıda âlem-i kebirin noktasını biraz
şerh ettik idi. Bu nokta o noktanın mukabelesindedir. Bu onun tam mazharıdır. Ey
Birader! Bu noktanın sırr-ı üstüvasından harf zuhur eder. Zira harf, noktanın
sıfatıdır. Akıl dahi bu harf ve noktanın nurudur. Nitekim Resulullah (S.A.S)
buyurur: “Akıl, kalpte Hakk’la batılı ayıran bir nurdur.” Ey Birader!
Sorarsan ki; madem harf noktanın sıfat-ı kadimidir, nasıl tecelli eyledi? Buna
istişare kabilinden misal getirmek gerek ki, biraz anlayasın.
Mesela düşün
ki kâtip kalemi eline aldı ve satıh üzerine koydu. Bir nokta zahir oldu.
Noktayı çekti harf oldu. Bir daha çekti kelime oldu. Bir dahi çekti kelam oldu.
Kâtibin yazdığı isimdir ve isim müsemmaya ayna olur. O aynadan bu yazılışların
toplamı yani bütün mevcudat görünür. Ey Yar! Bildin ki kâtibin noktasından harf
olur ve harften isim olur ve isimden ayine-i cihannüma hâsıldır. Yani isim,
cihanı yansıtıp gösteren aynadır. Nitekim Mevlana Hüdavendigar Hazretleri
buyurur: “Ey sen, ilahi kitabın nüshası, Ve ey sultanlar sultanının cemal
aynası, Âlemde ne varsa hepsi sensin; Aradığını kendinde ara çünkü aradığın
sensin.”
İmdi Ey
Birader! O ayine-i cihannüma sensin! Hiç senin senden haberin var mı? O nokta
ki senin hakikatindir, ondan da birbirine ulalı harf zahir olur. Gece ve gündüz
harf zuhuru durmaz, devam eder, daim uyanıktır, uyuması yoktur. Görmez
misin; beden uykuya varınca, gece gören odur. Ve gündüzün her işi düşünen
odur. Görmez misin; hatırına gelir ki, oturayım veyahut durayım ya da pazara varayım
veya eve varayım dersin. Bu andıklarının her biri ya üç harftir, ya dört
harftir, ya da beş harftir. Birkaç harf birleşse, sana bir fiil gösterir, sen
onunla hareket edersin. Pes seni hareket ettiren harf oldu. Ama tabiatına ne
layık ise, o harfler birbirine tokuşur, layığını gösterir. Sen onunla fiil ve
hareket edersin. Peki, bu ortada sen misin? Eğer sen seni bilmezsen, çok çok
yazık ve çok çok pişmanlıklar içindesin!
Ey Birader!
Aklın karargâhı ve makamı dimağdır. Ve dimağ, felek-i Utarit yani Merkür’dür.
Utarit daima yazmakla meşguldür. Gördüğü ve düşündüğü her şekli yazar. Ve iyiyi
yaramazdan seçer. Zira akıl müdriktir ve mümeyyizdir ve faruk-u bedendir. Yani
idrak edicidir ve ayırıcıdır.
Ey Yar! Akıl
ve harf ve nokta bu üçü birdir. Buna istişare yoluyla bir misal verelim, bundan
anla ve fehmet: Bil ki güneş, yukarı gökte bir noktadır. Ama ışığı yerdir. Nuru
yere dokunur, yansır, âlemi aydınlatır, her şeye kudret bahşeder. Pes Ey Âşık!
O nokta ki, yüreğin ortasındadır. Senin batın güneşinin kudsüdür. Ve onun
sırrı, manevi bir nurdur. O nur dimağa yansır. Bu göğün güneşinin nuru dimağa
dokunur, münakis olur. Bütün dış ve iç duygular aydınlanır. Mecmu hiss-i zahir
ve batın, o nuru manevi ile münevver ve rûşen olur. Ve kuvvet ve can bulur. Ve
her bir işli işine istiva olur. Şöyle ki; gözün görmesi ve dilin söylemesi ve
kulağın işitmesi ve aklın idraki, bunların mecmu’u, o nuru manevinin
tecellisidir. Her mevsufa bir türlü idrakle ve adla, bir türlü fiil ile hareket
eyler ve kendi maslahatını kayırır. Bunun delili şudur: Arş-ı Hazret bütün
yönleri kuşatır. Yani âlemin üstadıdır. Muhakkikler; “Arş istivası sırrı bir
nokta-i azimdir” derler. Ve “arş cüzi kuvveti onda bulur” derler. Ve “Levh-i
Mahfuz odur” derler.
Hak Teâlâ’nın
zat-ı pâki bir kuvvet-i ezelidir ki, misli ve menendi yoktur. Ve nicelik ona
yol bulamaz. Ve bu zat-ı pak ki, kuvvet-i ezelidir, onun ilm-i kadimi, o levh-i
mahfuzda nakşedilmiştir. Ezeli ve ebedidir. Âleme fazl ve feyz ondan erişir. Ey
Birader! Bizim amacımız sendeki noktayı anlatmaktı. İşte arş, o noktanın
karşılığıdır.
Ey Yar! Sakın
yanlış anlama ki; nokta dediğimiz, bu gözle görünen harf ve nokta değildir.
Zira ki, o görünmez. Bu nokta kaybolur, silinir, yok olur ama o noktanın sonu
yoktur. Bölünmez, parçalanmaz ve yok olmaz. Ey Birader! Bu ilm-i batındır. Buna
zahir gözle bakma ki, batın sırrından mahrum olmayasın. Bunu madde zannetme,
manevidir.
Eğer sual
edersen; Akıl kalbin nurudur dedin ve yürekten yukarı dimağa tecelli eder
dedin. Niçin güneş ve arş yukarıdan aşağıya tecelli eder? Cevap: Çünkü insan
âlem-in aksidir. Âlemin içini dışına çevirsen ve dışını içine döndürsen âdem
olur. Zira âlemin zahirinde ne varsa, insanın batınında vardır. Eğer bin yıl insanın
sırrından söylense tamam olmaz.
Pes niçin
âlem durupdur muteber Âdemi pişe düşüpdür muhtasar. Anın çün o uludur bu küçi Kim
anın dışı, bunun oldu içi. (İnsan kâinatın özüdür; o yüzden âlem büyük,
insan küçük oldu. İnsan âlemin içi âlem insanın dışıdır.) İmdi sözümüz
şuydu ki, akıl gönlün nurudur ve gönülden tecellisi muttasıl dimağadır. Amma
aklın gönülden ayrı ihtiyarı olduğunu ve harfin ve noktanın arştan ayrı
ihtiyarı olduğunu düşünme! Kuvvet-i ezeli, Hak Teâlâ’nın bi misli ve bi beden
zat-ı pakidir. Yani, ezeli irade ve kuvvet Hak Teâlâ’nın eşsiz ve benzersiz
zatıdır. Ey yar, varlıkların hepsi o ezeli kudretin mazharıdır. Baktığın gün
anı hayal kamu.
FASL-ÜL
HAMİS-ÜL AŞER (15. Bölüm)
Noktanın
sırrının diğer adı
Ey Birader
Âşık, insanın hakikati insanın ruhudur. Nitekim Hak Teâlâ ve Takaddes
Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de buyurur: İsra Suresi 85. Ayet: “Ey Muhammed,
senden sual ederler ki ruh nedir? De ki, O rabbimin emrindendir.” Amenna ve
saddekna, Ruh emirdir. Amma emir nedir dersen, emir, seni diri tutandır. Ey
yar, muhakkikler derler ki, emrin merkezi yüreğin ortasında olan o noktadır. O
merkez noktası bir müdevver ayine gibidir, iki yüzü vardır. Yani, gayb âlemine
ve şahadet âlemine tasarrufu vardır. Ne vakit bu ayine temiz, saf ve cilalı
olursa, gizli sırları ona yansır, onda görünür. Ve cümle halkın gönlünde bu
ayine vardır, amma pas tutmuştur; cehalet ve gaflet pasıyla, dünya muhabbeti
pasıyla kirlenmiştir. Ey yar, bu pasın giderilmesine; ya ilmi hakikat
gerek veya mürşidi kâmil gerek…
İmdi ey yar, o vücut aynası olan o değirmi
nokta Allah’ın feyzini kabul edicidir ve emir merkezidir. Emir, emir verenden
ayrılmaz. İmdi ey yar, iyi dinle; bil ki emr harftir. Ve harfin kalbi noktadır.
Ve nokta ayine-i cihannümadır. Ve hem vahiy kâtibidir. O hem harftir, hem kalem
ve hem kâtiptir ve hem sâcit ve hem mescuddur. Yani secde eden ve secde
edilendir. Ve hem fail ve hem mefhuldur. Ve hem gayb ve hem hazırdır. Ve hem
evvel ve hem ahirdir. Ve hem zahir ve hem batındır. Bu sözler kalbi “Beytullah”
olan kimselerin kalbine işarettir.
Nitekim
Resulullah (s.a.v.) buyurdu: ( Kalb-ül mümin hazainü Allah).Ve yine buyururlar:
(Kalb-ül mümin beyne isbeayn-i min esabürrahman yukallib-ü keyfe yeşaü ). Yani;
“Müminin gönlü Hakk’ın iki kudret parmağı arasındadır, her nice dilerse
döndürür.” O iki parmaktan murat, Allahu âlem, cemal ve celaldir. Yani
lütuf ve kahır sıfatıdır. Ve bir Hadis-i Kudside dahi buyurur: “Kulumu
seversem gönül evini benden gayriden boş eyleyip, dilinden söyleyen, kulağından
işiten, gözünden gören, elinden tutan ben olurum. Benimle söyler, benimle
işitir, benimle görür, benimle tutar.” Ve Hadis-i Şerif’te buyurur; “Allah-ü
Teâlâ Hazretleri âdemi kendi sureti üzerine yarattı ki, suret-i rahman’dır.”
Ve dahi Hak Teâlâ Kur’an’da Peygamberimize (s.a.v.) buyurdu: Enfal Suresi 17.
Ayet. ”Ya Muhammed! Attığın zaman elinden
atan benim“
Pes bir
kimsenin kalbi Hak’tan başkasından boşalsa, O kalbe Hak kanat olur. Ey yar,
kalbin mazhar-ı ilâhî ve şah ayinesi olduğu sabit oldu. Bil ki, kalbin hakikati
noktadır ve harfin mazharı noktadır. Ve harf müdriktir, yani idrak edicidir. Bu
harf-i müdrik, nesne idrak ettiği vakit, O idrakin adı “Akıl”’dır. Ve bir nesne
gördüğünde, adı “Basar”dır. Ve işittiği vakit adı “Semi”dir. Ve burunda koku
duysa adı “Şem”dir. Ve beden ıssı ve soğuğu duysa adı ”Lems”tir. Ve her sıfatın
ve her taamın lezzetini alsa adı “Zevk”tir. Ve her söylediğinde adı “Kelam”dır.
Ve bir nesne terkip ettiğinde adı “Fen”dir. Ve gönülde harfleri tiz tiz
çıkarsalar, her bir nesneden birkaç suret musavver etseler, O musavver olan
surete müdrek derler. İdrak edilen demektir. İdrak eğliyorken adı “Hayal”dir.
Ve tamamen
idrak eylediğinde adı “Akıl”dır. Ve her nesneyi teakkul edip, hariçten ve
dâhilden kendine yaramayanı önünde tutar, adı “Hafıza”dır. Ve anmak dilerse adı
“Zakir”dir. İdrakinin nihayetini talep etse adı “Tefekkür”dür. Ey yar-ı sadık,
bu dediğimiz değişik isimlerin aslı harftir. Ve meşhur adı nefs-i natıkadır. Ve
bu nefs-i natıka her ne vakit ki kendi asarından kendi uzvunda bir nesne ortaya
çıkarsa, bir ad kabul eyler. Ama hakikati bir kuvvettir.
FASL-I
SADİS-ÜL AŞER (16. Bölüm)
Harf ve
noktanın hakikatinin beyanı; Cemal ve Celal
Ey birader-i
âşık, sakın harf ve nokta görünür zannetme! Harf ve nokta deyince aklın zahir
harfe ve zahir noktaya gitmesin. Sana tekrar ve tekrar beyan ettik. Bu harf ve
nokta mürur eder, öteki harf ve nokta öyle değildir. Ve bu görünür, o görünmez.
Bunun uzun ve kısası vardır, onun yok. Bunun niceliği var, onun yok. Bunu sen
icat edersin ve kabil-i fenadır, ateşten ve sudan helak olur. Yani onu sen
yaparsın ve yok olucudur. Ateşten, sudan zarar görür. O kabil-i fena değildir.
Tecezzi ve taksim olmaz. Yani, o çeşitli tesirlerle yok olur ama bu bölünmez ve
yok olmaz.
Hak Teâlâ’nın
sıfat-ı kadimidir. Ve zat-ı pakinden münfek ve münkati değildir. Yani ondan
ayrılmaz. Ve dahi muhakkikler derler ki; “Hak Teâlâ’nın zat-ı paki bir kuvvet-i
ezelidir ki, mecmu-u eşyaya muhittir, zatla, sıfatla.”
Nitekim
Kur’an-ı Kerim’in Nisa Suresi 126. “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey
Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatıcıdır.” Ayeti ile Fussilet Suresi 54.
Ayetinde buyurur “Bilesiniz ki O, her şeyi (ilmiyle)
kuşatmıştır.” Ve yine Talâk Suresi 12. Ayette “Allah’ın ilminin her
şeyi kuşattığını bilesiniz.” Ve dahi derler ki, Hak Teâlâ her ne söz söyler
ve iş işlerse, ilimle işler. Ve ilmin aslı harftir. Önceki, sonraki ilimlerin
tümü harf içindedir. Ve Kur’an’ın aslı harftir. Zira Hak Teâlâ mütekellimdir;
Kün lafzı ile âlemi icad etti. “Ol” dedi mi oluverir.
Amma zahir
uleması derler ki; “ Allah-ı Teâlâ mütekellimdir ama bu harf-i mahsusla değil.
Harfsiz tekellüm ola.” Beli öyledir ki, mahsusla mütekellim değildir. Biz bu
muhtasarda gayri mahsus şerh ederiz. Yani biz bu kısa ve öz risalemizde görünmeyeni
anlatmak isteriz. Amma bazısı hiç harf yoktur der. O ahmaktır. Ona cevabımız
sükûttur.
Ve mümkün
değildir ki harfsiz tekellüm ola. Ve ehl-i zahir harf diye mektup olmuşa veya
savtla mahreçten çıktığına derler. Yani, zahir âlimleri yazılmış veya sesle
çıkana harf derler. Ol ki kendi kalbinin hayatıdır. Acaib ve garaip nesneler
çıkarır, fiilini, sözünü çıkarıp gösterir ama ona harf demezler. Zira bu ilmi
işitmediler, belki düşman dahi oldular. Nitekim Hz. Ali Keremallahu veche
buyurdu: “Kişi bilmediği şeye düşman kesilir”. Ey yar, şöyle düşün ki,
hiç harf kalmadı, yerinde ne kaldı? Harf kalmazsa hâkim neyle hükmeder? Harf
olmayınca ne emir kalır ne nehiy. Ve ne ilim kalır ne âlim. Ve ne batıl bilinir
ne de Hak. Zira âlem emir ile hayydır, emir kelamdır. Ve kelam harftir.
Ey birader
âşık, Hak Teâlâ buyurur ki; “Ben bir gizli hazineydim. Bilinmekliğimi
istedim. Kendi kendime muhabbet ettim. Bilinmek için âlemi ve âdemi halkettim.”
Harf olmasa ne ile bilesin ve ne ile sevesin? Ve dahi Bakara Suresi 13. Ayette
buyurdu ki: “Âdeme bütün isimleri öğretti.” Eğer harf olmasa neyin
külünü ve cüzünü bileceksin?
Ey yar, insan
hakikatinin harf olduğunu bildin ve dahi noktanın harf üzere takaddümünü
bildin. Ey yar, bildin ki ruh-u insan harf ve noktadır. Bir adı ruhtur ve ruh
müdriktir. Ve bu ruh-u müdrik bir nesneyi idrak ettiğinde; o idrak ettiği
nesneden başka gönlüne suret bağlanmaz. Meğerki bir idrak dahi gele o idraki
boza! Bir nesneyi idrak ettiğinde, o vakit sen “o”sun. Ve o dem, o idrak
ettiğin şey senin aynındır. Zira her nesneyi ki anarsın o dem hatırında olur.
Bir şey daha gelse, o gider ve bu kez sonraki gelen olursun. Müdrik, müdrek
ve idrak, bu üçü birdir.
Ey yar, bu
sözü fehmedemezsen bundan aydınlıklı yeni bir söz daha edeyim, ola ki
fehmedesin. Ey birader, muhakkikler buna başka bir isim daha vermişlerdir; Âşık
ve maşuk ve aşk. Sonra gelenler müdrik, müdrek ve idrak dediler. Müdrik
âşığa ve müdrek maşuka ve idrak aşka dediler. Ey yar, bu müdrik idrakini
müdreke gayet yakın ettiğinde aynı olur. Yani, âşık, aşkıyla maşukuna
mülazemet eylese ve maşuktan gayrinin hayalini hatırından ref eylese, ol vakit
bu yakınlığın artmasından dolayı ittisal hâsıl olur. Ol demde âşık ve maşuk ve
aşk, bu üçü bir olur.
Hikâye olunur
ki; Mecnun da Leyla aşkı nihayetine erişmişti. Yani, o kadar maşukun zikrine
zakir olmuştu ki zakir aynı meskur oldu. Sevdiğini o kadar çok anmıştı ki,
andığı sevgili olmuştu. Yani, andığı ismin müsemmasının hayali gönülde görülür,
suretiyle bu musavver olur. Mademki o ismi zikreder, o suret musavver olur.
Mecnun aşkı galebe ettiği zaman maşuktan masivayı defetti. Gönül maşuk suretini
tuttu ve iki cihanı maşuka sattı. Ve ikilik mülkünü yıktı, birlik gözünden
baktı. Yani, Mecnun Leyla’yı o kadar çok andı ki, onun şekli gönlünde peyda
oldu. Ondan başka bir şey tanımaz ve bilmez oldu, O gönlündeki Leyla ile bir
oldu. Mecnun bu halete erişti, Bağdat halifesi bir tertip edip, Leyla ile
Mecnun’u getirtti. Ve dedi ki “Ey Mecnun halin nedir?”. Mecnun dedi ki “ Hay bu
ne sualdir? Sen benim gibi ol ki benim halimi bilesin”. Bağdat halifesi dedi ki
“Ya Mecnun, işte Leyla’yı sana vereyim ve sen kendine gel”. Mecnun da: “Leyla
benim. Beni bana nice veresin”. Halife Leyla’ya dedi ki; “ Gel, Mecnun’ a sen
söyle”. Leyla da: “Ya Mecnun nicesin? İşte Leyla benim” dedi. Mecnun: “ Eğer
sen Leyla isen, ya bendeki Leyla kimdir? Hâşâ ki Leyla iki ola, Leyla birdir”
deyip Leyla’ya bakmadı. Yine “Leyla, Leyla” diye diye gitti.
Ey birader,
aşk-ı mecazi bu aşamaya varınca, buna göre kıyas eyle ki, aşk-ı hakiki ne
sonuca varır. Şimdi tahkik bil ki, aşkın birleşiminden ne resim kalır ve ne
de eser kalır.
Mesnevi’de
şöyle geçer ey yar, âşık cüz-i ihtiyarını kaldırsa, ihtiyari küll olur.
O vahdetin şarabından sekran olur. Ve bi ihtiyar dilinden “Enel Hakk” avazı
gelir. Ol dem o âdemi gerek assınlar, gerek kessinler ve gerekse derisini
yüzsünler hiç aynına gelmez. Yalnız, “Ene-l Hak” bi ihtiyar gele, Mansur gibi
rahmet olur. Ve kendi ihtiyari ile gele Firavun gibi lanet ola. Zamansız söylenen “Ene” lânettir Vaktinde
söylenen “Ene” rahmettir Mansur’un söylediği “Ene” rahmet oldu Firavun’un
dediği “Ene” lanet oldu
Âşık cezbe-i
ilahiyeye eriştiği zaman, kendisinden fena-i mahz olur ve gönlü, gözü ve dili
cümle maşuk olur. Yani ilâhî cezbe yetiştiğinde, kendini yitirir ve gönlü daima
Hakk’ı söyler. Nitekim hadis-i kutsi’de buyurur; “Benimle söyler, benimle
işitir, benimle görür”. Âşığın mevhumu mahvolunca, şahidi aynı meşhud
olur. Âşığın vehmi giderse, gören görülenin kendisi olur.
Ey yar,
maşuk-u hakiki Hak Teâlâ’dır. Hak Teâlâ’nın ilm-i kadiminde kendi cemalini
kendisinin müşahede eylemesine ezeli iradesi var idi. O ezeli irade, âlemi ve
âdemi ayine edindi, tecelli etti. Varlığı tecellisinden var oldular ve hayat
tecellisinde Hayy oldular ve kudret tecellisinden kadir oldular ve saltanat
tecellisinden padişah oldular ve ilim tecellisinden âlim oldular ve cemal
tecellisinden cemil oldular. Ve celal tecellisinden zalimler oldular. Âdem
mazhar-ı cemal ve celaldir. Ve her şey istidadı gereğince Hak varlığından var
oldular ve yine Hakk’a rücu ederler. Zira mebdei Hak idi ve meadı dahi
Hakk’tır. Yani her şey Hak’tan geldi, yine Hakk’a dönüp gider. Başlangıç ve son
Hak’tır. Nitekim Hak Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’in Bakara Suresi 156. Ayeti’nde
buyurdu ki: “Allah için olduk ve yine dönüşümüz O’nadır”.
Pes nakkaşın
fitnesi yine kendi nakşınadır. Ressamın fitnesi kendi resminedir Arada bir şey
yoksa sen rahat ol. Varlık levhasında nakşedilmiş olanlar, nakkaşın
suretleridir: Varlık sahnesinde görünen her bir resim, resmedenin kendi
suretinden başka bir şey değil.
Çünkü bu
saadet âşığa yar oldu, gayri vech-i görmek ana bar oldu. Yani, âşık bu halete
erişince; “Fesemme vechullah“ sırrına vasıl oldu. Bakara Suresi 115.
Ayet: وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا
تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ “Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye
dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır.” Her hangi yana baktımsa yüz göründü, Şol
yüz Didim sana ki düpdüz göründü. Baktığın gördüğün cemal kamu Sen sanırsın anı
hayal kamu. Hak Teâlâ, diledi ki; kendi cemali ve kemali ile aşkbazlık eyleye,
varlığı ayinesinden kendi hüsnün göre. Kesret ayinesinden tecelli eyledi. Yani,
kesret aynasında kendi cemalini görüp, kendisi ile aşk oyunu oynamak diledi. Ol
cihetten Allah’a âşık derler, kendi cemaline maşuk derler ve Hakk’ın iradetine
aşk derler. Pes aşk, âşık ve maşuk üçü bir oldu. Ey yar, eğer sen bu
hakikat sırrından bir şey anlarsan buna şaşmak gerek. Zira mürşide erişmeyen
kimse taşradan dinlemekle berhudar olmaz. Hak aşığı olmayan bu ince manaları
anlayamaz. O yüzden, âşık-ı ilahi olmayan aşk sırrından haberdar değildir.
FASL-ÜL
SABİ-Ü AŞER (17. Bölüm)
Kemal-i İnsan
Ey birader-i âşık! Hakikatten ve hikmetten bu kadar şerh-ü beyan dinledin, bununla işin bitti ve insanın kemalini bildin sanma! Zira ki kemal-i insan ne olduğunu bilmezsin, belki işitmedin bile. Fenafillâha ermedin ki… Ey yar, kemal-i insan oldur ki; Hak Teâlâ’nın mecmu-u sıfatıyla muttasıf ola. Her vakit ki Âdem Hakk’ın kemali sıfatlarıyla muttasıf ola, ol insan kâmil olur. İnsan-ı Kamil olan kutub olur ve kutub âlemde bir olur ve Hakk’ın sıfatının mazhar-ı tammı kutubtur. Ve kutbun ukdesinde on sekiz bin âlem hardal tanesi gibidir. Şimdi sen de kendi özüne insaf eyle, cehlini ve hoşbenliği ko. Gör ki neyin mazharısın. Ve sıfatullahtan ne sıfata maliksin? Hakk’ın bi nihayet ilminden ve kudretinden neyin var? Gökler ve yerler ve kendi nefsinin ilminden acizsin. Gönül âleminden acizsin. Bir iş tedbir edersin aksi çıkar. Kendi işinden acizsin. Hikmetten neyin var? Hakk’ın hükmü sultanından nen var? Padişah değilsin. Elinde adl-i dadın yok. Kendi kendine hükmün geçmez! Ey yar, insaf edesin ki, Hakk’ın her sıfatında acizsin. Zira denizde katresin. Ve güneşten zerresin. Aciz, nakıslığından ötürü acizdir. İmdi nakıs kemalini talep etse, onun saadeti uruçtadır. Yani, eksiklik manevi yükselme ile giderilir. Eğer nakıslıkla kalsa, şekaveti iniştedir, nüzuldedir. Ömrü inatçılıkla geçer.
Nitekim
Resulullah (s.a.v.) buyurur; “Günleri birbirine eşit geçen aldanmış, dünü
yarınından hayırlı olan lanete uğramıştır”. Pes insaniyet odur ki, günden
güne terakkide olasın, zira dünya ahiretin ekin ekecek tarlasıdır. Kale
Aleyhisselam; (Eddünya mezraatün ahiret) buyurmuşlardır. Ey yar, ekin ekmek
oldur ki, sen ölmeden gönülde bite. Yani, sıdkın ve imanın ve ilmin ve hilmin
ve aşkın ve şevkin ve mürüvvetin gönlünde bite. Zira insanın saadeti bu
sıfatlarla muttasıf olmaktadır. Nazargâh-ı ilahi gönüldür.
Nitekim
Resul-ü Kibriya ve Habib-i hüda buyurur: “Doğrusu Allah sizin suretlerinize
ve işlerinize bakmaz ancak kalplerinize ve kalplerinizdeki niyetlerinize
bakar.” Çünkü Hakk’ın mazharı gönüldür. Ve itibar niyetedir. Suretin gerek
güzel olsun gerekse çirkin olsun. Gönül sırrı Hakk’a ayan ve halktan nihandır.
Öyle olduğundan dolayı, Allah dostlarının gönül sırrını ehlinin gayri bilmez.
Nitekim Allah Teâlâ hadis-i kutside buyurur. “Benim öyle velilerim vardır
ki, azamet ve kudret kubbelerimin altında bulunurlar. Benden gayri kimseler
onları bilmezler, bilemezler”.
Ey yar,
bildin ki her şey Hakk’ın varlığı ile var oldu, ama herkese istidadı kaderince
tecelli eyledi. İstidadı, yeteneği dahi, kulun gidişi ile orantılı olarak vuku
bulur. Kurada nice düştü ise. İmdi, her ne makamda isen kadrini bilsen kendi
kendine insaf verirdin ve rahmet bulurdun. Nitekim Hz. Ali (k.v.) buyurur; “Allah
rahmet etsin o kişiye ki kadrini bildi ve haddini aşmadı.”
Ey yar, Hak Hazretinin
varlığına “Nur” dahi derler. Allah zulcelal Kur’an-ı Kerim’in Nur Suresi
35. Ayetinde: “Allah göklerin ve yerin nurudur” buyurmuştur. Zira
münevver edicidir. Kimin nur tecellisi eksik ise tecellisi fazla olan kimseden
istemesi lazımdır. Zira insanın saadeti ondadır ki; kendinde olmayan kemali
insan-ı kâmil’den istesin ve insan-ı kâmil’e karşı saygılı ve itaatli olsun. Cenab-ı
Hakk’ın cemal nuru, cemiller ile tecelli eyler ki, enbiyaullah ve
evliyaullahtır. Cemi-i halk onlara mutidirler. Ve her kim onlara muti olmayıp,
serkeşlik ederse merdud-u Hak olur. Pes imdi her kimsede ki, Hakk’ın Hak
varlığı artık tecelli ede, kendinden ednasının kıblesidir. Bu yüzden enbiya ve
evliya âlemin kıblesidir. Her kim onlardan yüz çevirirse mutlak kâfirdir. Ne
euzubillahi Teâlâ. Ey biçare âdemoğlu! Hakk’ı koyup ne tutarsın? Batıla uyup ne
hâsıl kılarsın? Yusuf’u satıp ne alırsın?
FASL-ÜL SAMİN
AŞER (18. Bölüm)
Âlemin
Kutbunun Hakikati
Ey birader
âşık! Hadis-i Şerif şerhinde rivayet ederler ki, üç yüz elli altı evliyaullah
vardır. Kıyamet zamanına değin bunların varlığı âlemden eksik olmaz. Üç yüzü
bir bölüktür, kırkı bir bölüktür, yedisi bir bölüktür, beşi bir bölüktür ve üçü
bir bölüktür. Ve birisi kutuptur ki geri kalanın kıblesidir. Çünkü Hakk’ın
mazhar-ı tammı kutuptur. Muhakkikler derler ki; Hak Teâlâ Hazretleri zatı ve
sıfatı ve kemali ve kudreti ile kutuptan tam olarak tecelli etmiştir. Mazhar-ı
tam ancak kutuptur ve arşın gönlü kutuptur. Ve geri kalan mevcudata tecelli
eyleyen kutuptur derler.
Ama bazı
ehl-i zahir fehminin kusurundan ötürü anlayamadıklarından ve suretten manaya
yol bulamadıklarından, insan-ı kâmil anılınca kendilerini de kutub sanırlar.
İşte bu dediklerinde hep hürdürler. Derler ki Allah Teâlâ ittihat ve hululden
münezzehtir. Beli… Vallah-ül aziym. Allah Teâlâ münezzehtir ittihat ve
hulûlden.
Amma ey
ahmak! Eğer sen hulül ve ittihadın ne olduğunu bilsen, kutbun evsafını işitince
küfre hamletmezdin. Ey ahmak! Eğer sen: “Hak Teâlâ’nın ilmi bu ilm-i zahirdir
ki, ben okudum artık başka ilim yoktur” dersen cahilsin. Ve eğer dersen ki
“Beli! Vardır velâkin biz onu görmedik, işitiriz, inkâr etmeyiz. O ilimleri
enbiya ve evliya ve Meşayih-i izam ve ulema-i Rasih olanlar bilir” dersen ehl-i
imansın. Pes o bilmeyip işittiğin ilme ki, ikrar edersin, bu nüshada andığımız
ekseri o ilimdir. Ve halkın ekserisi bilmediği ilimin düşmanıdır. “El-mer’u
adüvvün bima cehl-ehu “ buyururlar. Ve bir hüccet dahi sana oldur ki, Kur’an-ı
Aziym’de Hakk Teâlâ kendi hakkında buyurdu: Talâk Suresi 12. Ayet: “Muhakkak
Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır.” Çünkü Hak Teâlâ her şeye muhittir.
Öyleyse bunda
hulül ve ittihat mı vardır? Eğer bundan hulül ve ittihat anladıysan kâfirsin.
Var tecdidi iman eyle, imanını yenile. Zira ki Kur’an’a muhalif geldin. Bu
Hadis-i Kutsiye ne dersin ki; “Ben onların kırık kalplerinde ve kaybolmuş
kabirlerindeyim.” Buna dahi hulül mü dersin?
Peki, şu
ayetten ne anladın ki? Enfal Suresi 17. Ayet “Ey Muhammed! Senin attığın
benim attığımdır”. Buna dahi hulül mü dersin? Ve dahi Hadis-i Kutsi’de
buyurur “Kulumu sevdiğim zaman işitmesi, görmesi, dili ve eli ben olurum.
Benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur, benimle tutar.” Buna dahi
hulül ve ittihat mı dersin? Ey ahmak! Hak Teâlâ her ne dilerse işler. Nitekim
Kur’an-ı Kerim’in Hac Suresi 18. ayeti ile Al-i İmran Suresi 40. Ayetinde
buyurdu: “Allah dilediğini yapar”. Ve Bakara Suresi Ayet 253 “Allah
dilediğini, dilediği gibi yapar.” ile Maide Suresi 1. Ayet; “Allah
dilediğini yapar “ ve “Allah dilediğine hükmeder” ayetlerini dahi
Kur’an’da işitmedin mi? Ve dahi Kur’an’da işitmedin mi ki bir ağaçtan Hz. Musa
(A.S.)’a “İnni ene Allah” avazı geldi. Yani “Gel, ben senin Allah’ınım”
dedi, Taha Suresi 14. Ayette. Bir ağaçtan “İnni ene Allah” sesi geldiğine
inanıyorsun da, insan-ı kâmil’den “Enel Hakk “ avazı gelmesine niye şaşarsın?
Ve Beyazıd’ın “Şanım ne yücedir, cübbemin altında Allah’tan başka bir şey yok”
demesine niye şaşarsın?
İmdi manayı
bir hoşça anla; âdem ki, mefhar-ı mevcudat ve zübde-i mahlûkattır. İnsan
varlıkların övüncü ve yaratılmışların özüdür. Ve dünya ve ahiret Âdem içindir.
Ve on sekiz bin âlem insan-ı kâmil’e secde eder. Zira insan-ı kâmilin gönlü o
kadar geniştir ki; on sekiz bin âlem anın katında bir hardal tanesi gibidir. Zira
“Müminin gönlü Allah’ın evidir” denmiştir. O evden sahibinden gayrisini
çıkartıp boşaltırsan, ancak evde sahibi kalır. O zaman söyleyen ve işiten ev
sahibi olur. Kale Aleyhisselam; “Kim Allah için olduysa Allah da onun
içindir”. buyurmuştur.
Ey yar,
gerekse yüz bin delil ve burhan ve kesin hüccet getirip, ayan ve beyan eylesek
şunlar ki; gönül gözü açılmamış ve anadan doğma kördür, ona ilaç kabil
değildir. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de buyurur “Kim bu
dünyada kör ise, ahirette de kördür” (İsra Suresi 72. Ayet). Ey yar, çün
bildin ki kutub mazhar-ı tammdır ve feyyaz-ı âlemdir. Yani âlemlere feyz ondan
gelir ve her kim kutba yakındır, velidir. Her kimi ki kutub, sohbetine lâyık
göre ve ona yüzünü göstere, o kimsenin korkusu kalmaz. Nitekim Hak Teâlâ Yunus
Suresi 62. Ayet ile Bakara Suresi 262. Ayette buyurur ki; “İyi bilin ki
Allah’ın dostları için hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de”.
Ey yar, her
vakit kutub dilese ki bir bedenden daha tecelli ede, üçlerin biri layık olur,
ondan tecelli eder. Ve üçlerin biri yerine beşlerin biri gelir. Ve beşlerden
birinin yerine yedilerden biri gelir. Ve kırkların biri yedilere gelir. Ve üç
yüzlerin biri kırklara katılır. Üç yüzlere salih ve sülehadan birini katarlar.
Ta kıyamete kadar bu çark böyle döner. Kıyametin kopması yaklaştığında bütün
mahlûkat tükenir, bunlar kalır. Bunlar da birer birer cihandan gider ve yalnız
kutub kalır. Allah Teâlâ tecellisini âlemden çekmek dileyince kutub da gider, o
zaman yerler yıkılır, gökler çöker. Hakk’ın vechi kalır. Evvel dahi vechi idi
yine vechi kalır.
Kur’an-ı Kerim’in
Kasas Suresi 88. Ayetinde: “Allah’ın vechi hariç her şey helâk olur” ve
dahi Allah cahillerin dehrilerin ve zalimlerin zulmünden yani zannettiklerinden
münezzehtir ve mukaddestir. Nitekim buyurur; (İsra Suresi 43. Ayet) “Allah
onların söylediklerinden çok ulu ve yücedir.” Ey yar, evvel Huda idi, ahir
dahi Huda’dır. Amenna dedik inandık. Hadid Suresi 3. Ayette : “ O evveldir,
ahirdir, zahirdir ve batındır”.
Şunu da bil
ki; batın âlimi zahir âlimden yüz bin kat yeğrektir. Zira batın âliminin
dünyevî ve bedeni meşguliyeti olmaz. Onlarda dünyevî bağlar ve keduratı cismanî
ve gam-ı taallûkat yoktur. Nefs bağlılığı büyük beladır. Bu belalardan
kurtulmak ve maksudu ilahiyeye vasıl olmak naim cennetidir. Fenaya, yokluğa
döndüğünde onda artık senlik ve benlik ve iyi ve kötü kalmaz. “Âlem-i fena,
âlem-i bekaya değiştirile. Senlik, benlik, iyi, kötü kalmaya.”
FASL-ÜL TASİN
AŞER (19. Bölüm)
Haşr
sırasındaki sıfat beyan olunur
Ey Yar!
Bedenden ruh ayrıldığında hangi sıfatla sıfatlanır? Dar-ı dünyada ne sıfatla
sıfatlanmış ve ne huy ile huylanmış ise, o sıfatla muttasıf olur. Kimi domuz
suretiyle ve kimi köpek, kimi maymun, kimi yırtıcı canavarlar suretiyle
sıfatlanır. Bazılarının başları ayakları altında olur. Bazıları söz söyleyemez
ve hareket edemezler. Neuzibillahi Teâlâ.
Buna işaret
eden hadis ve Kur’an-ı Aziym ayetleri çoktur. Nitekim, Muaz b. Cebel, Hz.
Peygamber Efendimiz (asm)'e, “Sûr'a üflendiği gün, bölük bölük Allah'a
gelirsiniz.” (Nebe, 78/18) mealindeki ayette geçen bölük bölük haşir
meydanına gelmenin tefsirini sormuş ve aldığı cevabı da bize bildirmiştir: “Ey
Allah'ın Rasûlü, dedim. Yüce Allah'ın: 'Sûra üfürülecek olan o günde, siz de
hemen bölük bölük geleceksiniz.' buyruğu hakkında ne dersin?” Peygamber
aleyhissalatü vesselam şöyle buyurdu: "Ey Muaz, sen gerçekten çok büyük
bir iş hakkında soru sordun." Sonra gözlerinden yaşlar akıtarak
şunları söyledi: "Ümmetimden yüce Allah'ın Müslüman cemaatlerinden ayrı
tutup, suretlerini değiştireceği on sınıf, ayrı gruplar halinde
haşredilecektir. Bunların bir bölümü maymun suretinde, bir bolümü domuz
suretinde, bir bölümü de ayakları yukarıda ve yüzleri üstünde sürüklenecek
şekilde baş sağı dönmüş, bir bölümü nereye gidip geleceğini bilemeyen kör, bir
bölümü akledemeyecek şekilde sağır ve dilsiz, bir bölümü dillerini çiğneyecek
şekilde ve dilleri göğüslerine kadar sarkmış, ağızlarından akan salya irin
olarak akacak, orada toplanmış olan herkes kendilerinden tiksinecek, bir bölümü
el ve ayakları kesilmiş olacak, bir bölümü cehennemden kütükler üzerinde haça
gerilmiş olacak, bir bölümü leşlerden daha kötü bir şekilde kokmuş olacak, bir
bölümü ise derilerine yapışmış ve onlara bütün vücutlarını örtecek şekilde
katrandan elbiseler giydirilmiş olacaktır."
"-
Maymun suretinde haşredilecek olanlar, insanlar arasında laf alıp götürenler
olacaktır.
- Domuz
suretinde hasredilecekler ise, haram yiyenler ve haksız vergi toplayanlardır.
- Başları ve
ayakları ters yüz edilmiş olanlar, faiz yiyicileridir.
- Körler,
verdikleri hükümlerde zalimlik edenlerdir.
- Sağır ve
dilsiz olanlar, amellerini beğenen ve onlara bel bağlayanlardır.
- Dillerini
çiğneyenler, sözleri davranışlarına uymayan ilim adamları ile kıssa
anlatıcılarıdır.
- El ve
ayakları kesilmiş olanlar, komşularına eziyet verenlerdir.
- Ateşten
kütükler üzerinde haça gerilmiş olacaklar, iyi insanları zalim yöneticilere
ihbar edenlerdir.
- Leşlerden daha
kötü kokacak olanlar, şehvet ve lezzetlerinin sefasını sürenler ve mallarındaki
Allah'ın hakkını engelleyenlerdir.
- (Katrandan)
elbiseler giyinecek olanlar kibirliler, övünenler ve büyüklenenler
olacaktır."[3]
Furkan Suresi
44.Ayette; “Hayvan gibi, ondan da beter”. Araf Suresi 179. Ayette ise: “Şunlar
ki hayvan gibidirler, bil ki hayvandan daha sapık gafillerdir” buyurur.
Ey yar, bu
sıfatları kendinde bulmaya gayret et, ölmeden o sıfatları kendinden defetmenin
çaresini bul. Ve kendini bilmenin gayet gerekli şartı serencamın neye erişti
onu bilmektir. Kendi halinin fazlası, eksiği ve şevki ve duygusuzluğu ve
yerinde olması ve ilerlemesi nedir? Bunlardan haberli olmalısın. Nefsinin
hayvanlığı ve yırtıcılığı ve şeytanlığı ve melekliği sıfatları sende vardır,
onları bulasın. Hangisinin galip olduğunu bilesin, gidermeye çalışasın. Ve
yaramaz sıfatlardan arınıp, pak olasın.
Ey birader-i
salik, kendi nefsini bilmek durumuna erince, uyumakla uyanıklık ortasında rüya
vaki olur. Ve rüya insanın kerametlerindendir ve dahi peygamberlik cüzündendir.
Nitekim Resulullah (s.a.v.) Hazretleri buyururlar; “Salih rüya
peygamberliğin kırk cüzünden bir cüzdür”.
Ey birader,
insanda eğer hırs sıfatı galip ise rüyasında karalar ve karıncalar görür. Ve
eğer cimrilik sıfatı galip ise köpekler ve kediler suretini görür. Eğer kini
galip ise yılan ve ejderha sıfatları görür. Tekebbürlük ve mağrurluk sıfatı
galip ise aslan ve kaplan suretini görür. Eğer şehvet sıfatı galip ise eşek
suretini görür. Eğer yavuzluğu galip ise yırtıcı canavarlar görür. Eğer mekr ve
hile sıfatı galip ise tilki sıfatını görür. Ey yar, eğer bunların hepsini saymaya
kalkarsak söz uzar. Hangi sıfat sende galip ise kıyamet gününde o sıfatla aynı
olursun. Yani ol sıfatla haşr olursun. O sıfatla mahşer meydanında ortaya
çıkarsın. Ey yar, bu sözün doğruluğuna delil çoktur. Kur’an’da ve
Hadislerde ve haberlerde ve İlm-i meşayihde bu hususta ittifak vardır ki; her
kimde hangi sıfat galip ise, elbette Bast günü o sıfatla haşrolur. Zira bu da
vardır ki, Salih salihle, kötü kötüyle, tayip tayiple ve habis habis ile
haşrolur. Sen hangisine lâyıksan senin hakkın odur.
Ey yar, Hâce
Feridüddin Atar Kuddüse Sırrahu “Esrarname”sinde hikâye ederler ki: Bir eşek
satıcısı var idi. Bütün ömrü merkep tellallığı ile geçmişti. Ansızın ecel
erişti, sekerat haline düştü. Azrail ki, sıfat- ı celal-i Hak’tır, ona zahir
oldu göründü. Hazreti Azrail Aleyhisselam’ın heybetinden başını yatağından
çıkarıp bağırdı. Dedi ki: “Çullu bir kara merkep kim buldu ve kim gördü?
Sahibi geldi canımı alıyor”. Haberi yok o kara merkep kendisi idi.
Ey yar, cehd
eyle ki, bu sıfatlarla muttasıf olmayasın. Ancak, bu şüpheden ve varta-i
helaktan kimsenin kendi cehdi ile kurtulması mümkün değildir. İlla bir Mürşid-i
Kamil himmeti ile müesserdir. Can-u gönülden Mürşid-i Kamil’e talibi sadık
olmak gerektir. Zira bu sıfatlardan kurtulmak sıdk ve ihlâs elde etmek ancak
mürşitten hâsıl olur. Ey birader, yaramaz huyundan ayrılamazsan gümrah ve cahil
o sıfat-ı nakışla daim kalırsın. Yani, eğer kötü huyundan kurtulmazsan şaşkın
ve cahil olursun ve daima öyle kalırsın. Ey birader, peygamberler ümmetlerine
göre nasılsa, mürşid-i kâmiller de müritlerine göre öyledir. Nitekim Hadis-i Şerifte
buyurulur: “Mürşit kavmi içinde peygamber ve ümmeti gibidir.” Zira
mürşit, müridini sadece ilim terbiyesi etmez. Riyazet ve mücahede ile kötü
ahlakını güzel ahlaka döndürüverir. Yani yaramaz huyunu iyi huya döndürür. Zira
nefs, huy kabul edicidir. “İnsanın nefsi huy kapar, Kötü huyluyla beraber olma;
kötü olma!”
Ey yar, insan
yaramaz huylarını Hak Teâlâ Hazretlerine arz eylemeli, her vakit daim tazarru
eyleyip yalvarıp yakarmalıdır. Ta ki Hakk’ın inayet cezbesine erişe. Çünkü
Hakk’ın bir zerre cezbesi, yüz amelden yeğdir. Nitekim Hadis-i Şerif’te
buyurulur; “Rahmanın bir cezbesi dünya ve ahiret amelinden üstündür”. Mevlana
Hüdavendigar Hazretleri (K.S.) buyurur; “Hakk’ın bir tek cezbesi bin gayretten
yeğdir, Nişanı olanın yanında nişanların ne değeri var.”
Ey yar,
Hakk’ın bir zerre inayet cezbesinin nişanı, ehlullah ile durup oturmaktır. Zira
bunların sohbeti Hak sohbetidir. Her kim bunlarla üns tutarsa, Hak ile üns
tutmuştur. Nitekim Resulullah (s.a.v.) buyururlar “Kim Allah ile oturmak
isterse tasavvuf ehli ile otursun”. Ama şunlar ki zalimlerdir, Hak
Teâlâ’nın inayetine ve kerametine layık değillerdir. Nitekim Hak Teâlâ Kur’an-ı
Kerim’in Bakara Suresi 124. Ayetinde buyurur: “Ahdim zalimlere yetişmez”.
Ahidlerine zulmedenler Hak ve hakikate nail olamazlar. İbrahim Aleyhisselam’ı
Rabb’ı insanlık için imam kıldı. O da, “İmamlığı benim bütün zürriyetime
lütfeyle” dedi. Rabb’ı da “Hayır, zürriyetinden ahidlerine zulmedenler
hariçtir” buyurdu.
Ey yar, bu
fani gaddar dünya nedir ki, onun sebebi ile ebedi saadetten uzak düşüp mahrum
kalasın. Ve dünya hakkında Resul’ü Ekrem (s.a.v.) bunca Hadis-i Şerifler söylemiştir.
Ama şol kimsenin ki Hak Teâlâ canibine teveccühü ola, birisi dahi yeter.
Nitekim buyururlar; “Dünya cifedir. Onun isteklileri de köpeklerdir.” Ve
dahi: “Dünya ve dünya ehli melundur” “Dünya ahiret ehline haramdır, ahiret
dünya ehline haramdır, bu ikisi de Allah ehline haramdır”.
Ey yar, eğer
sual edersen ki : “Bütün enbiya ve evliya ve kullar dünyayı tasarruf ettiler.
Dahi dünyasız hiç kimse dirilmez, dünya her kişiye gerektir. Ya niçin haram ve
murdar derler?”.
Cevap şudur:
Ey biçare eğer dünyanın ne olduğunu bilsen bu suali sormazdın, zira sen dünyayı
mal, rızık, çocuk ve kadın sanırsın. Dünya sadece bunlar değildir. Dünya
hakkında söz çoktur. Amma Hz. Mevlana Hüdavendigar bu beyiti ile icmal
etmişlerdir. Mütalaa oluna: “Dünya Allah’tan gafil olmaktır başka bir şey
değil Dünya kumaş, evlat, kadın ve gümüş değildir. Yani, her nesne ki seni Hak
muhabbetinden gafil eyleye, dünya odur. İster iyi olsun, ister kötü olsun,
ister nesne olmasın, ister nesne olsun. Allah’ın gayri ile meşgul olup, gafil
olmaklığındır dünya. Ve eğer dünyalığın olup ta, Allah’tan gafil olmazsan biz
ona dünya demeyiz. İster malın olsun, ister olmasın önemli değil. Gaflet
dünyadır. Eğer gaflet nedir dersen bil ki gaflet üçtür. Evvel gaflet: Hakk’ı
koyup, halkla meşgul olmaktır. İkinci gaflet: ahireti koyup, Dünya ile meşgul
olmaktır. Üçüncü gaflet: Ölümü unutup, dirilikle meşgul olmaktır.”
İmam Gazali
Rahmetullah “ İhya-yı Ulum” ve “Kimya-yı Saadet” de tekrar ve tekrar tenkit
etmiştir ki; “Hep ibadetlerde maksat; gönlünü dünyadan yani dünya
muhabbetinden döndürüp, Hakk’a teveccüh ettirmektir.”
Zira namazdan
maksat, seni fahşadan ve münkerden yani çirkin ve kötü şeylerden ırak
eylemektir. Nitekim Allah Teâlâ Zümer Suresi 45. Ayette buyurur: “ Allah’ın
birliği zikredildiğinde, ahirete inanmayanların kalpleri daralır”. Ve dahi
Bakara Suresi 152. Ayet: “Anın beni, anayım sizi” diye buyurur. Oruçta
maksat şehveti kırmaktır. Gönül zikrullah ile karar bulup rahata kavuşur.
Hacdan murat, Allah’ın evini ziyaret etmektir. Ziyaret etmekten murat, ev
sahibini yani Hak Teâlâ’yı anmaktır. Belki asıl Müslümanlık “Lâ ilahe
illallah” kelimesidir. Ve dahi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur; “Her
kim ihlâs ile Hak Teâlâ Hazretlerinin ibadeti ile meşgul olsa, hikmet çeşmeleri
gönlünden diline akar.”
Şaşılacak şey
şudur ki; niceleri kırk yıl namaz kılarlar ve Müslüman geçinirler, henüz
gönüllerinde ve zikirlerinde mâlayaniden yani boş sözlerden başka nesne bitmez.
Ey yar, müminin gönlü dünya ile meşguliyetinden vazgeçse, o gönül Hakk’ın
kudret parmağı arasında olur. Nasıl dilerse döndürür. Bu mertebeye eriştiğinde;
artık ölmez. Ebedi dirilik bulmuş olur. Nitekim Resulullah (s.a.v.) buyurur:
(Kalb-el mümin beyne isbaeyn-imin esabihür rahmanî mukallib-ü hâ keyfe yeşaü).
“Kalpler,
Rahman'ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir." “Mutu
kable ente mutu” yani "Ölmeden önce ölün." sırrına mazhar
olur. Yine Resulullah (s.a.v.) buyurur: “Müminler ölmez, bir yerden bir yere
göçerler”.
Ey birader,
eğer Allah’tan inayet olmazsa, enbiya ve evliya seni tabiatından kurtaramazlar.
Nitekim Kur’an’ı Kerim’de buyurur; Kasas Suresi 56. ayet “Ya Muhammed! Sen
kendi dilediğini kurtaramazsın. Her kimi dilersem benim hidayetim ve Nur-u
hakikat-i cezbim ile hidayet ederim.” ( Yehdi men yeşa ) Yani Hak Teâlâ
buyurur ki: “Benim hidayetimin nuru hakikat cezbesidir. Kime dilersem
veririm.”
Şaşılacak şey
budur ki; insanı neden men edersen, ona haris olur. Nitekim demişler ki; “İnsan
yasak edilen şeye hırs duyar”. İmdi ey Talib-i Hak, âlemden ve âdemden
maksat Hakk’ı bilip ibadet etmektir. Kur’an’ı Kerim’de Zariyat Suresi 56.
Ayette buyurur; “ İnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için
yarattım”. Ey birader âşık, “İlla liya’büdün” ü “ İlla li ya’rifun” ile
tefsir etmişler. Yani, ibadeti marifet ile yorumlamışlar. Dünyayı seven
ikisinden de vazgeçmiştir. Dünya muhabbeti ile gönülleri dolu olanlar, o
anlamlardan uzaktırlar. Onlarda o kulak yoktur ki nasihat dinleye. Ve onlarda o
Hak derdi yoktur ki hekim deva eyleye. İmdi bizim sözümüz Talib-i Hak olanadır.
Talib-i Dünya olana değildir. Pes imdi kişi dünyada her neye muhabbet ederse,
ahirette de onunla haşrolur.
Allah
Tebareke ve Teâlâ Hazretleri, taliplerini masiva muhabbetine düşürmesin. Ve
insanı kendi gibi bir âcizin muhabbetinden saklaya, âmin Ya Rabbelalemin.
FASL-ÜL
IŞRİYN (20. Bölüm)
Men arefe
nefsehu fekad aref-e rabbe-hu – Nefsini bilen Rabbini bilir.
Ey birader-i
âşık, sözü uzatmayalım. Asıl maksadımız kişi nefsini bilip, Rabbisini bile. Her
kimin nefsini bilmek mukarrer oldu, o Rabbini bildi. İmdi, mümkün değildir ki
cehl ile nefs biline, ilim gerektir. Ve ilim bilmek her kişiye farz-ı ayndır.
Kadınlara dahi farz oldu. Nitekim Resul-ü Ekrem (s.a.v.) buyurur; “Her
Müslüman olan erkek ve kadına ilim farzdır”. Ve ilim odur ki, seni varta-i
helaktan kurtara ve Hak kurbiyeti hâsıl ola. Her kişinin kıymeti ilmine ve istidadına
göredir. Nitekim İmam-ı Ali (K.V) Aleyhisselam buyururlar; ( Kıymet-ül mer’e
miktar’ün mâ yuhsenihü ) Amma ilm-ü zahirle nefse salâh bahşolmaz, zira üstün
olduğunu göstermek ister. Okudukça daima ucbu ve kibri artar, büyüklenip
gösterişi çoğalır. Nice kelamlar söylemek ile gafil olur. Nitekim Resulullah
(s.a.v.) buyurur; “Her kimde bir zerre kibir olsa o kimse cennete giremez”.
Ve dahi Hz. Risalet Efendimiz (s.a.v.) buyurur; “Bir nice kimseler Kur’an
okurlar, Kur’an onlara lanet eder”. Ey yar, Allah Teâlâ’dan ümit kesmeyip
talep ardınca olmak gerektir. Zira Hak’tan ümit tutmak, Hak’tan inayet
ummaktır. Ol kapıdan kimse mahrum olmaz. Sen ne istersen ol kapıdan um ki hiç
dilencisini mahrum koymaz.
Ey yar bil
ki, ilmin iki yüzü vardır, biri zahir, biri batın. Bu iki yüzden nice yüz bin
vech zuhur etti. Ehl-i zahir, ilmin zahiri ile meşgul oldular. Eğer zahiri
bilip, batını bilmezse cahil olur. Eğer zahirini bilmeyip, batını bilirse nakıs
olur. Yani zahir ilmi bilip, batın ilmi bilmeyen cahildir. Batın ilmini bilip,
zahir ilmi bilmeyen eksiktir. Pes ikisinden dahi hünerin olsun mürşid-i
kâmilliğe varasın. Ey yar, zahir ilmi; insanı dünya mansıbına eriştirir ve
ilm-i batın; insanı Hakk’a eriştirir. Bu bakidir, o fanidir. Hangisine gerekse
onunla meşgul olasın. İmdi ey talip, kendi batınından sana bir nice haber
vereyim ki, bunu bilmekle batının kilidi açılsın. Zira nefsini bilmek Hakk’ı
bilmenin anahtarıdır.
İmdi bil ki,
insanın bedeni bir şehirdir. Ve âlem-i kebir gibidir. Nebi Aleyhisselam
buyurur; ( İnnallahe halak-a âdem-e ala suretihi… Eyyü ala sıfatıhi ) “Suretten
murat sıfattır. İnsan mazhar-ı sıfatullahtır. Cem’i sıfat Hak Hazretlerinin iki
sıfatından olur, geri kalan sıfatlar o iki sıfatının mazhardır.” Yani Hak
Teâlâ Hazretlerinin bütün kavli ve fiili bu iki sıfattan zahir olur ki; biri
cemal sıfatı, biri celal sıfatıdır. Cehennem celal sıfatı tecellisidir.
Cennet cemal sıfatı tecellisidir. İnsan dahi bu iki sıfatla muttasıftır. Her
hangisi galip ise, sonu serencemi ondadır. Ey yar, vacip oldu ki kendi
vücudunda bu sıfatları bulasın. Cemalde isen şükür edesin, celalde isen cihadı
ekbere rücu edesin. Zira cihad-ı Ekber saadet-i ebedidir. Cihad-ı asker arzu-u
bedenidir. Yani büyük cihat sonsuz saadettir, küçük cihat beden arzusudur.
Nitekim Hz. Resul (s.a.v.) Uhud Savaşı’ndan dönünce ashabına şöyle buyurdu: “Küçük cihattan büyük cihada döndük, şimdiden sonra cihad-ı Ekber ile meşgul olun.” Ashab dediler ki; “Ya Resulullah, büyük cihad nedir?” Resulullah (s.a.v.) Hazretleri buyurdular “Nefsinizi kendinizi musahhar etmektir. Ta kim zikrullaha fırsat bulasınız ve mecal bulasınız ve gönlünüzün şehrinde hikmet çeşmeleri cereyan edip âlem keşfola” Bir kimse nefsini bilmeyince kendini musahhar edemez. Yani, bir kimse nefsini bilmeyince kendine cihad edemez. İmdi dinle ki ehl-i batın nefsini bilmekte ne münteha sözler söylemişlerdir. Her kişi dinlese berhudar olur. “Nefsini bâda verme dad eyle, Kim olasın bu yolda berhudar. (Nefsini yele verme insaf et ve adalet göster ki mutluluğa eresin.)
FASL-ÜL
AHAD-ÜL IŞRİYN (21. Bölüm)
Gönül
Şehristan-ın beyan eder
Ey birader-i
âşık, bil ki gönül büyük bir şehir gibidir. Ol şehirde iki padişah vardır. Her
biri kendi işine hükmeder. Ve hangisi galip olsa hüküm onundur. İki padişahın
biri akıldır ve biri tabiattır. Tabiatın bir adı şeytan-ı bedendir. Hakikatte
ikisi dahi sıfatıdır. Ama celal sıfatı ile sıfatlandığında adı nefs-i
emmaredir, şeytandır. Bu ikisinin kumandanları vardır. Bu askerleri bilmezsen
birbirine karşı çıkarmazsan cihad edemezsin. Bu iki padişahın aslı cemal ve
celaldir. Celal sıfatının on beş kumandanı vardır. Cemal sıfatının on yedi
kumandanı vardır. Bunlar daima kavga ve adavet üzerinedirler. Daim bu adet
üzerinedir.
Keşf olmazsa
ehline esrar-ı ilahi, Feyz-i ezeli olmayacak mahvola mı hiç Esbab-ı nazar gerçi
müheyya ve müretteb Bir akl-ı basitle nice cehl-i mürekkep, Sıfat-ı celalin
çeribaşısının uluları; Tamah, hırs, cehil, kibir, kin, ucub, buhl, haset,
gazab, adavet, gıybet, hezel, kizip, inkâr ve gaflettir.
Sıfat-ı
cemalin dahi seraskeri; evvel kanaattir. Ve itimat, ilim, hilim, tevazu, sabır,
sehavet, şefkat, ikrar, tevekkül, huzur-u kalb, hürmet, sıdk, mürüvvet, kerem,
feragat ve aşk-ı ilahidir. Cahilin kalbine salma marifet esrarını “Marifet
sırlarını cahile açma, şekeri papağana ver, karga onun kıymetini bilmez.” Cehalet
olsa tıynette çelebi Ne talim ıssı eyler ne mürebbi
Ey yar-ı
aziz, bildin ki on yedi cemal asker başı ve on beş celal asker başı vardır.
Bunlar otuz iki savaşçıdır. Her birinin bin kere bin askeri vardır. Daima
birbiri ile savaştadırlar. Şaşılacak şey ki, gaflet uykusu gözünü kör
eylemiştir. Kendi kendinden haberin yoktur. Eğer dersen ki bu otuz iki askerin
başlarını bildik, amma askerini bilmedik. İmdi bil ki, âdem hiçbir vakit
tefekkürden hali değildir. Yani daima düşünceler içindedir. İmdi her fikir ki
sana tamah (gözü doymama, açgözlülük, mal edinme tutkusu.) için gelir, o
tamahın askeridir. Bu cümle halkı belaya uğratan tamahtır. Tamah için gelir,
işte o tamahın askeridir.
Ve her fikir
ki sana kanaat için gelir, o kanaatin askeridir ve iman ehli daim kanaat
fikrindedirler. Ve her fikir ki sana cehilden gelir, o da cehlin askeridir. Ve
her fikir ki sana ilim için gelir, o da ilim askeridir. Ve bu ilmin askeri, on sekiz
bin âlemi tutmuştur. Ama her bedbahta yardım eylemez, lakin her kimsenin nasibi
değildir. Geri kalanlarını buna göre kıyas eyle. Herhangi sıfat için ne fikir
gelirse, o fikir o sıfatın askeridir.
Ama sana bir
haber vereyim ki, bu haberle cümle haberlerden haberdar olasın. İmdi bil ki,
gönül daima fikirden hali değildir. Her fikir ki sana gelir, ya iyidir yahut
yaramaz. Eğer iyi gelirse bil ki, sıfatı cemaldir. Rahmanidir. O fikrin ardınca
gide gör ve elinden geldikçe o fikre uya gör. Eğer sana yaramaz fikir ve
endişeler gelirse bil ki sıfatı celaldir ve şeytanidir ve ondan yüz çevir. Ve
şunu muhakkak bil ki, her kişiye her ne horluk gelirse tamahtan gelir. Ve her
ne izzet gelirse kanaatten gelir. Nitekim Emir-ül Müminun Hz. Ali (k.v.)
buyurdu: “Kanaat eden aziz olur, tamah eden zelil olur.” Her bela
ve kaza ki âdeme gelir tamahtan gelir ve her mahrumluğu hırsından bulur.
Nitekim Hz. Ali (k.v.) buyururlar: “Bütün hırslılar mahrumdur, tamah
edenlerin hepsi kötüdür”.
Ve dahi cahil
ömrünü dünyaya sarf eyler. Nitekim Hz. Resul (s.a.v.) buyurur; “Cahilin
nimeti şol mezbelede bitmiş sebzeye benzer, ne kendisine faidesi var ne
başkasına”. Ve dahi mütekebbiri (kibirliyi) ne Allah sever, ne Peygamber
sever ne de halk sever. Nitekim buyurur: “Kibir ile olana övgü yoktur”.
Ve dahi asla cimri rahmet bulmaz ve cennete girmez. Yine Resulullah (s.a.v.)
buyurur; “Cimri cennete girmez ne kadar da ibadet etse.” Ve dahi cömert
cehenneme girmez eğer fasık dahi olsa. Nitekim buyurur; “Eli açık kimse
günahkâr da olsa cehenneme girmez”. Ve dahi Hak Teâlâ cömertliği imanla yâd
eyledi. (Nisa Suresi 39. Ayet) “Allah’a ve yevmî ahire inananlar kendilerine
Allah tarafından verilen rızıklardan ihtiyacı olanlara bağışlarlar.”
Ey biçare
âdemoğlu, nedir bunca kendine zahmet ve meşakkat verirsin ve belaya girersin
rızk için? Hz. Ali (k.v.) buyruğudur: “Rızık paylaştırılmış ve bölünmüştür.
Ecel belirtilmiş, belirginleştirilmiştir. Haris mahrumdur ve bahil mezmundur ve
hasit mabundur”. Yani, herkesin rızkı, eceli bellidir. Hırslı kişi mahrum
kalır, cimri kötüdür, hasetçi aldanmıştır.
Ey yar, eğer
binlerce delil ve burhan ve ayeti Kur’an ve hadis ve ahbar ve icma-i ümmet ve
enbiya-i hâdi ve evliya-i münzir olsa, bir nefis ki azgın ola ona çare yoktur.
Bir zarf değildir ki hiç mazrufa sığa. Delilimiz o dur ki, Muhammed Mustafa
(s.a.v.) ki, apaçık mucizatların sahibi bir kâmil padişah, Ebu Leheb’e bir
derman bulmadı. Ve salâh bulmadı. Salâh bulmadık nefs sahibine ibran bağışlar.
Yani düzelmeyen nefs sahibini zorlar, sıkıştırır. Zira ki kendinin zevki doymadadır.
Hele hüküm sahibi olursa! Kabza ve basta mutasarrıf olmak ister. İnsanlara
hükmetmeye, tutmak, salıvermek yetkisine düşkündür. Her giz Hak kelamını
dinlemek istemez. Dünya hadiselerinden kötü bir şeyle uğraşsa, zorda idim
mecbur kaldım der. İnanma ki mustar değildir. Ondan bir şey isteme, kör, katı
yürekli ve namerttir. İşi daim gönül kırmaktır, sözleri yakıcıdır. Halka
saldırmak ister ve kendisinden ulu olanın önüne geçmeyi sever ve Hak söze inat
eder ve intikam almayı sever. Ve her daim tecavüzdedir. Ey yar, nefsin yüz bin
kötülüğünü açıklasam daha da fazladır. Amma nefsi gayet azgınlaştıran dünya
mansıbıdır ve maldır ve cehalettir. Neuzibillâh ki, bu üçü de bir kişide olsa,
binlerce Nemrut ve Firavun ondan ders alır.
Nefsi
açlıktan ve yokluktan başka bir şeyle yenemediler. Çünkü hiçbir aç ve üryan illahlık
davası etmedi. Ve nefsi açlıktan ve yokluktan gayrı nesne zebun etmedi. Ama
onda dahi hatar yani tehlike vardır. Nitekim Resulullah (s.a.v.) buyurur; “Yoksul
küfür söylemeye yakındır.” Her huy âdemden ölünceye dek tükenmez. “Her
yavuz huyunda kim kıldı karar, Ta ölünce seni kılır bi karar, Cehd kıl, bed
huyunu döndüresin, Ol cihana hüsnü huy gönderesin.” Cümle ilmin hâsılı, maksudu
bu ki yaramaz huyun ola iyi huy İş bu derdin dilersen dermanını Mürşide var
tuta gör fermanını. Ey yar, her iyi ya da yavuz huy âdemden ölünceye dek
gitmez. Nitekim buyrulmuştur: Kötü huy tabiatından doğar, Ölmeden önce çıkıp
gitmez.
Amma Hz.
Mevlana Hüdavendigar buyurur ki; “Eğer mermer taş isen dahi, Bir gönül erine ve
ehline erişesin Cevher olasın, Kalbin ne kadar da mermer gibi katı olsa Gönül
ehlinin yanına gelirsen mücevher olur.” Ey birader-i âşık, bunun çaresi bir
insan-ı kâmil sohbetinde olmaktır.
FASL-ÜL
SANİ-İ IŞRİYN (22. Bölüm)
Mertebe-i
fakr-da vaki olan Hadis-i Şerifin Tevfik-i beyanındadır
Resulullah
(S.A.S.) Hazretleri buyururlar: “El fakr-ü fahr-i” “Fakirlik övüncümdür.” “Kabl-el
Fakr-ü en yekûna küfra” ve “ El fakr-ü sivad-ül veche fiddareyn-i” Şöyle malum
ola ki, Âlimlerin her biri bir söz söylemiştir. Ve muhakkikler dahi, her biri
bir gunâ işaret buyurmuşlardır. Hülasa-i kelâm fakr-ü hakikî âdem-i
temellük’ten ibarettir demişlerdir. “El fakr-ü men lâ şey-ün le hu”. Ve her gâh
ki, bu fakir kimse, bir mertebeye erişe ki, onda asla mülkten nesne kalmaya. Pes,
bu takdirce mertebe-i fakr-a yetişmiş olur. Ve bu kimseye layıktır ki, eğer
kâinata fahr ederse… Resulullah (s.a.v.) bu fakr ile fahr eylemiştir. Hâşâ ki,
fakri suveri ile fahr etmiş ola. Eğer Mekke’de suret-i fakrdır.
Hazret-i
Resul (s.a.v.) zamanında dahi fakir kimseler var idi. Resulullah (s.a.v.) fakir
mi olur? Ki, Cenabı Hak buyurdu: “Dağları altın eyleyeyim”. Velâkin, âdem-i
temellük manası oldur ki, fakir olan kimseler, hiçbir nesnesi olmayıp, temellük
cihetiyle, kendine izafet edebile. Bil ki, kendi vücudundan bile fani olur. Nitekim
Resulullah (S.A.S.) buyurmuşlardır: “Vücudun öyle bir günahtır ki; ondan daha
büyük bir günah yoktur…” Ve bu makam tevhid-i sırftır.
(Habîb-i
Kibriyâ efendimiz “El-fakru fahrî: Fakirliğimle iftihar ederim”
buyurmuştur. Bunun manası; “Hak’tan başka kimseye muhtaç olmamaklığım ile
iftihar ederim. Bende olan her şeyin, mülkün yegâne sahibi Rabbimin emaneti
olduğunu bilirim, sahiplenmem, kuvvetimle, güzelliğimle gururlanmam” olsa
gerektir. “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisine göre kişinin kendisini
bilmesi demek Rabbi karşısında yok olduğunu bilmesi demektedir. “El-Fakru
fahrî” hadîs-i şerîfine de uyarak halle, sözle bedenen ve malla bütün
insanoğluna emaneten verilen eşyayı Cenâb-ı Hakk’ın mülkü bilip kendimizi fakir
ve muhtaç hissettiğimizde “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisine göre Cenâb-ı
Hakk’ı bilmiş oluruz.)
Zira her gâh
ki izafet sakıt olsa, tevhid sabit olur ki, “Et tevhid-ü iskât-ül izafat” “Vel
fakr-ü sivad-ül vech-e fiddareyn-i”. Manası: Eğer tahkik edilebilirse hemen ol
manadır ki, geçen Hadis-i Şerifte zikrolundu. Ve sivad-ı Vechten murad, fena-i
saliktir. Zira ki, sivad ve zulmet her yerde ki gelmiştir, âdem ve fena manası
varid olmuştur. Ve nur ve ziya dahi vücud ve beka manasına gelmiştir.
Kemâ Kâllallah-ü
Teâlâ Kur’an-ı Kerim’in Bakara Suresi 257. Ayetinde; “Allah, iman edenlerin
dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise
tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar
cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” ve Kale Aleyhisselam; (
İnnallah-e halakal halka fi zulmeti sümme reşşin aleyhim min nur-i hi femen
esabe-hu min zaliken nur-i fekad ihteda ve men ehta-a fekad zalle zalalen
baid’an ) buyuruyor. Yani “Allah Teâlâ Hazretleri, müminleri zulmetten nura
çıkardı cehilden, Resulünün ışığına kavuşturdu. Müşrikleri, kâfirleri nurdan
zulmete döndürdü” buyrulmaktadır. Hadis-i şerifte “Muhakkak doğrusu bu ki,
Allah (c.c.) Hazretlerinin yarattıkları zulmette idiler. Sonra onların
üzerlerine ilahi lütufla nurundan zerrecikler lutfetti, işte bu nurdan kimlere
isabet ettiyse, muhakkak hidayete kavuştular Ve yine kimlere erişmediyse
hataların hatalarına düştüler. Ve ilahi lütuftan uzaklaştırıldılar.“
buyruluyor.
Bu rivayetin
İbn-i Abbas’tan olduğu bilinmektedir. Pes kelamın manası oldur ki; fakr-ü
hakiki hâsıl olamaz. İllâ şahsın fenasıyla dareynde hâsıl olur. Ve bu mertebe
Âdem’ü temellüktür. Ve izafet-i iskattır. Yani, ol nesne ki, O’na muzaftır.
Vücuddan ve vücudun tevabiinden cümlesini terk etmektir. Malum ola ki, her gâh
ki bir şahıs vücudunun ve vücudun tevabiini iskat eyleye, pes anda bir türlü
temellük kalmaya. Ve temellük kalmadıktan sonra, o kimse şüphesiz fakir olur.
Ve makam-ı fakr ki hâsıl olur. Ve bunun gibi fakr’a çün tahkik ile nazar edesin.
Güna-i hakiki ile mübeddel olur. Nitekim server-i kainat buyurmuşlardır ki: ”Ve
kad-e el fakr-ü in yekun-e küfra” manası dahi ol manadır ki, yukarıda
zikrolundu. Ve fakr’ü hakiki’nin nihayeti manasına var. Ve çün Âdem-i Temellük
ve İskat-ı İzafet hâsıl ola. Pes bu mertebede Vücud-u Sırf’tan, Vücudu Hak’tan
gayrısı kalmaz. Ve bu mana şol makamat-ı muktezidir ki, demişler: “Sübhane ma
a’zamü şani”, “Ve leys’e cübbet’i Sivallah” ve “Enel Hakk”. Malum ola ki bu
kelimat-ı bi hasebüz zahir şeriatta küfürdür. Ve lakin bi haseb-ül hakikatte
haktır.
Kalallahu
Teâlâ Azze ve Celle Sure-i Hud, Ayet 7’de; “O'nun Arş'ı su üzerinde idi.” buyurmaktadır.
Ol arş, akl-ı küllden ibarettir ki, tecelli-i evvelin mazharıdır. Ve sudan
murad, yani su ilimden kinayedir. Bu takdirce işaret oldu ki; Üstüva-i akl,
ilim üzerinedir. Ve arş dahi beştir. Ona Uruş-u Hamse derler. Arş-ı Hayattır ki
evvel-i arş-ı hüviyettir. Ve arş-ı meciydtir. Ve arş-ı rahmandır. Ve arş-ı
kerimdir. Ve arş-ı aziymdir. Ve cümlesi beş oldu. Ve andan sonra arş-ı hayat
dedi ki; ana Arş-ı meşiyyet dahi derler Ve bu arş-ı müsteva-i zattır. Yukarıda
( Ve kane arş-ı hü alelma-i ) ayeti, bu arş-ı hüviyete izafet olundu. Ol ma’i
üzerine müstevi oldu. Ve anın için arş-ı hayat denildi. Ve ma-i mevazi-i
kesirde Madde-i havaiye ile tabir olunmuştur. Pes, bu takdirce konumuz olan
Ayet- i Kerime’de ( Kane arş-ı hu ) kelam-ı ilahisinden öncelikle (El semavat-ı
vel ard- Gökleri ve yeri ) kelam-ı ilahisi vardır. Çünkü ( Bizzat-ı lâ bizzaman
müsta leban-i alel maddet fevkaha bil kürriyet-i ) Yani Zat-ı ilâhînin göklerin
ve yerin ve bu âlemlerin yaratılışında, ilâhî nizamında zaman anlamı vardır.
Fakat muhakkak olan bu âlemlerin yaratılmasından önce ne zaman vardı ve ne de
mekân. Zaman ve mekân madde üzerinedir. Dünya küresi kendine göre ilahi nizam
gereği atmosferle kaimdir.
Muhibi mahbubun gölgesidir. Hâlbuki mahbub mesturdur. Bu neden ile mahbuba kavuşmak zordur. Çünkü kesinlikle muhiplik, daima belâ içinde olmasıdır… Ve vücud-u izafî, vücud-u hakikî’nin pertevidir (nurudur). Ve vücud-u izafînin hakikatte vücudu yoktur. Eğer ki surette vücudu var. Pes keenne-hu bu vücud-u izafi vücud-u hakikinin gölgesidir. Nitekim gölge, cümle halinde kişiye tabidir. Şeyh-ül Ekber (K.S.) Aziz Füsus’unda bu ayet-i kerimeyi işlemiştir. Sure-i Hud, Ayet 56: “Yeryüzünde yürür hiçbir mahlûk yoktur ki O, onun alnına düşen saçlardan tutup çekmesin, onun mukadderatını tayin etmesin ve şüphe yok ki Rabbim, dosdoğru yoldadır, bütün kudretiyle beraber adaletiyle, lütfuyla hükmeder.” Ve ”esma-i mütekabilesi” ile anda mutasarrıf olmuştur. Ve tasarruk eder. İş bu risale, Allah’ın yardımıyla tamam olmuştur.
Kaynak: Seyyid Muhammed Nur'ul-Arabi Hazretlerinin Risalelerinden Alınmıştır.
[1] Biçun: Yaptığından
sorulmayan. Emsalsiz, eşsiz, ortaksız, benzersiz demektir.
[2] Hadîs-i
kudsîde Allahü teâlâ buyurdu ki: "Sâlih kullarıma gözler görmedik,
kulaklar işitmedik ve kimsenin hatırına gelmedik ni'metler hazırladım."
[3] (bk. Suyuti, ed-Dürrü'l-Mensur, 7/393;
Kurtubi, el-Cami li ahkam, ilgili ayetin tefsiri)
Tevhid ve Marifet Sırları Kitabı
///////////////////////////////////////
“İlim bir noktadır, cahiller onu çoğaltmıştır.” (Hz. Ali r.a.) Varlık “Ba” harfi ile zuhur etmiş, nokta sayesinde ibadet eden ettiğinden, abid mabuddan ayrışmıştır. İmam Şibli ye sorulmuş: Sen Şibli misin? Cevap vermiş: “Ben “Ba” harfinin altındaki noktayım.” Bu ifade bizim noktayı ayırmak içindir. (abid ve mabudu) deyişimizin aynıdır. Söz konusu ayrım, kulun kulluk hakikatinin gerektirdiği şekilde var olmasıdır. (M. Arabi Hz.) Kâtibin yazdığı isimdir ve isim müsemmaya ayna olur. O aynadan bu yazılışların toplamı yani bütün mevcudat görünür. Noktasından harf olur ve harf den isim olur ve isimden ayine-i cihannüma hâsıldır. İsim, cihanı yansıtıp gösteren aynadır. O ayine-i cihannüma sensin! O nokta ki senin hakikatindir. (M. Nurul Arabi Hz.) “Gözler O’nu idrak edemez. O ise bütün gözleri idrak eder. Ve O latiftir, habirdir.” (Enam 103) Allah’ı Allah’tan başkası göremez. Hakk’la (başkasının hakikatte varlığı yok hükmünde olduğundan) gayrı olmadığından görecek de yoktur! (M. Nurul Arabi Hz.) “Gözle Allah’u teala arasında perde olduğu gibi akılla O’nun arasında da perde vardır.” (Hadis-i Şerif) “O’nu ilmen ihata edemezler.”(Bakara 255) “Hakk Hakk’tır, mahlûk mahlûktur.” (M. Arabi Hz.) “İyi bil ki sen “O” olamazsın lakin, Sen meydanda olmadıkça sen “O” sun!”
“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi ondan ister. (O’na muhtaçtır.) O her an şandadır (Yaratma halindedir.) (İştedir) “Artık Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirdiniz?” (Rahman 29-30) “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim, bunun için de mahlûkatı yarattım.” (Hadis-i Kutsi) İşte bu hazineyi içinde bulan kimse, başka bir şey istemez ve aramaz. Bulanlar; “Allah O Allah’tır ki, Kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” (Bakara 255-Ali İmran 2) Sırrına mazhar olurlar. “Biz insana şah damarından daha yakınız”(Kaf 16), “İçinizde! … Görmüyormusunuz! (Zariyat 21) “O” sana senden daha yakındır. O zaman sen bir perde mesabesindesin! “Eğer perdem kalksaydı, yakinim çoğalmazdı.” (Hz. Ali r.a.)
Hz. Ebu Bekir (r.a) “İdrakin idrakten aciz kalması idraktir.” Buyurmuştur. Yani : ”Allah’ı idrak hususunda insanın aciz olduğunu idrak etmesi idrakin ta kendisidir.” Buyurmuştur.
Zira senden iyilik, kendimden ise kötülük görmüşüm,
Müslümanlık derdinin nimetini ver bana,
Zulmedici nefsimin yok (Fani) olmasını ver bana.”