TEVHİD VE MARİFET SIRLARI KİTABI
☾☆
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ بِسْــــــمِ ﷲِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ العَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ وَ ﺁلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينْ
Ey Talip! Âlimler insanın hakikatinden, bazen açıkça ve bazen de rumuzla bilgi verirler. Ama şart, hakikatin ehli olmayanlara bu gibi sırları söylemeyesin. Berhudar olmaz ol kişi ki, sırrı ehli olmayana söyler ise. "Velilerin hallerini bilmeyen ve makamlarından haberi olmayanlara bu bilgiler belki fayda değil zarar verirler." Ve sırrı ehline söyleyen berhudar olur. Nitekim Hz. Ali (k.v.) buyurur: “Kişi bilmediği şeye düşman kesilir ve her kişiye aklı yettiği kadar söylemek gerekir” Nitekim Hadis-i Şerifte buyrulur: “İnsanlarla konuşurken onların akıllarının ölçülerine göre konuşunuz.”
Ey Talip! Agâh ol ki, her ne ki afakta nişanlar vardır, senin nefsinde dahi vardır. Pes imdi, her kim âlemin nişanlarını kendi nefsinde buldu, Hakk’ı bildi. Nitekim Resul-ü Ekrem (S.A.S.) Hazretleri Hadis-i Şerifinde buyurur: “Nefsine arif olan Rabbini bilir” ve سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz” (Fussilet 53) ayeti buna delildir. Ey Talip! İnsanın cehaleti, kendisine büyük bir perdedir ve mihneti elemdir, sıkıntıdır. Hakk’a gayet yakın olduğun görmez de onun için kendini uzak olduğunu düşünür. Nitekim Hak Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de buyurur: “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf 16) İmdi Ey Talip, sana lazım olan gaflet perdesini aralamaktır.
Besmele-i Şerifin Sırrı
Bismillahirrahmanirrahim: Besmele-i şerifte ‘Rahman’ ve ‘Rahim’ isimleri ile sıfatlanan “ALLAH“ ismi şerifi Tecelli-i fiilidir. İnsan iş yaparken, yerken, içerken “Bismillahirrahmanirrahim” der ve Rahman ve Rahim olan Allah’tan başka fail, yani yapan ve işleyen olmadığını düşünür. Ve aynı zamanda kendisini de en küçük işlediği işlerden tamamı ile fâni bilirse, işte bu tecelli Allah’ın insana olan fiili tecellisinden ibarettir. Bu tecellide Allah insana iş ile tecelli eder. Bu tecelli gerçek sülûkun- hakikat yoluna girmenin başlangıcıdır.
Yine Cenabı Allah için Tecelli-i Sıfati vardır. Allah’ın bu tecellisi de yerken, içerken ve bunlara benzer işlerde fiili sıfatlardan ve kudret ve benzerlerinin Allah’ın sıfat-ı subutiyesinden ibaret olup, hepsinin Cenabı Hakk’ın sıfatlarından bulunduğunu düşünerek, kendimizin bunların tümünden fâni olduğumuzu bilecek olursak, bu tecelliye de Allah’ın sıfati tecellisi denilir.
Ve yine Cenabı Allah için bir de Tecelli-i Zati vardır. Bu tecellide; vücudun yalnız Allahu Zül-Celâl Hazretlerine ait olduğunu düşünerek, insan fiillerinden ve sıfatlarından fâni olduğu gibi vücudundan da fâni olacak olursa, bu tecelli Allah’ın zati tecellisinden ibarettir.
İşte insan bu üç tecelliden habersiz olarak Besmele-i şerifi söylerse, demiş olmaz. Fakat insan bu üç tecelliden hepsini bilerek söylerse, o zaman hakkıyla besmeleyi demiş olur.
Tecelliler emir halidir, bunun söz ile ilişkisi olamaz. Ancak bu hal, bidayet ehlinin-henüz tevhid ilminde başlangıçta olanların halidir. Fakat tevhid ilminde bir rehberin aracılığıyla mesafe almış ehli nihayete gelince; onlar güzel işler ile cemde ve günah sayılan işler ile farkta bulunurlar.
Yani kendilerinden çıkan güzel işleri kendilerine nispet etmeyip, başarılı kıldığından dolayı Allah’tan bilerek hamdü sena ederler. İşledikleri günahları da kendilerinden bilerek pişman olurlar. Çünkü Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’in Nisa Suresi’nin 79. ayetinde: “Sana iyilikten isabet eden her şey Allah’tan ve sana kötülükten isabet eden her şey kendi nefsindendir.” buyurmuştur. Bu makama Hz. Şeyh-ül Ekber (R.A) efendimiz: “Bu veçhile cem ve farkta bulun ki doğru yola ulaşasın ve birinin terk edilmesiyle yanlış harekette bulunmayasın” sözleri ile işaret etmişlerdir.
Malûm ola ki Besmele-i Şerif’te üç isim vardır. Biri ismi celâl ki Allah, ismi zat. İkincisi ismi kemaldir ki er-Rahman, ismi sıfat. Üçüncüsü ismi cemaldir ki er- Rahim, ismi ef’al’dir. Bundan malûm oldu ki Besmele; ismi zat ve sıfat ve ef’al’dir. Yani tecelli-i ilahi, zatı, sıfatı ve ef’ali ile âlem, vücuda gelip mevcut oldu. Zat, sıfat ve ef’al olmayınca bir şey vücuda gelmez. Ef’al, sıfat mazharıdır.
Marifet Üç Kısımdır. İlmel Yakin, Aynel Yakin, Hakkel
Yakin.
1- İlmel Yakin: Yani Allah Teâlâ’yı delil ile bilmek. İki kısımdır birincisi delil ve misallendirerek. Yani Hz. Maşuk’un sıfatlarının mislini kendinde ispat edersin. Meselâ; sıfatları kudret, irade, ilim, hayat, semi, basar, kelâm ve tekvin zatına sabit olduğu gibi dahi eserlerini kendi zatına ispat edersin. Bu sıfatları kendi zatında düşünüp Halik’a ispat edersin. Zira Hak Teâlâ sireti üzere sanatını icad eder. Bu makamda varit olan; Buhari ve Müslim’de “Allah, Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhari, İstizan 1; Müslim, Bir 115) Hadis-i Şerif’te suret demek, esma ve sıfattır. İkinci kısım delil ve bizzıddır yani zıddı ile bilmek. Yani âşık olan kendini aciz ve hadis ve muhtaç mülahaza edip maşuku kadir ve kadim ve gani olduğuna iman eder. Bu makamda varit olan kelâm; Kavle hu Teâlâ (لَيْسَ كَمِثْلِه۪) “O'nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ 11) Allah Teâlâ’ya gerek zatında ve gerek sıfatında ve gerek ef’alinde hiç kimse benzemez. Sıfatı nefsiye ve selbiye ile muttasıftır, demektir. وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ “O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Şûrâ 11) Sıfatı zatiye ile muttasıftır, demek olur. Velhasıl bu ayetin evveli Hazreti Maşuk’a zıt ile delalet eder ve ahiri misli ile delalet eder.
2- Aynel Yakin: Bu makamda âşık, gerek manen ve gerek
hayalen, gerek hissen Maşuk’u görür gibi müşahede eder. Bu dahi üç makamdır.
Evvelki makamı tevhidi ef’al ve fena-i ef’al ve tecelli ef’al
ve cennetül ef’al derler. Salik olan, veledi kalbi yani zikri kalbi
tahsil eyledikte, Hz. Maşuk’u cümle ef’al ayinesinden Hak diye müşahede eder. İkinci,
makamı tevhidi sıfat ve fenai sıfat ve tecelli sıfat ve cennetül
sıfat tesmiye olunur. Yani Hazreti Maşuk’u sıfat aynasından Hak diye
müşahede edilir. Üçüncü makam tevhidi zattır. Yani Hazreti Maşuk’u zat
aynasından Hak diye müşahede edilir. Bu üç makam aynel yakin makamlarıdır. Bunlara
marifet derler. Ve mahv, yokluk, fenafillâh ve makamı sekir derler. Sulûki
irfan ve aşk budur.
3- Hakkel Yakin: Hakkel yakin makamı üç
makamdır: Evvelkisi makamı cem ve kurbu feraiz ve fenayı nefs ve bekayı ruh ve
seyri mahbuptur. Necm Suresi 8. Ayette buyrulan ثُمَّ دَنَا “Sonra yaklaştı” makamıdır. Ve
berzah derler. Ol makam vahdeti zahiredir. Yani cümle eşyanın hakikatleri ayni
Hak, asla ağyar ve ikilik ve kesret olmaya. Hatta bu makam sahibine bu kesret
nedir diye sual olunsa cevap veremeye. Vahdet ve kesretten mahcup ola. Bu
makama vasıl olunca vesvese kesilmiş olur. İkinci makam hazretül cem ve kurbu
nevafil, fenayı ruh, bekayı sırdır. Necm Suresi 8. Ayette buyrulan فَتَدَلّٰىۙ “derken sarkıp daha da yakın oldu.” Makamıdır. Ve seyri mahbubu derler.
Bu makamda kesret sıfata tedelli ve tenezzül olur. Yani sıfatları kendine ispat
eder. Ve bu makam sahibine kesretten sual olunursa; kesret sıfatıyla deyu cevap
verir. Üçüncü makam cemmül cem, vücudu kalbidir. Necm Suresi 9. Ayette buyrulan
قَابَ قَوْسَيْنِ “İki yay
kadar kaldı araları” makamı
budur. Bu makamda ef’ale ve asara tedelli tenezzül olur. Kesret aynı vahdet
ve vahdet aynı kesret olur. Bu makamdan gayri dahi bir makam vardır. Ahadiyetül
cem makamıdır. Ve sahv-ı tam ve makamı temkindir. Ve Necm Suresi 9. Ayette
buyrulan اَوْ
اَدْنٰىۚ “yahut daha da yakın.”
makamıdır. Resulullah (s.a.v.)’e mahsus bir makamdır. Lakin gerek enbiya
ve gerek evliya bu makama Hakikat-i Muhammediye ile vasıl olurlar. Ve bu makam
hitam makamıdır.
Tevhidi İlahi Üç Kısımdır. Tevhidi Ef’al, Tevhidi
Sıfat ve Tevhidi Zat’dır.
Tevhid demek; Hakk’ın vahitliğini yani birliğini kalp
ile zevk etmektir.
1- Tevhidi Ef’al: Tevhidi ef’al demek; Âşık olan
kimse ef’ali hissiye ve ef’ali kalbîye ve afakîye ve enfüsîye verasında Hazreti
Maşuk’u kalbiyle müşahede eder, her fiili hisseder ise, maşukun fiili ol fiil
ile zahir olduğunu zevk eder. Cemi halk efalullah olduğunu bilip ve her fiilin
ruyeti indinde ol fiilin aynasından Hazreti Maşuk’u müşahede etmektir. Ef’al
salikinin esnayı zikirde rabıtası LÂ FAİLE İLLÂLLÂH’dır. Ve Kur’an’da
delili: وَاللّٰهُ
خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ (Nahl 43) Yani “Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah
yarattı.”
2- Tevhidi Sıfat: Tevhidi Sıfat demek; Âşık
olan kimse Hazreti Maşuk’un evsafı kemalini, kemali mahsusunda ve makulünde
kalbi ile müşahede eder. Her mevcut, mahsus ve makul her birisi Hazreti
Maşuk’un bir kemal sıfatının mazharıdır. Âşık olan kimse Hazreti Maşuk’un kemal
sıfatlarını âlemin zerrelerinin verasında zevk eder. Tevhidi sıfat demek;
halkta zahir olan sıfat aynasından Hazreti Maşuku müşahede etmektir. Tevhidi
sıfatın tarifi: Hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelam Hakk’ındır. Yani
diri olan Allah’tır. Ve işiten, gören, söyleyen Allah’tır. İrade eden Allah’tır
ve kadir olan Allah’tır. Bu suretle salik, zevken bilecek; bu sıfatlar ile
mevsuf olan Zatullah’dır. Bu sıfatlar salike ayna olup, ol ayinede Hz. Mevsuf’u
müşahede edecektir. Bu sıfatların Kur’an’da delilleri olan, hayat Hakk’a mahsus
olduğu: اَللّٰهُ
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ “Allah, kendisinden başka hiçbir
ilâh olmayandır. Diridir, kayyumdur.” (Bakara 255) ayetidir. Yani hayat
ancak Hakk’a mahsustur. Ve eşyada görünen Hakk’ın hayatıdır. Zira şeriatta
eşyanın hayat-ı ilâhîye ile hayy olduğunda, cümle ehlisünnet ve ehli kelâm
ittifak eylemişlerdir. Ve ilim Hakk’ın olduğuna: قُلْ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِۖ “De ki:
"Onu bilmek ancak Allah'a mahsustur.” (Mülk 26) ayet-i kerimesi
delildir. Ve kuvvet Hakk’ın olduğu: مَا شَٓاءَ اللّٰهُۙ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِۚ “Mâşaallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır” (Kehf 39) ayeti
ve لاَ
حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ "Güç
ve kuvvet ancak yüce ve büyük olan Allah'a aittir" Hadisi Şerif’i ile
müsbettir. Semi ve basar Hakk’ın olduğuna لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ
الْبَص۪يرُ
“O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şura
11) ayet-i kerimesi delildir. Ve rabıtası LÂ MEVSÛFE İLLÂLLÂH’dır.
3- Tevhidi Zat: Tevhidi zat demek; Vahdeti
Zatiyeyi kesreti mezahir ile müşahede etmektir. Ve kesreti mezahiri, vahdeti
zatiye ile müşahede eylemektir. Vahdeti zatiyenin zuhuru kesret iledir. Ve
kesretin vücudu vahdet iledir. Vahdet tekessür etmeyince âyanda zahir olmaz. Ol
kesret Hazreti Maşuk’un zatına aynadır. Tevhidi zat demek; cemi halkın hulûl ve
ittihad olmadan zatı Hak ile vücutları bir olduğunu zevkken ve keşfen bilip,
halk aynasından Zati Maşuk’u müşahede etmektir. Ve dahi tariki tahkikte
hulûl ve ittihat yoktur. Zira hulûl; iki şey mevcut olup, birbirine sirayet
olur. Sütte yağ olduğu gibi. Ve ittihat; iki şey birbirine müttehit olur. Acı
su ve soğuk su birbirine karışıp bir mizacı ahirde bir su olur. Gayrisinin
vücudu yoktur. Zira هُوَ۠ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُۜ “O'ndan başka her şey yok
olacaktır.” (Kasas 88) ve وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ
وَالْاِكْرَامِۚ كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍۚ (Rahman
26–27) Yani “Yeryüzünde bulunanların hepsi fânidir. Azamet ve kerem sahibi
rabbinin zâtı ise bâki kalır.” Eşya fanidir demek; eşya madûmdur, madûmun
ise vücudu yoktur. Ancak mevcut Hakk’dır. Gayrinin vücudu yoktur. İşte bu
makamın rabıtası LÂ MEVCUDE İLLÂLLAH’dır. Ve bu üç makam ashabı
Ehlullâh’dır. Ve ehlullah kime derler deyu sual olunacak olsa. Tarifi şöyledir:
Ehlullah ol kimselerdir ki; Hakk’ın ef’aline ve sıfatına ve esmasına arif ve
kendi ef’ali ve sıfatı ve zatı, Zat-ı Hakk’da ve Sıfat-ı Hakk’da ve Ef’al-i
Hakk’da fena olmuş ve kendisinde zahir olan ef’al ve sıfat ve zat Hakk’ın
olduğunu keşfetmiş olan kimseler velidir. Ol meratib iki kısımdır. Birisi
müessiredir. Esmai zatiye ve evsafı fiiliyedir. Ve birisi müteessiredir. Elvanı
hissiye ve akliyedir. Makamı velayetin nihayeti budur. Mertebei Sıddıkiye üç
kısımdır. Bu üç kısım tevhidden ibarettir.
Ve dahi makamatı kemal dört makamdır. Evvelkisi velayet,
ikincisi sıdkiyet, üçüncüsü karabettir. Dördüncüsü nübüvvettir. Velayet bir
mertebedir ki, veli Hakk’la olduğu zaman keşfi olur. Ve halk ile olduğu vakit
mahcup olur. Ve sıddıkiyet bir mertebedir ki, sıddık olan daima Hak ile olur.
Halk ile olmaz. Ve karabet bir mertebedir ki, mukarrib gerek Hak ile gerek halk
ile olduğu halde asla mahcup olmaz.
"Nitekim, bu yüksek makama çıkanlar; mahlukattaki fiilleri,
ölü ve cemadattaki (cansız varlıklar, taş) gibi görmektedirler. Hal böyle iken, o mahlukların
fiillerini Sübhan Hakka bağlamazlar. Bu fiillerin faili Allah'tır, demezler! Allah-u Teâlâ, böyle
bir bağlantı kurulmaktan yana pek yücedir. Bu manayı, aşağıdaki misallerle
biraz daha açalım. Şöyle ki: Bir şahıs, bir taşı hareket ettirdiği zaman, hiç
bir şekilde: Bu şahıs hareket etti. Denmez.. O şahıs, ancak hareketi meydana
getirdi. Asıl hareket eden ancak taştır."
Kurb (Yakınlık) Makamı Dört Kısımdır. Cem, Hazretül
Cem, Cemmül Cem ve Ahadiyetül Cem’dir
1- Makamı Cem: Makamı cem demek; Hakk’ı zahir ile
halkı batın ile müşahede etmektir. Bu makamda salik, Hakk’a kuvâ olup,
kuvâsında Hak zahir olur, kendisi batın olur. Ve bu makamda eşya Hak’ta batın
olur. Şöyle ki, eşya denilen suver-i ekvândır. Suver-i ekvan ise, gözlerini
kapadığın vakitte bu eşyanın suretleri insanın zihninde batın olduğu gibi,
makamı cem de dahi eşya, ilmi ilahide batın olur. Zatullâh zahir olur. Ve bu
makam saliki, eşyaya nazar eyledikte, suver-i ilahiyeye nazar eder ve her ne
ahkâm zahir olur ise, cümle ahkâmı Hakk’a nispet eyler. Ve buna, ahkâmı ilahiye
tesmiye ederler.
2- Makam Hazretül Cem: Hazretül cem demek; halkı
zahir ile Hakk’ı batın ile müşahede etmektir. Aza ve kuvayı cümlesi bu makamda
Hakk’a ayine oldu. Ayinesinden halk zahir oldu.Hazretül cem demek; Hak batın
halk zahir demektir. Yani ol halk ki zatın ilminde batın olmuş idi ve ilmi
ilahide mahfuz olmuş idi. O ilimde olan esmayı Hak, kendi vücudu ile izhar edip
ve kendi hükmünü esmaya verip, esmayı izhar eyledi. Ve zat, kendi hükmünü
esmaya nispet eylediğinden esma zahir, zat batın oldu. Bu halde gören ve bilen
ve işiten halktır; lakin Hak ile. Nitekim cemde gören, işiten, söyleyen
Hak’tır, abdin kuvâsıyla. Bu makamda Hak, kulun kuvâsı olur. Kulun hayatı Hak
ile ve kudreti Hak ile ve basarı Hak iledir. Nitekim hadis-i kutside: “Ben
kuluma muhabbet eylediğim vakitte, o kulumun semi ve basarı ve yedi ve ricli
ben olurum. Benimle görür, benimle işitir, benimle söyler, benimle tutar,
benimle yürür.” Ve bu makama ehlullah, Kurb-u Nevafil tesmiye ederler. Ve bu
makamın kemaline nail olan kimseler, herkesin bildiğini bilir ve işitir ve
görür. Yani keramet-i ilmiye ve kemalât-ı sıfatiyye kendisinden sâdır olur.
Zira bir kimse ki Hak ile görür ve işitir, elbet o kimsenin semi ve basarı ve
ilmi kuvvetlidir. Ve bu makam sahiplerine Mukarrabîn dahi derler. Bundan aşağı
bulunan kimselerin haseneleri, anlara nisbetle seyyiedir. ( Hasenetül ebrar
seyyiatül Mukarrabîn ) Ve bu makam sahipleri her neye nazar ederse nazarı,
zahirde halka ise de, batında Hakk’a olduğu şüphesizdir.
3- Makam Cemmül Cem: Makamı cemmül cem demek; batın
zahir cümlesinde Hakk’ı müşahede etmektir. Nitekim ayeti kerimede varid olduğu
gibi; هُوَ
الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ “O, evvel ve
âhir, zâhir ve bâtındır. O her şeyi bilir.” (Hadid 3) Bu meratibi güzelce bir kimse zevk ederse; Kur’an’ın
esrarına ve enbiyanın esrarına ve evliyanın esrarına muttali olur. Ol kimse
esrar-ı Süleyman ve mülk-i Sübhan ne olduğunu fehmeder. Cemmül cem “kaba
kavseyn”dir.
4- Makam Ahadiyetül Cem: Ahadiyetül cem demek;
Makam-ı Muhammed’dir. Hz. Muhammed (s.s.v.) kademi üzere olan ona vasıl olur. Ahadiyetül
cem “ev edna”dır.
Velâyet makamının üstü, şehâdet makamıdır. Şehâdet makamının
üstünde, sıddıkiyet makamı vardır. Sıddıkiyet makamının üstünde, ancak nübüvvet
makamı vardır. Ehlullahtan bazılarının isbata çalıştığı, bu iki makam arası
vasıtalı olarak bir makam bulup adına: Makam-ı kurb (yakınlık makamı). Dedikleri
makama da ulaştım; hakikatine muttali oldum. Ama nice çok teveccühten ve ağır
tazarrudan sonra. Önce bana büyüklerden bazısının beyan ettiği durum zuhur
etti; sonradan da, işin hakikati malum oldu. Evet; bu makamın husulü ancak:
Uruc (yükseliş) zamanı sıddıkiyet makamının husulünden sonra olur. Ne var ki,
bunun vasıta oluşu da, teemmül mahalli olup düşündürür. Yani: İki makam
arasında vasıta oluşu. (Mektubat-ı Rabbaniyye 18)
Dört Türlü Tecelli Vardır.
1- Tecelli-i zattır. Ol tecellide isim ve resim
yoktur. Ancak bizatihi lizâtihi mütecellidir. Bu tecelliye Ahadiyet ve
Hakikat-i ilâhîye derler.
2- Tecelli-i sıfattır. İmdi; hayat, kudret, iradet,
ilim, semi, basar, kelam; bu sıfatları ile mütecellidir. Ve bu tecelliye
tecelli-i vahdet ve Hakikat- i Muhammediye derler.
3- Tecelli-i esmadır. Mezkûr olan sıfat mezahirde
zahir olursa, ona esma derler. Velhasıl zatullahın mazharı sıfat ve sıfatın
mazharı esma ve esmanın mazharı ef’aldir. Ve bu tecelliye vahidiyet ve Hakikat-i
İnsanîye derler.
4- Tecelli-i ef’aldir. Tecelli-i ef’al, makûlat ve
mevhûmât ve mahsüsât zuhurudur. Yani sûridir. Ve bu tecelliye Hakikat-i
Şuhudiye-i Sûriye ve Hakikat-i Âdemiyye derler.
İmdi, salik suver-i âlemde ve mevâdd-ı mahsuse ve makule ve mevhumede esma-i Hak ve sıfat-ı Mevcud-u mutlakı müşahede ederse, aynel yakın derler. Hulul lazım gelmez. Tecelli-i Hak’tan maada gayr ve ağyar yoktur ki, hulul lazım gele. Huzur ve zikir ile salik cevher-i heyûlânî olan Cem-i Muhammedî (s.a.v.) sureti nuriyyeye münkalib olup ke’ş-şems nur-u Muhammedî âlem-i misalde veya murakabede zahir olur. Badehu nurul-envar ve aslü’l-usul nur-u akdesi rabıta edip, bi’zzarûre hayalde nakşolur. İmdi, zikir ve rabıta zarurî oldukta nur-u Muhammedî cesede zahir olur. Bir an gaip olmaz. Hal-i sülûkta muhib olan mahbube mülâkat için ziynet-i zahire, yani hicab-ı beşeriyetten ve sıfat-ı enâniyetten soyunup ve kisve-i nezafet ve letafet-i rûhiyyeyi libas edip, o kisve ile mahbuba varmak lâzımdır. Ve ef’alden sıfat ve sıfattan zat görünür. Hüviyet ise Ayn-ı Zat olduğundan anda görmek yoktur.
Tecellî-i Sûrî Nedir? Ne demektir?
Zât-ı ilâhînin veya isimlerinin kendilerinin değil,
sûretlerinin, görüntülerinin tecellîsi. “Başkalarının yolun sonunda
kavuştukları ve Hakk-ul yakîn dedikleri, bize yolun başında Tecellî-i sûrî
olarak hâsıl olmaktadır.” (İmâm-ı Rabbânî) “Tecellî-i sûrî, sâliki yâni
tasavvuf yolcusunu fânî yapmaz. Birçok bağlılıklarını yok eder ise de fenâya
kadar götürmez.” (İmâm-ı Rabbânî)
Tecellî-i Zât Nedir? Ne demektir?
Tecelli-i Zat; Cenab-ı Hakk'ın zatı ile teccelli etmesi yani
zatını göstermesidir. Yoksa bir yere tecelli etmesi değildir. Allah kâinatta
zatı ile değil, isim ve sıfatları ile tecelli eder. Buradaki tecelliden
kastedilen mana ise; Allah'ın cemalini göstermesi, sevgili Habibini rü'yetine
mazhar etmesidir. İsim ve sıfatlar araya girmeden sâdece zât-ı ilâhînin tecellî
etmesi. “Tecellî-i zât,Peygamberlerin sonuncusuna (Muhammed aleyhisselâma)
mahsûstur. O'nun yanısıra başka peygamberlere ve O'na çok uyan bu ümmetin
evliyâsında da hâsıl olur. Başka peygamberlerin ümmetlerine nasîb olmaz. Bunun
için bu ümmet, ümmetlerin hayırlısı olmuştur.” (İmâm-ı Rabbânî) “Ahrâriyye
büyükleri, vecdlerin İslâmiyet'e uygun olmasına dikkat ederler. Zevkleri,
mârifetleri İslâmiyet terâzisi ile ölçerler, çocuklar gibi ceviz, kozalak
sayılan vecdlere, hâllere aldanıp da İslâmiyet'in güzel cevherlerini elden
kaçırmazlar. Tasavvufçuların İslâmiyet'e uymayan sözlerine aldanıp
bağlanmazlar. Hâlleri devamlıdır. Zamanlarında değişiklik olmaz. Başkalarının
şimşek gibi çakıp geçen tecellî-i zâtî bunlara devamlıdır. Çabuk geçer, gayb
olan huzûra kıymet vermezler. "O yüksek insanlara, ticâret, alış-veriş
Allahü teâlâyı unutturmaz." (Nûr sûresi: 24) meâlindeki âyet-i kerîme
bunların hâlini bildirmektedir.” (İmâm-ı Rabbânî)
TEVHİDİYE NEFS
Nefs dörttür; Biri nefs-i külliye-i ilahiyedir. Bunun
hassaları ikidir; var etmek ve yok etmek. İkincisi; nefs-i natıka-i
insaniyedir. Hassaları; ilim ve hilimdir. Üçüncüsü; nefs-i hayvaniyedir.
Hassaları; şehvet ve gazaptır. Dördüncüsü; nebatiyedir. Hassaları; neşvünema ve
mahv-ü hevadır. İnsan bu dört nefsten ibarettir ki; nebatiye (çocukluk),
hayvaniye (gençlik), natıka (olgunluk) ve külliyedir (süveyda’yı kalp)
1)- Nebatiye; dünyaya geldiğinden buluğa kadar olan çocukluk devresi. 2)- Hayvaniye; buluğ zamanıdır. Kanın galebesinden, şehvet ve gazap halindedir. 3)- Natıka-i insaniye; kalp sahibi olup, ilim ve hilim tahsili zamanıdır. 4)- Nefs-i külliye-i ilahiye; zikrullah ile kalbin noktasına darb ederek, insaniyet kazanıp insan olmaktır. Varlıkta, Allah’ın zatından başka müessir yoktur.
RUH-U MUHAMMEDİYE
Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz hikmet-i ferdiyettir. Zira insan nev’inde
en mükemmel varlıktır. Varlık O’nunla başladı. O’nun üstünde tek mertebe yalnız
zatı mutlaktır. Kim Hz. Muhammed (s.a.v.)’i gördü, Hakk’ı gördü. Hadis-i şerif;
“Beni gören muhakkak ki Hakk’ı görür” Zira Hz. Muhammed (s.a.v.) Hakk’ın
tecelligahıdır. Görmek zahire taalluk eder, zat-ı baht’a taalluk etmez.
RÜYET (GÖRME)
Sen ise hicap vadisinde olduğun halde, variyetin ile rüyet
talep edersin. Hicap rüyete manidir. İki çeşittir; nurani ve zulmani olur.
Zulmani olan batıl ve madûmdur. Nurani olan, Hakk’ın hicabıdır. Ebedi kalkmaz. Dünya
ve ahirette rüyet, suretlerle olur. Hakk’ın hicabı kendi zuhurudur. Hak perde
altında değildir, mahcup olan sensin! Zira madume’l-asılsın. Yoktan var oldun,
yoksun! Mevcut olan Hak’tır. Vücudun diye zannettiğin vücut senin değildir,
Allah’ındır. Kasas Suresi 88. ayet: “Onun yüzünden başka her şey helâk
olmuştur.” Vech-i zahir olan Hak vechidir. Bakara Suresi 115. ayet: “Nereye
dönerseniz Allah’ın veçhi (zatı) oradadır.” Talep, uzak ve gaip olan içindir. Hak ise baid
(uzak) ve gaip değildir. Nitekim Kaf Suresi 116. ayette: “Biz sizin can
damarınızdan daha yakınız, velâkin görmezsiniz.” buyrulmaktadır. Zira
Allah’ı Allah’tan başkası göremez. Hak’la gayrı olmadığından görecek de yoktur.
Bazı ehli hicap ve abid ve zahitler, rüyet isterler. Zira onlar bütün yüzlerin vech-i
ulûhiyet olduğunu göremezler. Yalnız hicap içinde, talep ve kast ile
uğraşırlar. Bilmezler ki Hakk’ı görmek ne dünyada ne ahirette abidlerin
istedikleri gibi yoktur. Zira onlara göre Allah’ı görmek şudur ki; cennette
görünecek, ne pek yakın, ne pek uzak, karşılıklı dahi değil! Demek ki,
mekânsız, cihetsiz görecekler. Hâlbuki abid ve zahitlerin gözleri mekânsız ve
cihetsiz görmez. Böyle görmek Hakk’ın görmesidir. Hak kendi kendini görür. Nitekim
Hadisi şerifte: “Rabbimi Rabbimle gördüm” buyruldu. Ulemayı rüsum, şirki
ikiye ayırır; gizli şirk, açık şirk diye. Aslında şirk birdir. Nefislerine arif
olmadıklarından, kendi şirklerini göremezler. Ariflere göre açık şirkten başka
şirk olmaz. Nefsine arif olmayan şirkten kurtulmaz. Öyle ibadetle ve riyazetle
çalışmış olsa bile, yine kendi varlığını aradan kaldırmayınca ve ehli fena olup
bekabillah bulmayınca, Hakk’a vasıl olamaz. Çünkü zulmet perdesiyle mahcup
olan; gerek kendini, gerek cümle mevcudatı Hak’tan gayrı bilir. Öyle gayriyetle
Hakk’a vusul mümkün değildir. Eğer âşık isen; var mürşid-i kâmile ulaş.
Vehmindeki gayriyeti ve nefsindeki zulmet perdesini kaldırsın. Sana senden
yakın olan Hakk’ı bulup; “O’na O’nunla vasıl olunur” diye bildirsin.
Böyle yabanda gezmek ve “Ben Hakk’a gece gündüz ibadet ederim” demek ile
Hak bulunmaz. Zira Hakk’a ibadet Hak ile olur. Vücudum diye
zannettiğin vücud senin değildir. Vücut, Hakk’a aittir, gayrının vücudu yoktur.
Ariflere göre “Hüvel abidü vel ma’bud”. Lâkin sen bu esrara vakıf olayım
dersen, kendi varlığınla olamazsın. Her halde bir mürşid-i kâmil bul!
MÜRŞİD-İ KÂMİL
O mürşid-i kâmil ki; “Ölmeden evvel ölünüz” sırrına mazhar
olmalıdır. Kıyamet-i Kübra olan kendi vücudundan ve beşeri varisinden, makam-ı
cemde helâk üzere Hak ile Hak olup, kendi bedeni kabrinden menşur (diri)
olmalıdır. Sırat-i müstakim üzere, öyle sırat ki, Nefsi ile Rabbine arif
şeriat, tarikat, marifet, hakikat edepleri ile aşk üzere devamlı Hak'ta yok olmuş.
Yani Hadid Suresi 3. ayet: “ O evvel, ahir, zahir ve batındır. O her şeyi
bilir.” Makam-ı ahadiyette kendini tamamen yok edip, tâbi olma yoluyla mazhar-ı
Muhammediye ile zuhur eden ve bütün ilmullahı kendinde toplayan mürşiddir.
Yoksa her gördüğün külahlıyı mürşid tutma! Henüz kendisi irşad olmayan seni nasıl irşad edebilir? Muhaldir. Bu sırra mazhar olmayan, henüz hayvani hayattadır. Kalpleri ve basiretleri zulmet perdesiyle bağlıdır. Onun için bu güruhta muhabbet-i ilahiye yoktur. Yalnız yiyip içmek ve dünya lezzetleriyle meşgul olmaktır. Mürşid şöyle olmalı ki; zevk-i Muhammedi’den almakla ölüleri diriltmek marifeti ve kulu diriltmenin Hakk’a nisbeti ancak zevk ile olur. İlmi olan ihyayı manevi ki, mevt-i cehl ile ölü olan nefsi ve kalbi diriltir. Manevi diriltme, cahillik ölümüyle ölmüş olan nefsi ve kalbi diriltir. İlm-i ilahi vasıtasıyla hâsıl olur. Nitekim Enam Suresi 122. ayet; “Ölüyken dirilttiğimiz kimse.” buyurmaktadır. Şol kimse ki, İsa gibi ölüleri diriltmez veyahut Üzeyir gibi ölüyken dirilmez, zevken ihyanın keyfiyetini bilemez. Zira keyfiyeti zevk ile bilinir. Yani nasıl olduğu tatmakla bilinir. Tarifler ancak tasavvur getirir. Tasavvur hakikatin idrakinde kâfi değildir. Zira keyfiyet bilinmez, ancak zevk ve vicdan ile bilinir. Nitekim bal lezzeti tarifle bilinmez, tadı ancak yemekle bilinir.
Kaynak: Seyyid Muhammed Nur'ul-Arabi Hazretlerinin Risalelerinden Alınmıştır.
"Ba" Noktasının Sırrı Nedir?
Diğer İslami Kitaplara Göz At!