ALLAH İLE HUZURA ENGEL PERDELER
☾☆
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ بِسْــــــمِ ﷲِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ العَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ وَ ﺁلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينْ
Ey Talip! Âlimler insanın hakikatinden, bazen açıkça ve bazen de rumuzla bilgi verirler. Ama şart, hakikatin ehli olmayanlara bu gibi sırları söylemeyesin. Berhudar olmaz ol kişi ki, sırrı ehli olmayana söyler ise. "Velilerin hallerini bilmeyen ve makamlarından haberi olmayanlara bu bilgiler belki fayda değil zarar verirler." Ve sırrı ehline söyleyen berhudar olur. Nitekim Hz. Ali (k.v.) buyurur: “Kişi bilmediği şeye düşman kesilir ve her kişiye aklı yettiği kadar söylemek gerekir” Nitekim Hadis-i Şerifte buyrulur: “İnsanlarla konuşurken onların akıllarının ölçülerine göre konuşunuz.”
Ey Talip! Agâh ol ki, her ne ki afakta nişanlar vardır, senin nefsinde dahi vardır. Pes imdi, her kim âlemin nişanlarını kendi nefsinde buldu, Hakk’ı bildi. Nitekim Resul-ü Ekrem (S.A.S.) Hazretleri Hadis-i Şerifinde buyurur: “Nefsine arif olan Rabbini bilir” ve سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz” (Fussilet 53) ayeti buna delildir. Ey Talip! İnsanın cehaleti, kendisine büyük bir perdedir ve mihneti elemdir, sıkıntıdır. Hakk’a gayet yakın olduğun görmez de onun için kendini uzak olduğunu düşünür. Nitekim Hak Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de buyurur: “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf 16) İmdi Ey Talip, sana lazım olan gaflet perdesini aralamaktır.
Allah ile huzura engel olan her şey hicaptır yani perdedir. Nefis
terbiye olmadan Hakk’a vasıl olmadan; Dergâh açmak, sohbet etmek, gereksiz ilim
öğrenmek, hoca, hafız, hacı v.b. gibi nam ve isim almak, gereğinden fazla
sorumluluk almak, risale yazmak, süslü ve lüks yaşamak, tanınma isteği duymak, gereğinden fazla mal sahibi olmak, kalpte mal,
evlat, yar sevgisi olmak Allah ile huzura engel olan perdelerdir.
Okuduklarınızdan faydalanmak için Muhyiddîn İbn'ül Arabî
Hazretleri Mevâki’un Nucûm adlı eserinde şöyle buyuruyor; “Bu risalenin
nûr'unun şû'lelerini ve çiçeklerin güzelliklerini, ancak ana, baba, yar, yarân
ve vatanı terk ve Hakk’ın rızasını kullardan tecerrud edilmiş olarak talep
edenler elde edebilirler. Bu risâle böyle olan kimseler için bir rehberdir.”
Allah ile huzura engel olan en büyük şeylerden biri “İlim” isteklisi olmaktır.
Hâkim Senai Hazretleri şöyle buyur: “Seni yoldan alıkoyan
şey, ister küfür olsun ister iman, seni dosttan uzak düşüren nakış, ister çirkin
olsun, ister güzel, ikisi de birdir.”
Her şeyi bırakmak lazım, Niyazi
Mısri Hazretleri Mevaidu’l-İrfan (İrfan Sofraları) adlı eserinde, şeyhinin
kendisine “Zahir ilim talebinden tamamen vazgeçmedikçe hakikat ilmi sana
açılmaz” dediğinden bahsetmektedir. İlmihali yeterince öğrendikten sonra sadece Mevla'ya yönelmelidir.
Nitekim Sunullah Gaybi Hazretleri şöyle buyur: Âlimin ilmi hicâb sofinin zikri hicâb, Ma'rifetden ikisi de olmadılar behreyâb, İlm-ü- zikri perde etme bula gör râh-ı savâb, Geçdi ömrün gaflet ile sofi Hakk’ı bilmedin. İlm-i Hak ayn-ı amel idüğünü zevk etmedin, Kendi bildiğin koyup kâmil izine gitmedin, Gaybî'nin yüzüne bakıp sözünü işitmedin, Geçdi ömrün gaflet ile sofi Hakk’ı bilmedin.
Aynı konuya değinen Bursevi Hazretleri, Kitabü’l Hitab adlı
eserinde; “Ulema ümmi olmadıkça sülûk edemez ve usulleri hesabı ile elbette
rüsûmun bir eseri kalır. Filân ümmidir demek; onda nazar-ı fikir ile, hükm-ü
akıl ile tasarruf yok demektir. Ulema-i zahirin ekserisi, feyz-i dil ve
feyz-i ilahiden mahrumdur.”
Sunullah Gaybi Hazretleri de “ilim mağrurları” olanlara
bakın ne buyuruyor;
Eylesen Musa gibi ilm-i şeriatta kemâl,
Hızr-ı vakte ermeyince cümlesi olur hayâl,
Ko hayâli özüne gel keşf ola ayn-ı cemâl,
Kendi özün bilmez isen âlimim deme sakın.
Nitekim İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri Kitabü’n Netice adlı
eserinde şöyle buyuruyor; “Ehl-i zahir, aşina-yı dünya, ehli hakaik aşina-yı
Mevlâ’dır. Ve aşina-yı Mevlâ, aşina-yı dünya yanında garibdir. Ve garibin ise
aşinası olmaz.” (huzurda boynu bükük garip olurlar dıştan hali anlaşılmaz) Ferahu’r Ruh adlı eserinde ise; “Zahir ilmin sohbeti,
sahibine fitne verir” diye buyuruyor. Yine Ferahu’r Ruh adlı eserinde, ledün
ilmi sahipleri hakkında şöyle buyuruyor; “Bir kimse bütün yaratılmışları
bilse, ama Hakk’ı bilmese ona hakîm denilmez. Bunun için arif-i billâh olanlar,
her ne kadar şer’i ilimlerden mahrum ve dili dönmez, ifadesi kusurlu bile olsa,
yine hakikatte hakîm ismini almaya lâyıktırlar.” “İrfan için okumak
yazmak cahil işidir”
Şeyh Bedreddin’in "Vâridat" namlı kitabında; “Dersle
meşgul olduğun müddetçe, Hakk’ı idrakten uzaklaşırsın.” buyurur. İlahi keşf, ancak
Allah Sübhanehu’ya tam teveccüh ve fakır yani yokluk ile ve kalbi bütün cismani dünyevi alâkalardan, şekli ilimlerden boşaltıp arıtmakla meydana gelir.
İmdi, gönülden nakş-ı gayr mutlaka silinmedikçe, nakş-ı ilâhi sabit
olmaz.”
İbn Arabî Hazretleri ise, Kitabu’l Tecelliyet adlı eserinde
şöyle buyuruyor ; “Bil ki, bizim zikrettiğimiz bilgiye ulaştırıcı sebep;
zihnin ve kalbin her türlü ilimden ve ilim elde etmek için istenen fikirden
hali olması, yazılanların silinmesi, saflık üzere Allah ile oturulması, iç
âlemin Hakk’ın dışındaki şeylere mutlak şekilde taalluk etmekten
arındırılmasıdır.” Şeyhül Ekber Hazretleri, Risaletül Envar isimli eserinde
işte bu sırra dikkat çekmektedir. "Hakk'ın huzuruna girmek, vasıtaları
terk ederek doğrudan ondan almak ve onunla ünsiyet etmek istiyorsan,
insanlardan ayrılman ve topluluklardan uzaklaşıp yalnızlığı seçmen
kaçınılmazdır". Geylâni Hazretleri bu konuda söylenebilecek en net ve
tartışmasız ifadeyi ortaya koyuyor. “İlim sahibi için yol yoktur, ta ki
indindeki ilmi inkâr etmedikçe... Eğer ilmini terk etmezse, şeytanın lisanı
olur!”
Bayezid-i Bistami Hazretleri ise şöyle buyuruyor; "Unuttuğunda
cahil olacağı için, kitaplardan bazı şeyler ezberleyen kimselere âlim denmez.
Hakiki âlim, öğrenmeden ve ezberlemeden, dilediği anda Hak’tan ilim alabilen
kimsedir.”
Cânı cânân isteyenler terki cân olmak gerek
Âlemi devri zamânda bînişân olmak gerek
Lâmüsellim kaydıymış gavvâs olan gevher bulur
Gevheri gayb isteyenler bînişân olmak gerek
Rükni a’zam sıdk u himmet i’tikâdı pâk imiş
Bîriyâ ihlâsı mahz bîgümân olmak gerek
Nahv u sarf u mantık u hey’et nücûm u ilm ü tıb
Meclisin terk eyleyüp andan revân olmak gerek
Sen seni altın sanırsın altının oda bırak
Sâfî olup gıll u gışdan pâkcân olmak gerek
Bildügün terk eylegil hestîligün elden bırak
Işkıla pervâne tek bîcism ü cân olmak gerek
Şems istersin ki sultân sohbetine iresin
Kapısında çok zamânlar pâsubân (gece bekçisi) olmak gerek
Akşemseddin Hazretleri, tüm ilimlere sahip olmasına rağmen;
hakikat denizine dalabilmek için, bütün bu ilim meclislerini, hatta
bildiklerinin tümünü terk eylemek gerektiğini vurgular.
Allah ile huzura engel olan en büyük şeylerden biri “Fikir”
sahibi olmaktır.
“Fikir var oldukça, kişinin mutmain olması, sükûnete
kavuşması imkânsızdır” diyen Şeyh-ül Ekber Muhyiddin-i Arabî Hazretleri
Kitabu’l Tecelliyat adlı eserinde ise konuyla ilgili şöyle buyuruyor; “Her
kulun Allah ile bir hali vardır. Kimi Allah’ı bilir, kimi bilmez. Ama şekil ve
merasim âlimleri O’nu kesinlikle bilmezler. Çünkü ilimleri aldıkları harfler,
onlar için Allah’ı bilmenin önündeki perdeler konumundadır. Onların huzurları
bu mertebedir. Onlar kıyıda olan kimselerdir. Cömertlik nefhalarından bir
esintiye hasrettirler. Çünkü kâinattaki kaynakları harflerdir. Bildikleri,
varlıktan varlığa yönelik süreci anlamaktan ibarettir. Başta da sonda da
tereddüt içindedirler. Çaba sarf etmenin ecrini alacak olsalar da, Hakka vasıl
olmaları mümkün değildir. Ücretle ders vermek de bir tür varlıktır. Bu yüzden
varlığın boyunduruğu altında ve harflerin bağlarıyla kayıtlı olmaktan
kurtulamazlar. Fakat Allah tarafından bir belge üzerinde olanlar, istediğini
keşfeder, böylece mutmain olur, kaderin akışı altında huzura erer. İbadetini
müşahede eder, isyanını müşahede eder. Ne zaman, nasıl, kime ve nerede isyan
ettiğini, nasıl tövbe edip arınacağını bilir. Keşfettiği her şeyi, akıbetini
görmenin verdiği huzurla yerine getirir. Bu hak aracılığıyla da halktan
ayrışır.” Yine İbn-i Arabî Hazretleri, “Kitabu’l A’lam Bi İşaratı Ehlil
İlhâm” adlı eserinde şöyle buyuruyor: “Fikir var oldukça, kişinin mutmain
olması, aklın ve fikrin mertebesini bilen bir kimsenin sükûnet bulması veya
rahat etmesi imkânsızdır. Özellikle Allah’ı bilme hususunda. Kişinin Allah’ın
mahiyetini gözlemle, ilmi nazarla bilmesi imkânsızdır. Fikrin sonucu hâsıl olan
marifetullaha itibar edilmez. Akli delil ile idrak edilen tevhide itibar
edilmez.”
Allah ile huzura engel olan en büyük şeylerden biri “İrade”
sahibi olmaktır.
Mevlana Hazretleri’nin Fihi ma fiih adlı eserinde şöyle
buyuruyor: “Suda boğulan o kişidir ki onda hiçbir hareket, hiçbir iş kalmaz;
hareketi, suyun hareketinden ibarettir.”
Abdulkadir Geylani Hazretleri Futuh’ul Gayb adlı eserinde
şöyle buyuruyor; “Allah’ın iradesi dışında bir şey isteme. Helâk olursun!
Hakk’ın iradesine tabi ol ve hiçbir şeye karışma!” Nitekim Muhyiddîn-i
Arabî Hazretleri; "Ârifin niyeti, maksadı olmaz" diye
buyuruyor.
“Ef’al, sıfat ve vücudunun Hakk'ın olduğunu zevk ederek
fenafillâh olan için, irade-i cüziye yoktur” diyen Hz. Pir’e karşı olanlar,
bir gün kendisini padişaha şikâyet ederler. İstanbul’a çağırılan Hz. Pir,
Şeyh-ül İslam'ın huzurunda sorguya çekilmek ve din adamları ile konuyu
tartışmak üzere gelir. Seyyid Hazretleri’nin İstanbul'a çağırıldığı vakit başta
Sultan Abdülmecit vardır. İstanbul’daki devrin bütün bilginleri bu toplantıya
çağırılır. Sultan Abdülmecit toplantıyı gizlice ambar arkasından izlemektedir.
Nihayet toplantı başlar. Söz Allah’ın sıfatlarından başlamış, kudret, hayat ve
ilim gibi sıfatlardan sonra sıra irade faslına gelmiştir. Bu esnada Seyyid
Hazretleri şöyle buyururlar; "Allah’ın bütün sıfatları insanda cüzi de
olsa vardır. Böyle olunca cüzi iradenin de insanda bulunması lâzım gelir. Fakat
huzurda bulunanlarda irade olmaz " der. Dinleyenlerin; ”Acaba bir misal
ile açıklayabilir misiniz?” demeleri üzerine Hz. Pir; "Şimdi farz edelim
ki padişah ambar arkasında. Bizler bu durumda şahsi irademize malik değiliz, irade
onundur, bize gel der kalkıp geliriz, çıkın der gideriz. Böylece irademize
malik değiliz. Ne zaman huzuru şahaneden çıkarız, o zaman irademize malik
oluruz. Ehlullah ise her an Allah’ın huzurundadır. Bu sebeple onlar asla
iradelerine malik ve sahip değillerdir. Daima Allah’ın iradesi ile hareket
ederler. Huzurdan asla ayrılmazlar ki, iradelerine sahip olsunlar" diye
buyurmuştur.
İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri Kitabun Necat adlı eserinde
şöyle buyuruyor; “Ey Arif! Tasarruf ve irade Hakk’ındır. Zira emri vücud anın
tecelli nuru üzerine devreder. Pes dilerse hane-i dünyayı mümin ve dilerse
kâfir doldurur. Ve dilerse nefsi ikrar üzerine ve dilerse inkâr üzere kılar ve
diler ise mutuların varını alır, asilere verir. Niceleri iman ve ikrardan sonra
murtad oldular. Allah Teâlâ’ya sual sorulmaz ve Allah Teâlâ vaadinden hüluf
etmez. Ezeli ilminde vaat ettiği saadet ve şekavet, ne bir zahidin zühdü, ne
bir fasıkın fıskı yüzünden değişmez. Ey Mümin! Gel iradet ehli ol. Yani
iradetini Hakk’a tâbi kıl. Zira sende olan iradet fil hakika Hakk’ındır.
Hakk’ın iradetini Hakk’a teslim eyle.”
Niyazi Mısri Hazretleri, İrfan Sofraları adlı eserinde; “Allahu
Teâlâ’ya sual sorulmaz” sözünü, bakın nasıl şerh ediyor: “Bu fakirin
zevkine göre Allah Teâlâ’nın yaptığından sorulmaz. Çünkü O her şeyi hikmetiyle
yapar. Ama bu hikmeti keşif ehlinden başkalarının aklı anlayamaz. Ne zaman Hak
Teâlâ’nın: "Yaptığından sorulmaz" hikmeti insanlara açılırsa, ancak o
zaman anlayabilirler. Çünkü soru kalmaz ki!.. Zira O'nun hikmeti, bütün
mahlûkatına olan rahmetini, sehasını, keremini ve lutfunu eksiltmez. Şöyle ki:
Allah Teâlâ mahlûkatı yaratmış, her şeyi tam yerli yerince koymuştur. Bir kul, Allah’ın
fiillerinden kendi ilmine, zevkine ve tab'ına aykırı olan bir şeyi sormak
isterse, Allah Teâlâ onun basiret gözünü açar ve kul Allah'ın o şeydeki
hikmetini görür. Bu suretle kul, zaruri olarak kalbinden niçin, nasıl
sorularını çıkarır ve artık ondan hayret etmez. Onu yerine layık görür. Artık
hiç bir şeyin sinek kanadı kadar fazla yahut eksik tarafını dahi Rabb’ına
sormayı kendine yakıştıramaz. Elbette bir hastalığın, bir kusurun, bir eksikliğin,
bir fakirliğin, bir zararın, bir cehlin, bir küfrün kaldırılmasını doğru
bulmaz. Allah'ın insanlara ezelde taksim ettiği rızkı, eceli, kudreti, aczi,
taatı ve masiyeti değiştirmeyi istemez. Eşyayı olduğu gibi görür. Bunların hepsini,
içinde hiç zulüm olmayan, sırf adalet ve eksiksiz sırf kemal, hiç bozukluğu,
eğriliği büğrülüğü olmayan tam doğru kabul eder. Her şer sandığının altında bir
hayır vardır ve her zarar sandığı şeyin sonunda bir fayda vardır. Bir zaman
zulmetin kapladığı bir şeyi, başka bir zaman nur kaplar. Allah cömert, kerim ve
merhametlidir. Yaratıklarına asla cimrilik etmez. Onların yararına olan bir
şeyi kendine alıkoymaz.”
İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri Kitabü’n Netice adlı
eserinde şöyle buyuruyor: “Abd-i hakiki ki mazhar-ı esmadır, ol dahi mani’ ve
mu’tidir ki, onun fiilinden dahi sual olunmaz. Zira yüzünden fail, Allah
Teâlâ’dır. Allah Teâlâ ise; “İstediğini yapan”dır.” (Hud-107)
Nitekim Muhyiddin Arabî Hazretleri Risaletu’l İntisar adlı
eserinde şöyle buyurur: “Allah'ı bulmanın anlamı, zat, sıfat ve fiilleri
itibariyle O'nun birliğini ispat etmektir. Allah'ı nefsiyle arayan kimse için
bu tevhit sahih olmaz. Çünkü arayışın kesbi ona izafe edilse de bu mecazdır.
Zira kulun Allah'ı araması, Allah'ın fiillerinden bir fiildir. Çünkü
Hakk’ı Hak ile arayanın Hakk’ı bulması; Hakk’ı bulanı, gasilin elindeki ölü
gibi yapar; onu istediği gibi çevirir. İradesi olan biri ölü olmaz ve iddia
boyunduruğundan da çıkamaz. O'nu kendi nefsiyle arayan kimse bu kapsama
girer. Allah'a sığınırız. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayız.
Nitekim İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri Kitâbü’n Netice adlı
eserinde aynı gerçeğe şöyle dikkat çekmektedir: “Mevtin neticesi Allah Teâlâ’ya
vusûldur. Zira hadiste gelmiştir; “Sizden biriniz vefat etmedikçe Perverdgâr[1]’ını
göremez” Nitekim “Ölmeden önce ölünüz” ona işarettir. Ve bu fenâ-i
küllinin ibtidâ mazharı Ebû Bekr Sıddık’tır. (r.a) Nitekim hadiste gelir; “Diriler
arasında dolaşan bir ölü görmek isteyen Ebû Bekr’e baksın”
Huzur devamlı kendine bir varlık vermeden, Allah’ı
görüyormuş gibi hareket etmektir. Huzur makamına vasıl olanın nazarında halk
var mı? yoktur. İşte o kimsenin halk nazarında olmayınca elbette uzlettedir. Hak’tan
gayrı yoktur. Çünkü her şey nefsine bağlıdır kendi yok olunca haliyle her şey
yok hükmüne girer. Nitekim Sultan Veled Hazretleri Maarif adlı eserinde
buyurur; “Uzlet yabancılardan olur yârdan değil”
“Ölmezden önce ölünüz” Hadisi Şerifinin sırrına
erene, fenafillâh olan denir. Zat makamı salikine Cenab-ı Hak şöyle tecelli
eder; "Limenil mülkül yevm" “Bu mülk kimindir?” Salik cevap veremez.
Çünkü bu makamda söz yoktur.
Allah ile huzura engel olan en büyük şeylerden biri “Talip” olmaktır.
Mevlana Hazretleri şöyle tanımlamaktadır: “Evliyâullahtan
bir kavim tanırım ki, onların ağızları duadan dikilmiş gibidir. Yani Allah’ın
takdirinin tam rızası ve tevekkülü içindedirler. O büyük zatların kendilerine
ram olan "Rıza" dolayısı ile kaza-i ilâhînin defini aramak ve
onun için dua etmek onlara âdeta haram olmuştur. O zatı kiram kazayı ilâhîde
hususî bir zevk görürler de ondan kurtulmak talebinde bulunmayı küfran
sayarlar.”
Nitekim Muhyiddin Arabî Hazretleri, Kitabu’ş Şahid adlı
eserinde; “Dua ibadettir, zikir efendiliktir. Dua eden, Ona ulaşır, yanına
girer. Zikredense, zaten onun yanındadır. Dua seslenmektir. Seslenmek ise
uzaklığı ifade eder. Zikir Allah için, dua ise Allah katındaki nimetler
içindir. …Allah’ın bir kavmi de vardır ki, onlar O’nu her şeyde görürler. Bu
yüzden bir şeyden, başka bir şeye kaçmazlar.”
Aynı konuya dikkat çeken İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri
Rerahu’r Ruh adlı eserinde şöyle buyurmaktadır; “Talep, kayıt ehli olana
göredir. Zira talep, talip ve matlubun arasında nispettir. Talep etmemek ise
bi-kayd olana göredir.”
Rivayet edilir ki, Ali b. Ebûtalib (k.v.) elini göğsüne
vurarak, "Ah!" derdi, "Burada ne çok ilim vardır. Keşke bunları
taşıyacak birilerini bulabilseydim." Resûlullah (s.a.v) bir hadiste
şöyle buyurmuştur: "Ebübekir'in sizden üstünlüğü kıldığı namazdan, tuttuğu
oruçtan dolayı değildir. Fakat göğsüne düşen bir şeyden dolayı sizden
üstündür." Hz. Resûlullah (s.a.v) bu şeyin ne olduğunu açıklamamış, onu
gizlemiştir.”
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri Mirat-ül İrfan adlı eserinde; “Söylediklerimiz,
yazdıklarımız, varlık olarak, Allah-ü Teâlâ’nın gayrını görmeyen içindir. Biz
sözümüzü, sohbetimizi böylesi ile yaparız. Ama o kimse ki, Allah-ü Teâlâ’dan
gayrı bir varlık görür; onunla hiçbir işimiz yoktur. Hatta böylesine verecek
bir cevap bile yoktur. Hatta öyle bir kimseye; bir soru da sormayız. Sorusunu
da nazara almayız.”
İbn Arabî Hazretleri Kitabu’t Teracim adlı eserinde şöyle
buyuruyor: “Hak ne zaman senin zahirinde zuhur ederse, halk nezdinde ki
saygınlığın ortadan kalkar. Bu senin için mutluluktur. Çünkü seni Hak ile baş
başa bırakmış olurlar. Kul Hakk’ın nezdinden ayrıldığında, ona hizmet edilir ve
saygı gösterilir. Hakk’ın yanına girdiğinde, çok özel kişilerden başka kimse
onu bilmez, saygı göstermez.” “Halk ile beraber olmakta rahat yoktur; Hakk’a
dön, O, senin için daha iyidir. Eğer halk ile onların üzerinde bulundukları hâl
çerçevesinde muaşeret edersen, Hak’tan uzaklaşırsın. Risaletü’l Envar adlı
eserinde ise: “Halktan uzak olduğun oranda Hakk’a zahirî ve bâtıni olarak
yaklaşırsın” diye buyuruyor.
Geylani Hazretleri İlahi Armağan adlı eserinde şöyle
buyuruyor; “Geliniz, varlığımızı bir yana atarak O'na koşalım. Bu yolda
biraz da perişanlık çekelim. Halk bizi rezil (!) görsün. Ne çıkar! Biraz zahmet
çeksen, O'na vardıktan sonra hepsi geçip gider.”
İbn Arabî Kitabu’l Tecelliyat adlı eserinde şöyle buyuruyor;
“Onlar dünyada da ahirette de meçhuldürler. Âlemlerin yanında yüzleri
karadır. Yakınlığın şiddetinden ve üzerlerindeki teklifin kalkmış olmasından.
Ne dünyada hükmederler, ne de ahirette şefaat ederler.”
Musullu Ebul Feth Hazretleri bir anda bin yerde zahir
olurdu. Bir defasında Musul kadısı onu mezbelelik bir yerde çırılçıplak
soyunmuş olarak otururken gördü ve içinden “Böyle bir zındıka da halk kalkıp
“Sıddık” diyor” diye geçirdi. Ebul-Feth Kadıya seslenerek: “Kadı, biz her
yüzden görünürüz, senin bana zındık demen benim Sıddıkiyyetime engel olmaz”
dedi. Nitekim Bayezıd-ı Bistami Hazretleri şöyle buyuruyor; “Beni sülukumun
başında görenler sıddık, sonunda görenler ise zındık sandılar!”
Nitekim Sultan Veled Hazretleri Maarif adlı eserinde şöyle
buyuruyor; “Öyle bir makama erişmiş veli vardır ki; doğrudan doğruya, arada
Kur’an, Hadis, vasıta olmaksızın hareket eder. “Hak dilediğini yapar” sırrına
mazhar olmuştur.” Mevlana Hazretleri Mesnevi’sinde şöyle buyuruyor; “Peygamber
(s.a.v.); “Ümmetimden öyleleri vardır ki onlar, benimle aynı yaratılıştadırlar,
benimle aynı himmete sahiptirler. Ben onları hangi nurla görüyorsam, onların
canları da beni mutlaka aynı nurla görür” dedi. Bunlar Peygamberi, Sahîhayn
kitapları, hadîsler, hadîsi rivayet edenler olmaksızın, bunlara hacet
kalmaksızın, abıhayat kaynağında (gönüllerinde) görürler.”
Allah ile huzura engel olan en büyük şeylerden biri “Hakk’a
Yabancılarla” oturmaktır.
Eğer bir insan bütün ilimleri bilse, az bir irfan ehli olsa
Hakk’a yabancılarla sohbet etse erenler topluluğuna giremez. Nitekim Mevlâna
Hazretleri, bu gibilerin kastettiği halk için, Mesnevi’sinde bakın ne
buyuruyor; “Aklı olan kimse oturmak için kuyu dibini seçmiştir. Çünkü gönül
sefaları halvetlerdir. Kuyunun karanlığı, halkın verdiği karanlıklardan daha
iyidir. Halkın ayağını tutan, halkla karışıp görüşen; başını kurtaramamış,
selâmete erişememiştir.” Muhyiddin-i Arabî Hazretleri ise; “Allah'tan
başkasıyla arkadaşlığa, Allah için olsa bile, itibar edilmez. Hak’tan
başkasıyla sohbete itibar edilmez” Şeyh-ül Ekber Risaletü’l Envar adlı
eserinde işte bu sırra dikkat çekiyor: “Hakkın huzuruna girmek ve vasıtaları
terk ederek doğrudan O'ndan almak ve de Onunla ünsiyet kurmak istiyorsan, insanlardan
ayrılman ve topluluklardan uzaklaşıp yalnızlığı seçmen kaçınılmazdır.” Nitekim
Geylani Hazretleri de, Gavsiye adlı eserinde şöyle buyuruyor; “Ya Gavs,
Ashabına söyle, onlardan kim bana vâsıl olmak isterse, benden gayrı her şeyden
sıyrılıp çıksın. Ya Gavs. Dünya geçidinden çık ki, âhirete vâsıl olasın; âhiret
geçidinden de çık ki, bana vâsıl olasın. Ya Gavs. Cisimlerden ve nefsinden çık;
sonra kalplerden ve ruhundan çık; sonra hüküm ve emirden çık ki bana vasıl
olasın.”
Bayezid-i Bistami Hazretleri (K.S) bir gün talebeleri ile
otururken kendisinden bir türlü sohbet tecelli olmaz. Bunun üzerine talebelerine;
(bir münkirin bir şeyi kalmış mı diye) “Arayın burayı” der. Ararlar ve bir
baston bulurlar. Bastonun bir münkirin bastonu olduğunu anlarlar. Bayezid-i
Bistami Hazretleri “Bu bastonu götürün uzak bir yere atın” der. Onlar da
götürüp uzak bir yere atarlar. Baston atılınca Bayezid-i Bistami Hazretleri’nde
sohbet tecelli eder. Bunu gören talebeleri derler ki; “Bu münkirin bastonundan
bu kadar ise, ya kendisi olsa nasıl olurdu?”
“Halka hizmet, Hakk’a hizmettir” nedir? Dersen, Cemmül
cem makamını zevk eden, halkı görmez Hakk’ı görür işte bu makama vasıl olanlar
hizmeti, Hakk’a hizmettir. Ya da Hakk’a vasıl olan zatlara hizmettir.
Allah ile huzura engel olan en büyük şeylerden biri “Benlik”
sahibi olmaktır.
Gavs-ı Âzam Geylâni Hazretleri Gavsiye adlı eserinde, Hakikat
ehline mahsus olan ibadeti anlatıyor: “Dedim ki; “Ya Rabbi, hangi namaz sana
daha yakındır?” “O namaz ki, içinde benden başkasının kalmadığı, kılanın içinde
kaybolduğu! Sonra sordum, dedim ki: “İndinde hangi oruç daha faziletlidir?” “O
oruç ki, onda benden başkası kaybolup, benden gayrı kalmaz!” Sonra sordum:
“Hangi fiiller indinde faziletlidir?” “Benden gayrının kalmayıp, içinde cennet
ve cehennemin bulunmadığı, yapanın kaybolduğu!”
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin Ruhul Kuds adlı eserindeki
sözleri, bu anlamda ibret vericidir; Arabî Hazretleri şöyle buyuruyor: “Arif,
Hallaç gibi hâl sahibi olunca, nefsiyle başkalarını ayırır, nefsine şiddet ve
baskıyla muamele eder, başkalarının nefsine ise onu kendine tercih etmez,
merhamet ve şefkat ile muamele eder. Arif, makam sahibi olunca, makama
yerleşmiş, güçlü olunca, nefsi ona yabancı olur. Nefsiyle âlemdeki diğer
nefisler arasında fark kalmaz. Dolayısıyla başkalarının nefislerine karşı
sergilemek durumunda kaldığı merhamet ve şefkati kendi nefsine karşı da
göstermek durumundadır. Çünkü nefsi artık onun yabancısıdır. Kendisi yükseklere
çıkmış, nefsi ise hemcinsleriyle aşağılarda kalmıştır. Bu yüzden başkalarına
acıdığı gibi nefsine de acımalıdır.”
Eşreoğlu Rumi Hazretleri bir şiirinde benlikten vazgeçmeyi
şöyle terennüm eder:
Canı hiçe saymaktır adı aşk
Döküp varlığı gitmektir adı aşk
Senin aşkın kime düştü ey can!
Ne mezhep kodu ne din ne de iman
Ne dünya ne ahiret ne zühd-ü takva
Ne gayretü ne ar-ı namus ne ad-ü san
Ne ilmu amel ne akl-ı tedbir
Ne havf ne rica ne şer-i erkan
Fakr eyledi halk içinde anı
Ana tan eder oldu dost düşmanı
Bıraktı halk içinde anı yavuz
Temamet eyledi aleme destan
Bu aşkın oyununa hiç kimse doymaz
Kapılarda kul oldu nice sultan
Bu aşk zincirine çünkü çekildi
Koyundan yavaş oldu aslan
İşittin aşık oldu Şah-ı Ethem
Giyip bir çul, cihanda etti seyrah
Canı hiçe saymaktır adı aşk
Bela yağmur gibi gökten yağarsa
Başını ana tutmaktır adı aşk
Bu alem sanki oddan bir denizdir
Ana kendini atmaktır adı aşk
Var Eşrefoğlu bil hakikat
Vücudu fani etmektir adı aşk
Allah ile huzura engel olan en büyük şeylerden biri “Mal,
Evlat v.b. sevgisi” sahibi olmaktır.
Rasulullah s.a. Efendimiz bir Hadis-i Şerifte şöyle buyurdu:
“Bir kul, Allah tarafından sevilince, iptilaya (Hakk’a meyile) uğrar; buna
sabrederse iktina gelir başına.” “İktina nedir?” diyen bir sahabeye: “
Çoluğunu çocuğunu, malını, mülkünü alır.” buyurdu.
Nitekim ayeti kerimede "De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler, sizce Allah’tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık milleti doğru yola eriştirmez." (Tevbe 24) buyrulur.
Niyazi Mısri Hazretleri, İrfan Sofraları adlı eserinde şöyle
buyuruyor; “Senin tasarrufun altında bulunan her şey: altın, gümüş, ev, bark,
kap-kacak, sergi, çocuklar, zevce, kitaplar, hizmetçiler ve diğerleri sen gerçi
bunların maliki ve sahibi olduğunu zannedersin, biri elinden çıksa üzülür, azap
çekersin. Lakin bu hareketin, senin bilmezliğinden ileri gelir. …Eğer bunu
bilmezsen, kalbini bunlardan birine yahut çoğuna bağlarsın veyahut sen
istemeden elinden çıkmış, başkasının eline geçmiş olan şeyin, yine senin
olmasını temenni edersin veya arzu ettiğin şey olmazsa tasalanırsın ve buna sebep
olana kin beslersin. İşte bütün düşmanlık, buğz, hased, kibir, kendini beğenme
ve benzeri şeyler, hep fiillerin tevhidini bilmemekten ileri gelir. Ama bunu
bilen ve elini ister kendi tasarrufundan, ister başkalarının tasarrufunda
bulunsun, kendisinin olmayana uzatmayan ve onun sevgisini kalbinden söküp atan
kimse, zikredilen ıstıraplardan kurtulur, rahat bulur.”
Bir gün Resulullah (s.a.v.) Efendimiz, içlerinde Selman-i
Farisi'nin (r.a.) de bulunduğu Ashab-ı Suffa'nın olduğu yere gelir ve onların
Allah Teâlâ’yı zikrettiklerini görür. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)
Efendimiz şöyle buyurur: ”Allah Teâlâ sizler için; onların kalbine nefis verdi;
mal sevgisi, makam sevgisi, evlat sevgisi, her türlü sevgiyi verdiğim halde,
kalplerindeki sevgileri tevhid nuruyla attılar. Masiva kalmadı kalplerinde.
Nazargahım kalpleri oldu. Yere göğe sığmam, mümin kullarımın kalbine sığarım.”
diye buyurdu. “O halde devam ediniz. Ben üzerinize rahmetin indiğini gördüm
ve size ortak olmak istedim.” buyurdular.” (Taberani)
Gavsiye adlı eserinde, Allahu Teâlâ Geylani Hazretlerine
şöyle buyurur; “Ya Gavs! Kullarımın faziletlisi ve sevgilisi onlardır ki;
evlâdı ve ana-babası olup da kalbi onlardan fâriğdir!.. Eğer, ana-babası ölse
hiç hüzün çekmez!. Kulum bu mertebeye ve menzile eriştiğinde, benim indîmde
"ana-babasız ve evlâtsız" (lem yelid ve lem yûled) (İhlâs 3)ve
"ve “lem yekûn lehü küfüven ehad" (İhlâs 4) olur.”
Nitekim Mevlana Hazretleri şöyle buyurur: “Cenab-ı
Allah'a ve Hazreti Ahmet'e iyi yapış. Kardeşten, Ebu Cehil'den kurtul.”
Nitekim “Mallarınız ve evlatlarınız, sizin için birer
fitnedir” ayeti kerimesine işaretle, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadis-i
şeriflerinde şöyle buyururlar : "Beni ana-baba, evlat ve herkesten daha
çok sevmeyen, mümin olamaz."
Evlad ü iyal’den geçerek,
Ben ravzana geldim,
Ahlakını meth etmede,
Kur’an diye sevdim.
Allah ile huzura engel olan en büyük şeylerden biri “Hâl”
sahibi olmaktır.
Mevlana Hazretleri Mesnevi’sinde şöyle buyurur; “Hâl, güzel
bir gelinin cilvesidir. Makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir.
Gelinin cilvesini padişah da görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat aziz
padişaha mahsustur. Gelin, havasa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete
giren ancak padişahtır. Sufiler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam
sahibi nadirdir.”
Kuru laf ile maksûd ele girmez,
Yürü hâl ehli ol, kâli nidersin.
Fenâ ender fenâya erdin ise,
Ferâgat ehli ol, hâli nidersin.
Niyazi Mısri Hazretleri’nin buyurduğu gibi; ancak kâlde
olan, hâle davet edilir. Hâl ehli, ehli tariktir. Yani insanları hâl ehli
olmaya çağırmak hakikate değil, tarikata davet etmektir.
Mevlana Hazretleri, Mesnevi’sinde şöyle buyuruyor. “Şeriat
muma benzer; yol gösterir. Ele mum almadan, yol alınmaz. Yoldaki bu gidişin, bu
yürüyüşün tarikattir. Gideceğin yere vardın mı, amacına ulaştın mı, bu da
hakikattir. Bunun için demişler ki; Hakikatler meydana çıktı mı, yollar biter!”
Allah ile huzura engel olan en büyük şeylerden biri
“Rızık Endişesi” duymaktır.
Hz. Ali (k.v)’in buyruğudur: “Rızık paylaştırılmış ve
bölünmüştür. Ecel belirtilmiş, belirginleştirilmiştir.” Yine Hz. Ali (k.v.)
İlahiname’sinde şöyle buyurmaktadır: “İnsanlar mal azlığını akıl
noksanlığına bağlarlar. Akıllı olduğu halde malı az olanı ahmak zannederler.
Kişi zekâ ve aklı ile rızık bolluğuna kavuşsaydı, bütün derece ve mertebelerin
en üstün noktasına nail olurdum. Bütün rızıklar Cenab-ı Hakk’ın fazlı keremi
ile ezelde taksim edilmiştir. Akıl ve mantık oyunları ile değiştirilmesi mümkün
değildir. Rızkını bolca bulanlar, bunu akıl ve zekâ sayesinde elde edemediler.
Çünkü takdir ne ise gelir insanı bulur. Rızıklar ezelde taksim edilmiştir. Eğer
kuvvet ve güçle rızık temin edilseydi, güçsüz ve takatsiz olan serçenin
rızkını, güçlü ve kuvvetli olan doğan kuşu alırdı.”
Seyyid Muhammed Nurül Arabî Hazretleri, “Allah'a âşıksan
eğer, rızkını düşünme ki, sen Allah’ı zikreder de rızkını unutursan, Allah
Teâlâ sana daha hayırlı bir rızık ihsan edecektir.” buyurmaktadır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadisi şeriflerinde şöyle
buyurmuştur; “Rızk ecelinden ziyade sahibini arar ve nerede olursa bulur.”
“Rızk ecel gibi Cenabı Allah’ın abdini arar, nerede olsa bulur.”
Allah ile huzura engel olan en büyük şeylerden biri “Geçmişi Düşünüp, Üzülmek ve Gelecek Kaygısı Taşımak”tır. Allah’a tam tevekkül edip olmuş olan en hayırlısıdır, olacakta en hayırlısı olacaktır. Deyip halkıda Halık’a bırakıp sırf Hak’la olmak lazımdır.
[1] “bütün
yaratıkları besleyen”
Diğer İslami Kitaplara Göz At!