Sırru'l Esrar - Seyyid Abdulkadir Geylani (k.s.)
İÇİNDEKİLER SIRASIYLA ŞÖYLEDİR: İnsanın Aslî Vatana Dönüşü, İnsanın Esfel-i Safiline Reddi, İlimlere Dair, Şeriatta ve Tarikatta Hac, Şeriatta ve Tarikatta Namaz, Şeriatta - Tarikatta Oruç, Abdulkadir Geylâni (K.S) Hazretleri'nden Tüm Müslümanlara İkazlar, Abdulkadir Geylâni (K.S) Hazretleri'nden Birkaç Özdeyiş, Abdulkadir Geylâni (K.S.) Hazretlerinin, Oğlu Abdurrezzak'a Vasiyyeti, Zikrin Şartları, Fukara Zümresi, Vecd ve Safa, Taharet Beyan Olunur, Zikirleri Beyan Eder, Saadet ve Şekavet, Nur ve Zulmet Perdeleri, Tevbe ve Telkin Üzerine, Rüyetullah - İlahî - Zatî Tecelliye Ermek ve Görmek, Tasavvuf Ehline Dair, Ruhların Cesettekî Yerleri, Rabıta ve Faydası, Gâvs-ı Âzam (K.S.) Hazretlerinin Akîdesi
İNSANIN ASLİ VATANA DÖNÜŞÜ
İnsan, iki yönden mütalaa edilir: Cismani. ruhanî.. Cismani, yani dış görünüşteki maddi hali demektir. Bu babda herkes eşittir. Ve umumi bir hüküm alır. Ruhani duruma, bu kalıbın ötesinde saklı duruma gelince orada özel bir hal başlar. Umumi hükümde mütalaa edilen insan; bazı derecelerle asli vatanına dönebilir. O dereceleri almak için, dinimizin zahirdeki emirlerini birer sebep olarak ele alır ve ilerler.. Ve sırası ile, manevi yola; marifet âlemine geçer. Hele marifet çok yücedir. Peygamber S.A. efendimiz onu överken, şöyle buyurur; - «Her şeyi özünde toplayan bir hikmet var ki o, hak marifetidir.» Kulun bunlara erebilmesi için; görsünler, işitsinler diye, iş tutmaması gerekir. Yapılacak işler için dereceleri üç bölüme ayıracağız. ki bunlara cennet tabir edilir:
BÎR: Mülk âlemindeki cennet.. Buna MEVA denir.
ÎKÎ: Melekut âlemindeki cennet.. Buna NAİM cenneti tabir
edilir.
ÜÇ : Ceberut âlemindeki cennet.. Buna da FİRDEVS cenneti
denir.
Bu anlatılanlar, cismani, - bu maddi varlığın tadacağı -
nimetlerdir ki bunlara ancak, üç çeşit ilmi benlikte toplamakla erilir: Şeriat,
tarikat, marifet...
Yeri gelmişken yukarıya yarısı beyan edilen Hadis-i Şerifin
tümünü zikredelim. - «Bütün hayırları, hikmeti derleyen şey: Hakka karşı irfan
sahibi olmak ve onunla âmil olup, sonra, batılın da ne olduğunu bilmek ve
terktir.»
Sırası gelmişken Peygamber S.A. efendimizin yaptığı bir
duayı da anlatalım: - «Allah’ım, bize hakkı göster ve ona uymayı nasip et;
batılı bildir ve ondan kaçmayı kolay eyle.»
Keza, Peygamber S.A. efendimizin bu hususta bir Hadis-i
Şerifini yine zikredelim: - «Herkim nefsini bilir, onun uygunsuz arzularına
muhalif kalırsa, gerçekten Rabbini bilmiş ve ona uymuş olur.»
Buraya kadar anlatılan şeyler, umuma şamil olan işlerdir.
Bir de üstün istidada sahip insanların hali var ki, onları da aşağıda
anlatacağız... Bunlara, HAS İNSAN tabirini kullanıyoruz.
Bu insanın vusulü, Hakka tam yakınlıktır. Oluşu sebebine
gelince, tek şeyle olur, o da hakikat ilmi ki buna, lahutî olan yakınlık
âleminde: TEVHÎD tabir edilir. Bu hal adet olduğu üzere dünya hayatında olur.
Bu hale ermek için, uykuda olmakla, ayıklık arasında bir fark yoktur. Belki de
esas uykuya dalınca, kalb bir aralık fırsat bulur ve asıl vatana gider. Bu
gidiş külli de olur, cüz'i de... Nasıl ki Allah-ü Teala bir ayette şöyle ferman
eyler: - «Allah-ü Teala, nefisleri ölüm zamanı gelince öldürür. Bazılarını da
uykularında... Hakkında ölüm hükmü olanı tutar. Kalanları, muayyen bir zaman
için geri salar.» (Zümer, 42)
Buna işaret olarak Peygamber S.A. efendimizin bir Hadis-i
Şerifini zikredelim: - «Âlimin uykusu, cahilin ettiği ibadetten hayırlıdır.»
Burada kastedilen âlim, tevhid nuru ile içini nur eden;
sonra da, harfsiz, sessiz, sır dili ile TEVHÎD ESMASINA devam eden zattır. Asıl
insan budur. Bunu anlatan birkaç tane hadis-i kudsî zikredelim.
- «İnsan, sırrımdır; ben de onun...» - «Batın ilmi
sırlarımdan bir sırdır; onu, kullarımın kalbine koyarım, benden gayrı o hali
bilen olmaz.» - «Kulumun zannına göreyim. Beni aradığı an, onunlayım. İçinden
anarsa, zatımda anarım. Bir topluluk içinde anarsa, daha hayırlı bir cemaat
içinde anarım...»
Bu anlatılanlardan arzu edilen tek şeydir. O da: İnsan
varlığında cüzî bir yer işgal eden, TEFEKKÜR İLMÎ... en önemlisi bu...
Bu tefekküre dair Peygamber S.A. efendimizin buyurduğu
birkaç Hadis-i Şerifi anlatalım:
- «Bir anlık Tefekkür, bir yıllık ibadetten hayırlıdır.» -
«Bir anlık Tefekkür, yetmiş yıl ibadetten hayırlıdır.» - «Bir anlık tefekkür,
bin yıl ibadetten hayırlıdır.»
Her işte başarı, Hakk’ın zatında saklıdır.
Tefekküre dair zikri geçen Hadis-i Şerifler, biraz tefsir
ister. Çünkü aynı mevzu üç şekilde anlatılıyor.
- Herkim, bazı hikmet taşıyan işleri düşünür. Onun bir
parçasından birçok parçalar olduğunu, onlardan dahi nice şeyler husule
geldiğini düşünürse ki buna tefekkür denir, yaptığı bu tefekkür bir yıllık
ibadete bedel olur.
- Herkim, yaptığı ibadeti düşünür ve onların hikmetine karşı
irfan duygusu taşırsa, bu tefekkürü yetmiş yıllık ibadete bedel olur.
- Herkim, ilahî marifeti düşünür; Allah-ü Teala’ya karşı tam
irfan duygusuna sahip olmayı dilerse, bunun yaptığı tefekkür de bin yıllık
ibadete bedel olur. Asıl irfan ilmi budur, îrfan ilmi demekle TEVHÎD halini
kasd ediyorum. Arif kişi iştiyakını duyduğu zata, mahbubuna bununla erer. Bu
halin neticesi ise, ruhânî bir halle; tam yakınlık âlemine uçup gitmek olur..
Abidler, cennete yürür giderler.. Arifler ise, yakınlık
âlemine uçar giderler.
Âşıkların, kalbine has gözleri var; Onlar görür, bakamaz
başka nazırlar. Kanatları bir başka, ne hacet damara; Uçarlar, melekûta,
âlemlerin Rabbine. Bu uçuş, irfan sahibinin iç âleminde olur. Bu hale erene
hakikî insan, adı verilir. Allah'ın sevgilisi, mahremi, gelini tabir edilir.
Bayezid-i Bistami Hz. şöyle buyurur: - İrfan sahipleri,
Allah'ü Teala’nın gelinleridir.
Diğer rivayette ise, şöyle anlatılır: - Evliya zümresi.
Allah'ın gelinleridir. Gelinleri ise, ancak sahipleri bilir. Îrfan sahibi olan
veli kullar, bu görünen kalıp perdesine bürünmüştür.
Allah-ü Teâla bir kudsî hadiste şöyle buyuruyor:
-«Velîlerim, kubbelerim altındadır. Benden gayrı onları tanıyan olmaz.»
İnsanlar, duvaklı süslü geline bakarken ne görebilir ki?..
Ancak, dıştaki süsünden başka..
Yahya b. Maaz-ı Razı Der ki: -Velî yeryüzünde, Allah-ü
Teâla'nın reyhânıdır, onları sıddık zümresi koklayabilir.
O kokuyu alır, Rablarına iştiyak duyarlar. Değişik huylarına
göre, ibadetleri artar. Bu da varlıklarından soyundukları fena haline göredir.
Hakkın zati varlığına yakınlık, maddî varlıktan soyunup, fenâ âlemine geçiş
kadardır. Fenâ hali ne kadar artarsa. Hakka yakınlık o kadar artar. Asıl velî,
halinde tam yokluğa varan ve Hakkın varlığını müşahedeye dalandır. Onun
nefsinde, bir seçme kudreti yoktur. Ve onun benliğinde Hakla beraber ikinci bir
varlık, karar kılamaz. O, birçok kerametle teyid edilmiş olmasına rağmen,
hepsinden beridir. Hiç biri ile ilgisi yoktur. Orada, hiçbir halin ifşası
görülmez. Çünkü RÜBUBÎYET sırrının ifşâsı küfürdür.
MÎRSAD adlı eserde şöyle denir: - Keramet sahiplerinin
hepsi, hallerinden perdelidir. Keramet gösteren için; keramet hayız hali
sayılır. Böyle olmakla beraber bir velînin en az bin makamı vardır; ilki kerametler
kapısıdır. Ondan geçen öbürlerine nail olur. Aksi halde hiç birine...
İNSANIN ESFEL-İ SAFİLİNE REDDİ
Allah-ü Teâla; lahut âleminde kudsî ruhu, tam kıvamında
yarattıktan sonra, onu aşağılara göndermeyi diledi ve gönderdi. Bundan kasdı;
güçlü padişahın katındaki doğruluk otağında, yakınlık bulmak ve ünsiyetin
artmasıydı. Ki orası, evliya ve enbiyânın makamıdır.
Allah-ü Teâla o kudsi ruhu önce, ceberut âlemine gönderdi.
Beraberinde TEVHÎD tohumu bulunuyordu. Uğradığı âlemde onun benliğine nuraniyet
hali emânet edildi. Ve orada bir kisve giydi.
Oradan mülk âlemine geçti. Orada kendi benliğine has, Hakkın
yarattığı kisveyi giydi. O kisvenin giydirilmesindeki murad; bu mülk âleminin
yanmamasını temindi... işte bu yoğun ceseddir.
Bu kudsi ruha, giydiği ceberut kisvesi dolayısıyla, sultanî
ruh, tabir edilir. Melekût âleminden aldığı kisve icabı, ona seyranî ve revani
ruh, tabir edilir. Mülk âlemine nisbeti ile ona cismani ruh, tabir edilir.
Bu esfel âleme gelmeden maksud, kalb ve kalıp vasıtası ile
yakınlık ve derece kazanmaktır. Bu âleme gelecek, kalb arzına TEVHÎD tohumunu
ekecek ve orada TEVHÎD ağacını bitirecek... "O ağacın aslı, olduğu yerde
durur" ve dalları sürür boşluğunu doldurur. Ve orada Allah rızası için,
TEVHÎD meyveleri verir. Ve sonra, kalb arzına, şeriat tohumu ekti. Orada şeriat
ağacını büyütmeyi istedi. Ve derecelere ait meyvelerin hâsıl olmasını
istiyordu. Allah-ü Teâla ruhlara cesetlere gitmeyi emredince, her birine has
yer ayrıldı. Cismanî ruhun yeri etle kan arası oldu. Kudsi ruhun yeri sırda
yapıldı. Bu iki ruhtan, her birinin ayrı ayrı yerleri ve bu vücud ülkesinde
metaı, kârı ve ticareti vardır. O ticaretler bol ve bereketlidir. Allah-ü Teâla
onları anlatırken şöyle buyurdu: - "Gizli ve aşikare bol ve bereketli kâr
ümit ederler.." (Fatır, 29)
Her insana lâyık olan odur ki, bu vücud âleminde yapacağı
işi bile.. anlaya.. Çünkü bu âlemde, boynuna hangi hüküm asılmış ise, o hâsıl
olmaktadır. Ama bir Ayet-i Kerimede zikredilen, o hırs ve dünya düşkünü insan
için şöyle buyurulur: - "Kabirlerin açılacağı, ve sinelerde olanların
ayılıp ortaya atılacağı zamanı düşünmez mi?" (Adiyat, 9-10) - "Biz,
insanların yapacağı işin özetini boynuna taktık" (Îsra, 13)
İLİMLERE DAİR
Zahirdeki ilimler, sayı olarak on iki bölüme ayrılır. Kezâ
bâtın ilmi de on ikiye bölünmüştür. Bunlar; âvam ve has kullar arasında,
herkesin kabiliyetine göre taksim edilmiştir.
Biz burada ilimleri dört bölüme ayırıp anlatmaya
çalışacağız.
BÎRÎNCÎSİ: Şeriatın; zahirdeki emri, yasağı ve koymuş olduğu
diğer hükümler.
ÎKÎNCÎSÎ: O ahkâmın iç hükümleri ki, ona bâtın ilmi ve
tarikat ilmi, ismini verdim.
ÜÇÜNCÜSÜ: Bâtının bizzat kendisi. Buna mârifet ilmi ismini
veriyorum.
DÖRDÜNCÜSÜ: Bâtından daha bâtın. Buna da hakikat ilmi, adını
veriyorum.
Bu saydıklarımızı tümden öğrenmek, bilmek ve onlara varan
yolları bulmak lazımdır. Peygamber S.A. efendimizin bir Hadis-i Şerifi vardır;
onu da yeri gelmişken zikredelim: -
"Şeriat bir ağaçtır. Tarikat onun dalları. marifet yaprakları, hakikat ise
meyvesidir. Kur'ana gelince, gerek tevil, gerekse tefsir bakımından hepsini
câmidir."
Mecmâ adlı eserin sahibi der ki: - Tefsir âvam için, tevil
ise, havas kullara hastır. Çünkü havas kullar, mânevi ilimde rasihdir. Rasih
burada ilim cihetinden sebatlı, kararlı, hüküm çıkarmaya yetki sahibi kimseler,
mânasına gelmektedir. Onlar, tıpkı hurma ağacı gibidir. Kökü yerle sabit;
dallarına gelince, semaya doğru baş salmıştır. Burada anlatılan rüsuh; kalbin
özüne, kalbe yerleşir. Ayetteki VERASİHUNE cümlesi, İLLALLAH kelimesine
atfolunmaktadır. Bu, bir kavle göre tefsir edilmiştir. Tefsir-i Kebir sahibi,
bu âyetin tefsirinde der ki: - Eğer bu ayetteki kapı açılaydı, batın âleminin
kapıları tümden açılırdı.
Sonra kulun haline gelince, o emir veya yasakları yerine
getirmeye memurdur, ileride anlatacağımız dört daire içinde nefse muhalif
hareketle mükelleftir. Şeriat dairesinde nefis, muhalefet için vesvese verir.
Tarikat dairesinde ise, uyma emrini verir. Velayet ve nübüvvet davalarını
karıştırır. Müridi, yersiz iddia peşinde koşmaya sevk eyler. Marifet dairesinde
ise, daha başka şeyleri emreder. Rübubiyet davasına yeltenir. Gizli şirke
düşer. Bir Ayet-i Kerimede Allah-ü Teâla şöyle buyurur: - "Boş arzularını
ilah tutanı gördün mü?."( Furkan, 43)
Hakikat dairesine gelince, orası başkadır. Oraya nefsin, şeytanın yolu uğramaz. Hatta melekler de giremez. Allah'tan gayrı her şey orada yanar. Cibril, bu hali peygamber S.A. efendimize anlatırken:
- "Bir karınca adımı ileri geçsem, yanarım." Dedi.
Kul bu halinde nefis ve şeytan hasmından âzad olur, ihlâsa bürünür. Allah-ü
Teâla şeytanın sözünü hikaye ederek, şöyle buyurdu: - "Îzzetine yemin
olsun ki, ihlâs sahibi kulların hariç, hepsini azdıracağım." (Şad, 82)
Kul, ihlâs sahibi olmayınca hakikata eremez. Çünkü beşeri
sıfatlar, ancak zatî tecelli ile sona erer. Cehaletin ortadan kalkması, Allah-ü
Teâlanın zatına karşı irfan sahibi olmakla olur. Bu da tahsille elde edilmez.
Allah-ü Teâla vasıtasız öğretir. Tıpkı Hızır nebiye olduğu gibi.. Kendi
katından ilim verir; o da verdiği o duygu ile arif olur ve ihsânla da ibadet
eder.
Bu âleme eren, kudsî ruhları müşahede eder. Peygamberi -
Muhammed'i - S.A. görür. Onunla, olup-bitenleri baştan sona konuşur. Diğer
peygamberler de ona sonsuz vuslatla müjde verirler. Allah-ü Teâla onları
anlatırken şöyle buyurdu: - "Onların arkadaşlığı ne iyi oldu."
(Nisa.)
Bu ilmi benliğinde bulamayan kimse, milyon ciltlik kitap
okusa; yine de âlim olamaz. Zahirdeki ilimlerle elde edilen mükâfat, ancak
cennete götürebilir. Orada ancak ilahi sıfatların nuru tecelli eder.
Alim, zahiri bilgi ile kudsî hareme giremez; yakınlık
âlemine de eremez. Çünkü, o bir uçuş âlemindedir. Uçmak için iki kanada ihtiyaç
vardır. Kul odur ki, zâhir ve bâtın bilgisi ile çalışır ve anlattığımız âleme
kavuşur. Allah-ü Teala, kudsî bir hadiste şöyle buyuruyor: - "Kulum,
haremime dahil olmak dilersen; mülke, melekûta, ceberûta bakma." Çünkü;
mülk âlimin şeytanı, melekût ârifin şeytanı, ceberut ise, gerçeğe vakıf olanın
şeytanıdır. Her kim onların biriyle razı olsa, dergâhtan tard olunmuştur;
Allah'ın katında böyledir. Demek istiyorum ki; Zat-ı İlahî'ye yakınlık hakkını
kaybetmiştir. Dereceleri durur. Halbûki, onlar, yakınlık istiyordu; o âleme bu
halleri ile eremezler. Çünkü esas arzu edilecek şeyi istemediler. Onların tek
kanadı vardır. Hak yakınlığına erenler için öyle nimetler vardır ki, onları
hiçbir göz görmedi, kulak işitmedi, beşer kalbi adlarını duymadı. Ki o,
yakınlık cennetidir. Orada hûri, köşk olmaz. Însana layık olan odur ki kadrini
bile. Hakkı olmayan şeyi nefsi için iddia etmeye.
Hz. Ali der ki: - "Kadrini bilen, haddini aşmayan,
diline sahip olan, ömrünü boşa sarf etmeyen kimseye Allah rahmet eylesin."
İlim sahibine gereken, mânalar çocuğu - TIFL-I MAANİ - adı
verilen, insanlığın hakikatini anlaya... TEVHÎD esmâsına devamla, onu terbiye
ede... Cismanî âlemden geçip, ruhanî âleme ere... Orası sır âlemidir. Allah-ü
Teâlanın zatından gayrı orada yoktur. Orada bir başka diyar da yoktur. Orası
sonsuz, bir sahradır. Manalar çocuğu - TIFL-I MAANÎ - orada uçar. Acaip ve
garip şeyler görür. Ama, onlardan haber vermek mümkün olmaz. Orası kendi
varlıklarından fenâ bulan, tevhid ehlinin makâmıdır. Vahdet gözü ile bu
böyledir. Allah-ü Teâlanın cemâlini görmekle, kendine has fani vücudu kalmaz.
Güneşten gözü kamaşan da kendini göremez. Allah-ü Teâlanın cemal tecellisi
önünde, nefsin nesi kalabilir ki?.. Hiç... Îsa Peygamber a.s. der ki: -
"İnsanın, melekût âlemine geçmesi için, iki defa doğması lazım; ki kuşlar
da iki defa doğar." Bu kelâmdan murad; ruhanî olan, mâna âleminin
doğmasıdır. O, insanın gerçek kabiliyetinden gelir. O da insanın sırrıdır. Onun
varlığı ve ilgileri şeriat ve hakikat ilminin birleşmesinden doğar. Çünkü
yavru, iki suyun bir araya gelmesinden hâsıl olur. Allah-ü Teâla bunu anlatmak
için şu âyetini inzâl eyledi: - "Biz insanı karışık sudan halk ettik; onu
tecrübe ederiz." (Însan, 2)
Bu mâna hâsıl olduktan sonra, halk denizinden geçip, emir
derinliğine inmek kolay olur. Âlemlerin tümü, ruh âlemine göre; bir katredir.
İşte bunlar anlaşıldıktan sonradır ki; ruhanî ve ledünnî ilimlerin feyzi ve
nuru, harfsiz, sessiz kâinata dağılır.
ŞERİATTA VE TARİKATTA HAC
Şeriattaki hac, şartlarını yerine getirerek BEYT'i
ziyarettir. Şartları tam olduğu takdirde sevâbı hâsıl olur. Onun şartlarından
biri eksik kalırsa, sevâbı bâtıl olur. Çünkü Allah-ü Teâlâ onun tamamen edâ
edilmesini emreder: « Haccı ve Umreyi Allah için itmam ediniz.» (Bakara, 196)
Haccın şartlarını şöylece sıralayabiliriz: İhram, Mekke'ye
giriş, giriş tavafı, Arafatta duruş, Müzdelifede gecelemek, Mina'da kurban
kesmek Hareme gelmek, tekrar yedi defa Kâbeyi tavaf etmek, zemzem suyu içmek,
İbrahim a.s. makamında iki rikât namaz kılmak.. Bundan sonra, Allah'ın Hac
esnasında haram kıldığı şeyler helâl olur. Bu şekilde yapılan haccın mükâfatı,
Cehennem'den azad olmak, Allah-ü Teala, şöyle buyurdu : « Kim oraya girerse
kurtulur.» (Alî-İmran, 97) Sayılan hareketlerden sonra, bir tavaf daha yapılır
ve vatana dönülür. Allah, bize ve size nasib eylesin...
Tarikattaki hacca gelince; onun yol hazırlığı ye yolda lâzım
gelecek eşyaları vardır. İlk hazırlık, bir telkin sahibine meyildir. Ve ondan
bir şeyler almak.. Sonra manasını, düşünerek dille zikir.. Burada zikirden
kasdımız; LA İLAHE İLLALLAH.. cümlesidir. Bundan sonra kalbte dirilik hasıl
olur. Ve Allah-ü Teala, içten, anılmaya başlanır... Tâ iç âlem sâfiyetini
buluncaya kadar... Bu sâfiyetten sonra; cemal sıfatının nurları ile, sır
kâbesinin görünmesi için, sıfat esmasına devam gerekir. Sonra, bu tasfiye işi,
İbrahim ve İsmail peygambere (a.s.) şu Ayetle emir verildi: « Beytimi
ziyaretçiler için temizleyiniz.» (Hac 26)
Zahirdeki kâbenin, ziyarete gelecek kullar için temiz
edilmesi, gerekir. Batın kâbesinin de Hâkkın nazarı için temiz tutulması icab
eder. İnsan için bu temizlik ne kadar lâyık ve yapılması ne kadar yerinde olur;
diğer temizliğe nisbetle ne kadar iyi... Bundan sonra, kudsi ruhun nuru ile
ihrama girmek gelir. Sonra kalb kâbesine girilir, daha sonra ikinci isim olan
ALLAH kelâmına devamla kudüm tavâfı yapılır. Bundan sonra, münâcaat yeri olan
kalb arafâtına gidilir. Orada üçüncü isim olan HU ile duruş yapılır. Dördüncü
isim olan HAK da aynı şekilde devâm edilmesi icab eden isimdir. Daha sonrâ
beşinci isim olan HAY, altıncı isim olan KAYYUM arasını birleştirip FÜAD - kalb
- müzdelifesine gidilir. Bundan sonra iki harem arasında olan SIR minâsına
gidilir, orada duruş yapılır ve yedinci isim olan KAHHÂR okunarak mutmeinne
nefis kurban edilir. KAHHÂR ismi yokluk kapısını açar ve küfür perdelerini
kaldırır. Bu durumu Peygamber S.A. efendimizin şu Hadis-i Şerifi çok iyi
anlatır: «İman ve küfür, arşın ötesinde birer makama sahiptirler. Ve bunlar
kulla Rabbi arasında perde sayılırlar Biri siyah öbürü de beyazdır.»
Bundan sonra, Kûdsi ruhun başı, beşeri sıfatlardân tırâş
edilir. Burada sekizinci isim okunur. Sonra; SIR, haremine girilir, burada
dokuzuncu isim okunur. Bundan sonra AKİF arsasına gidilir, oranın yakınlık,
ünsiyet sergisinde itikâfa girilir, burada onuncu isme devam edilir. Bundan
sonra SAMED sıfatının tecellisi, şekilsiz benzersiz görülür. Daha sonra tavaf
başlar, yedi defa yapılır. Altı teferruat ismi ile, on birinci isme burada
devam edilir. Bundan sonra yakınlık ile şarab içilir. Bu şarabı: « Rabları
onlara pak temiz olarak içirdi.» (İnsan, 21) Ayet-i Kerimesi bize anlatır.
Burada kadeh on ikinci isimdir. Bundan sonra baki yüzden perdeler kalkar. Onun
nuru ile ona nazar kılınır. O âlemin şekli benzeri yoktur « O âlemi, ne bir göz
gördü, ne bir kulak işitti, ne de bir beşer kalbi hatırlâmıştır.» Allah-ü
Teala'nın kelâmı harf ve ses vasıtası ile olmaz. Beşer kalbinin inceliğine
eremediği zevk, Allah-ü Tealayı görme anındaki zevktir. Ve onun hitabıdır.
Bundan sonra, kötü işler iyiliğe döner. O hac işi esnasında haram olanlar,
helâl olur: Bu işler, TEVHİD esmâsının tekrarı ile olur. Allah-ü Teâla şöyle
buyurur: « İman edip, yarar iş yapan zümre var ya, işte Allah onların kötülüklerini
iyiliğe çevirir.» (Fürkan; 70) Sonra; nefsâni hareketlerden azâd hâsıl olur.
Korku hüzün kalmaz.
« Ayık olunuz; Allah'ın veli kullarına korku, hüzün yoktur.»
(Yunus, 62) meâlindeki Ayet-i Kerime, bu hali ifade eder. Allah, fazlı, keremi,
cömertliği ile bu halleri cümlemize nasib eylesin. Bundan sonra son tavaf
başlar, bütün ilâhi isimlerin tekrarı ile tamamlanır. Ve asli vatana dönüş
başlar. O asli vatan, kuds ve ahsen-i tâkvim âlemindedir. Bu iş, YAKİN âlemi
ile ilgili, on ikinci ismin tekrarı ile olur. Bu teviller dilin ve aklın
döndüğü miktardır. Bundan öte işlerden haber vermek mümkün olmaz. Çünkü
havsalâ, zihin ve anlayış, ötesini idrâk edemez. Bu hikmete işaret olarak
Peygamber S.A. efendimiz şöyle buyurur: « Öyle ilimler vardır ki, onlar gizli
hazine gibi dururlar; ilahi ilimlere vakıf olanlardan gayrısı bilemez.» O
ilimden bahsedildiği zaman, izzet sahibi kimseler inkâr etmezler. İrfan sahibi
derinden alır, ilim sahibi yüzden... İrfan sahibinin bilgisi; Allah-ü Tealâ'nın
sırrıdır, onun bildiğini O'ndan gayrısı bilmez. Bir Ayet-i Kerimede şöyle
buyurulur; « Onun dilediği miktar dışında, ilim hazinesinden bir şey
alamazlar..» (Bakara, 255) Alanlar ise, nebiler ve velilerdir. Yine buyurur: «
Allah en gizliyi ve sırrı bilir.» (Taha, 7) Yine buyurur: « Allah'tan başka
ilah yok.» (Bakara, 255) Yine buyurur: « Güzel isimler ona hastır.» (Taha, 8)
En iyi bilen ALLAH'dır...
ŞERİATTA VE TARİKATTA NAMAZ
Şeriattaki namaz: «- Namazlara devam ediniz; bilhassa orta
namaza...» (Bakara, 238) Ayet-i Kerimenin ahkâmına göre malum olmaktadır.
Dinimizin emrine göre kılınan namazdan murad, zâhirdeki duyguların cismani
hareketlerle eda ettiği rükünler; ayakta durmak, Kur'an okumak, rükua varmak,
secde etmek, sesle lafızları tekrar etmek gibi... Bunların hepsi namaza ait
hareketlerdir. Bu hareketlerin hepsinden bir namaz meydana gelmektedir. Ve bu
sebepledir ki, cem edatı ile: - «Namazlara devam ediniz.» Buyurulur , Namazın
tarikat âlemindeki manası: Kalbin, sonsuz huzurda kalmasını temindir. Yukarıda
zikri geçen Ayet-i Kerimedeki, orta namaz anlatmak istediğimizin ta kendisidir;
çünkü o, kalb namazıdır. Çünkü kalb, bedenin tam ortasındadır. Sağ, sol; alt,
üst; saadet ve şekavet arasında bulunur. Bunların hepsinde o kalb bir vasat
durum arz eder. Peygamber S.A. efendimiz şöyle buyurdu: «-Ademoğullarının kalbleri; Rahman'ın iki
parmağı arasındadır. O istediği yana çevirir»
Yukarıda bahsi geçen âyet ve bu hadisten anlaşılacağı gibi,
en önemli iş, kalb namazıdır. Bir kimse namazda, kalbini asıl namazdan gafil
kılarsa, öbür namazı da fesad olur. Bu fesad meydana gelince bütün duyguların
namaz huzuru bozulur. Bu sözümüzü şu Hadis-i Şerif teyid eder: «-Namaz, ancak
kalb huzuru ile olur.» Çünkü namaz kılan yaratanı iIe münacaat eder. Münacaatın
insan varlığındaki yerine gelince, kalbdir. Kalb gafil olunca, kılınan namazın
manevi değeri ölür. Zahirdeki duyguların da namazdan alacakları huzur kaybolur.
Çünkü kalb asıldır; geri kalan ona tâbi olur. Bunu da şu Hadis-i Şeriften
anlamaktayız: «- Ademoğlunun cesedinde bir et parçası bulunur; o iyilik
bulunca, bütün ceset, salâha erer. O kötü olunca, bütün varlık iyiliğini
yitirir. Ayık olunuz; o et parçası kalbdir.»
Şeriat namazı vakitlere bağlıdır. Bir gün ve gece içinde beş
vakit olarak kılınır. Sünnet olan bu nâmazı gösterişe kapılmadan mescitte
cemaatle kılmaktır. Îmama uymalı, kıbleye dönıneli, duysunlârı terk etmeli;
böylece namazı eda etmeli... Tarikat namazının zamanı sonsuzdur. Ömür boyu devam
eder. Onun mescidi kalbdir. Cemaatıına gelince, iç âlemin dili ile TEVHİD
isimlerini okumaya devam eden batıni kuvvetlerdir: İmamı ise, kalbde bulunan
şevktir. Kıblesi, HAZRET-İ EHADİYET'tir. Ve samedaniyet cemâlidir. Asıl hakiki
kalb, bu namazı kılabilendir. Böyle olan kalb ve ruh namazla meşguldür. Kalb ne
ölür, ne de uyur. Uykuda ve ayıkta o böylece vazifesine devam eder. Kalb namazı
onun hayatı ile olur. Orada ne ses, ne kıyam, ne oturmak var. O, Peygamberi
S.A. önder bilerek. «- Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım
isteriz.» (Fatiha, 5)
Âyet-i Kerimesi ile Allah-ü Teâlâ ile konuşur. Kazi Hz. bu
ayeti tefsir ederken şöyle der: «- Bunda irfan sahibinin haline işaret vardır.
Gayb halinden EHADİYET âlemine , geçer. O subhandır, yücedir. O büyük kalb,
birçok kudsi hitaba mazhardır.» Bir tanesi de, Peygamber S.A. efendimizin
buyurduğu: «- Peygamberler ve veliler hayatlarında evlerinde olduğu gibi,
kabirlerinde de namaz kılarlar.» Yani, kalb hayatları ile, Allah-ü Teâlâ'ya
münacaat ederler. Her iki namaz birleşirse, tam olur ve ecri de büyük olur.
Ruhani hali ile yakınlık âleminde yaşar, cismani durumu ile de derecesini
bulur. Bu şekilde bir namaz kılan, zahirde abid lâkabını alır, batında ise ârif
ismini... Şeriat namazı ile, tarikat namazı birleşmediği takdirde, noksan olur.
Ecri sadece derece getirir. hâli varlık âleminde yakınlık bulamaz.
ŞERİATTA VE TARİKKATTA ORUÇ
Şeriatın orucu; gündüz olunca, yemekten, içmekten beri
durmak ve meşru münasebeti terktir. Tarikatın orucu, gece gündüz, bütün
duyguları cümle haramdan korumaktır. Kötü, akla uymayan şeyleri zahirde olduğu
gibi batında da terktir. Anlattığımız hareketlerin biri yapıldığı takdirde oruç
batıl olur. Şeriat orucu muvakkattir. Fakat, tarikat orucu ebedidir; ömür
boyunca devam eder. Asıl oruç budur. Çünkü Peygamber S.A. efendimiz bir Hadis-i
Şerifinde şöyle buyurur: « Birçok oruç tutanlar vardır ki, tuttuğu orucun,
yalnız açlığı ve susuzluğu yanına kalır. » Dolayısı ile birçok oruçlular, iftar
eder ve birçok iftar edenler, de oruçlu durur.. Yani, duygularını kötülüğe
kaymaktan korur. İnsanlara eliyle, diliyle eza etmez..
Allah-ü Teâla'nın: « Oruç benim içindir, mükâfatını ben
veririm.» Diye tarif ettiği oruç budur. Bu yüce orucu tutanlar için Peygamber S.A.
efendimiz de şöyle buyurur: « Oruçlunun iki sevinci vardır; biri iftar anında;
öbürü de görüş anında...»
Allah (c.c.) fazlı, keremi ile, bize bu orucu ve bu sevinci
ihsan eylesin... Amin!.. Şeriat ehli bu Hadis-i Şerifi tefsir ederken der ki: -
İftar'dan maksat, gün battığı zaman, yemeğe başlanmasıdır. Görüşten murad ise,
bayram hilâlinin görünmesidir.
Tarikat ehli der ki : - İftardan murad, cennetteki nimetleri
yemek için oraya girmektir. Allah, cümlemize nasib eylesin. Görüşten murad ise,
sır gözü ile açıktan Allah-ü Teâla'ya nazardır. Allah, bu görüşü bize ve size
fazlı ve keremi ile ihsan eylesin... Bu oruçlardan başka bir de hakikat orucu
vardır; o da kalbi, Allah'ın zatından gayrına tapmaktan almaktır. Sır âleminde
onun sevgisinden gayrını müşahede etmemektir. Çünkü insan, onun için yaratılmıştır.
Bunu, o bize haber verir: « İnsan benim sırrım, ben de onun sırrıyım.»
Sır Allah-ü Teâla'dan bir nurdur; ondan gayrına meyli
sevmez. Onun için Allah'tan başka sevgili, rağbet edilecek kimse ve matlup bu
âlemde olamaz; âhirette de olamaz. Kalbe; Allah sevgisinden başkası girince,
hakikat orucu bozulur. Onu yeniden kaza etmek gerekir. Tekrar onun sevgisine
dünya ve âhirette ermeyi ve kavuşmayı arzulamaya dönmek icâb eder. Çünkü,
Allah-ü Teâla buyurdu: « Oruç benim içindir, ecrini ben veririm.»
ABDULKADİR-İ GEYLANİ (K.S.) HAZRETLERİ’NDEN TÜM MÜSLÜMANLARA
İKAZ
Genç kardeşim, önce kendi nefsinle ilgilen, ona öğüt ver,
sonra başkasına... Kendi nefsin pürüzleriyle meşgul olmaya bak, onu bırakıp da
başkasına geçme!. Dikkat et ki ömründen ıslah edilmeye muhtaç birkaç günün
kalmıştır, evet sadece birkaç gün... Kendini bilemiyor, iç âlemini anlayamıyor
isen başkasını kurtaramayacağını bilmelisin... Bu halinle kendini bırakıp
başkasına nasıl rehberlik yapabilirsin? Çünkü insanlara ancak kalb gözü
(bâsiret) açık olanlar (hakkı hak olarak bilip ona uyan bahtiyârlar) rehberlik
edip yol gösterebilir; ve onları günah ve gâflet denizinden ancak iyi yüzmesini
becerenler kurtarabilir. Diğer bir tabirle, insanları Allah'a ancak Allah'ı
bilen kimseler çevirebilir. Allah'ı bilmeyen bedbahtlar bu ulvi işe nasıl
delâlet edebilir?. Aklını iyice kullan! Allah'ın kendi mülkünde yaptığı
tasarrufta sana söz hakkı yoktur. Zira senin her şeyin O'nundur ve her şey...
O'nun mükemmel tasarrufunu tam bir idrak içinde sevip yalnız ve yalnız O'nun
için amel edeceksin, başkası için değil... Bu da ancak kalb ile olur; dilin
laklakasıyla değil... Unutma ki, tevhid, evin kapısında, şirk de evin içinde
bulunursa, bu nifakın (Müslüman görünüp de kafir olmanın) ta kendisidir. Bunu
gerçek manasıyla kavrayamadınsa, yazıklar olsun sana!. Dilin takva şakırır,
kalbin fisk-u fücur çevirir. Dilin şükreder, kalbin ondan yüz döndürür. Buna
işaretle Cenab-ı Allah (c.c) bir kudsi hadiste buyuruyor ki : «Ey Ademoğlu!
Benim hayr-u bereketim sana iner. Senin ise şer ve kötülüğün bana yükselir.»
Yazıklar ve yine yazıklar olsun sana! Allah'a kul olduğunu iddia edersin.
halbuki başkasına boyun eğersin. Hakikaten sen O'nun kulu olmuş olsaydın,
sadece O'nun için düşmanlık yapar ve O'nun için dostluk kurardın... Nerede...
Dostluk ve düşmanlığın nefsinle, dünyalığınla ve nihayet menfaatinle ilgilidir.
Artık sen Hakk ile olan bu tarz şirki, ikiliği bırak, aziz ve celil olan Hakkı
bir bil, çünkü eşyayı yaradan O'dur. Bunun aksini düşünecek olursan akıllı
sayılmazsın!. Allah'ın hazinesinde neler yoktur... Her şey orada mevcuttur.
Hicr suresi 21. ayetle buna işaret edilerek buyuruluyor ki : «Hazinesi bizim
katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre
indiririz.»
Genç kardeşim, sebep ağını koparıp yırttığın zaman müsebbibe
(sebepleri yaradana) ulaşabilirsin. Adeti yırtıp attığın vakit, adet senin için
aşılır hale getirilir. Gönülden hizmet edene, hizmet olunur. İtaat edene itaat
olunur. İyilik edene iyilik edilir. Yakınlık peyda etmeye çalışana yakınlık
hâsıl olur... Tevazû eden yükselir. Edep ve terbiyesini güzelleştiren yakınlık
görür. Evet, güzel edep seni Hakk'a yaklaştırır, kötü edep ise O'ndan
uzaklaştırır. Güzel edep, Allah'a karşı ibadet ve itaattir. Kötü edep ise O'na
karşı bir çeşit isyandır, küstahlıktır. Ey Hak yolcusu! Hesaba arz olunmayı,
nefsine bırakmak suretiyle geciktirme, ahiret gelmeden önce şu dünyada nefis
muhasebesi yapmakta acele et... Bunun dışında mü'min kula sâir ahvalde üç şey
gerekir :
1 - İlahi emirlere kayıtsız ve şartsız uymak,
2 - O'nun yasakladığı her şeyden kaçınmak
3 - Kadere rıza göstermek...
Evet, bir mü'minin yaşayış ve davranışları bu üç halden boş
kalmaz. O halde onun bu hava içinde himmetini kalbine gerekli kılması ve bunu
nefsine anlatması, sâir ahvalinde de âzasını bu ölçü içinde kullanması en uygun
yoldur Genç kardeşim! İmanın zayıflamaya yüz tuttuğu an, nefsinle ve onun
bataklık ve pürüzleriyle ciddi bir şekilde meşgul ol!. Ve bu yolda yürürken
seni artık, çoluk-çocuğun, komşun, akraban, şehirlin ve iklimin meşgul
etmesin... Çünkü iç âlemin sarsıntı geçiriyor; nefis ile şehvet, îman ve irfana
galip gelmiş, durumdadır. Önce bunu düzeltmen lâzımdır. Îmanın sağlamlaşınca
artık sen çoluk-çocuğuna, akraba ve taallukatına, içinde yaşadığın cemiyete
yönel... Fakat takva zırhını giyinmedikçe, kalbin üstüne iman tolgasını
koymadıkça, elinde tevhid kılıcı ve kuburluğunda duanın kabul okları
bulunmadıkça sakın bunların karşısına çıkma. Evet, bu vaziyette tevfik atına
bin, savaşa girme ve atılma yollarını, vurmayı, saplamayı, gelen darbelerden
korunmayı iyice öğren... Sonra Hakk'ın düşmanlarına karşı hamleye geç... Ve
işte o zaman sana altı yönden ilahi nusret (yardım) gelir. Bu lutfa mazhar
olduğunda artık halkı şeytanın elinden kurtarıp alabilir, aziz ve celil olan
Hakk'ın kapısına çevirebilirsin. Bu vaziyette onlara cennet ehlinin amelini emreder,
cehennem ehlinin işlerinden sakındırırsın. Çünkü sen artık cennet ve cehennemin
ne demek olduğunu ve bu ikisinin ehlini idrak edebiliyorsun... İşte kim bu
makama ulaşırsa, onun kalb gözünün üstündeki keşif perdeleri kalkar, altı
yönden hangisine bakacak olursa o yöndeki hicapları delip geçer, kalbi baş
kaldırınca Arşı ve gökleri görebilir, yere eğince de yer tabakalarını ve ondaki
cinlerin meskenlerini rnüşahede edebilir. Bu saydıklarımızın tek sebebi, hakîki
îman ve Hakk'a olan mârifettir ve aynı zamanda bu ikisinin hikmetini bilmektir.
Sen bu makama ulaştığının zaman halkı Hakk'ın kapısına bırak!. Bundan önce çok
dikkatli ol; senden bir şey (günah ve isyan) sadır olmasın!. Çünkü Hakk'ın
kapısında bulunmadığın takdirde halkı buraya davet edecek olursan bu sadece bir
vebâl olur, bu vebalin ağırlığı öylesine zor gelir ki ne kadar dayanmak
istersen iste yine de çökersin ve ne kadar rif'at (yücelik ve üstün rütbe) elde
etmeye çalışırsan çalış hep yitirirsin... Bu halde artık sende, salihlerden
yana bir haber bulunmaz. Sen sadece kuru laflar eden bir laklakasın, kalbsiz
bir dilsin, batınsız bir zahir, halvetsiz bir celvetsin, savletsiz bir
cevletsin... Kılıcın tahta, okun kibrittir. Korkaksın, cesaretin yoktur; en
basit ok seni öldürür de kıyametin kopabilir. Dikkat et, aramızda bir düşmanlık
yoktur ve seni Allah'ın dininde de yanlış bir yola sevk etmiyorum. Ben,
meşâyihin törpüleyici sözleriyle, gurbet ve fakirliğin sert havasıyla terbiye
gördüm: Bu bakımdan benden sana, doğru bir söz zâhir olursa sen onun Allah
tarafından olduğunu bil ve kemal-i hürmetle al!. Çünkü beni konuşturan O'dur.
Hakk'a daima uyun, bid'atlere sapmayın....İtaat edin, inad etmeyin... Allah'ı
bir bilin, şirke düşmeyin... Hakkı tasdik edin, şikayetçi olmayın... Sabredin,
sızlanıp sabırsızlık etmeyin... Sabit kadem olun, bıkkınlık göstermeyin...
İsteyin, çekinmeyin... Gözetleyin (Hakkın lütuf ve inayetini bekleyin),
ümitsizliğe düşmeyin... Kardeş olun; birbirinize düşman olmayın... Taat üzerine
toplanın, dağılmayın ve ayrılmayın... Birbirinizi sevin; buğzetmeyin:..
Günahlardan temizlenin, günah ve isyan bataklığına düşüp kirlenmeyin...
Rabbinize dosdoğru kulluk ederek kendinizi süsleyin, O'nun yüce kapısından
ayrılmayın... O'na yönelin, sırt çevirmeyin... Tevbe edin, nefsinize yazık
etmeyin. Gece ve gündüz durmadan kusurlarınızı dile getirip, Yaradanınıza
onları arz edin, böyle yapmayı asla ihmal etmeyin... Umulur ki merhamet olunur,
saadete erişirsiniz, cehennemden kurtulup cennete yol bulursunuz. Allah'a
kavuşur, Darüsselam (selamet yurdu) da üstün nimetlere, bakiye hurilere nail
olursunuz... Ve bu hal üzere ebediyen kalır, en güzel vasıtalara biner,
hurilerle ve çeşitli güzel kokularla, gönül alan nağmelerle mest ve hayran
olursunuz. Netice olarak, peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle
beraber yüce makamlara yükselirsiniz. Mutluluk yolunda ebediyyen yürümek
isteyen mü'minler! Vaaz ettiğimde öğüt almayan, dinledikleriyle âmel etmeyen
sağırlarla beraber olmayın. Gözü kulağı açık, kalbi uyanık kimselerle beraber
olmaya çalışın. Unutmayın ki, dininizin elden gitmesi dört şeyden dolayıdır;
1 - Bildiğinizle amel etmiyorsunuz:
2 - Bilmediğinizle amel ediyorsunuz, (İlimsiz amel fayda
vermez).
3 - Bilmediklerinizi öğrenmeğe çalışmıyorsunuz, bilgisiz
kalıyorsunuz. (Halbuki beşikten mezara kadar ilim tahsil etmekle
emrolundunuz.)
4 - Halkı da bilmediğiniz şeyleri öğrenmekten
alıkoyuyorsunuz (Âdeta engel oluyorsunuz. İlmin kapısını kapamak, o kapıdan
girmek isteyenlere mâni olmak, çirkin bir cinâyettir).
ABDULKADİR-İ GEYLANİ (K.S.) HAZRETLERİ’NDEN BİRKAÇ ÖZDEYİŞ
1. İnanmayan bir
gönül, içinde kuş bulunmayan bir kafese benzer.
2. Dilinde olanı
kalbin desteklemedikçe hakka doğru bir adım atamazsın.
3. Ya Rabbi! Bizim
gönül evimize hiç çekinmeden gir. Çünkü onun içinde senin derdinden başka
kimsecikler yoktur.
4. Bir günah
işlediğin zaman Allah'ın (c.c) rahmetinden ümidini kesme. Üzerine sürülmüş olan
günah kirini tevbe suyu ile yıka.
5. Bizden
evvelkilerin güneşleri battı. Bizim güneşimiz ebedi olarak gök yüzünün en yüce
yerlerinde kalacak, batmayacaktır.
6. Bütün azm-u
gayretin yeme, içme, giyme ve evlenme gibi basit şeyler olmasın. Çünkü bunlar
gaye değil gayeye ulaşmak için vasıtadır.
7. Dört şey kalbinin
düzelmesine medâr olur:
1. Yenilen
lokmaya dikkat etmek,
2. İbadet için
zaman ayırmak,
3. Kerameti
muhafaza etmek,
4. İnsanı
Allah'tan (c.c) alıkoyan şeyleri terk etmek.
8. Helal yemek bir
nur ise, haram yemek boğucu bir karanlıktır. Haram yemek kalbi öldürür. Helal
lokma ise gönlü diriltir.
9. Hiçbir amel ile
aldanıp mağrur olma. Çünkü ameller Hatimesiyle (son durumuyla) ölçülür.
10. Dünya denizinde tetik üzere bulun, son derece hassas ol.
Çünkü o denizde birçok kimseler boğulup kaybolmuştur.
Kaynak: Gönül İncileri Abdülkadir Geylani Hz.
ABDULKADİR-İ GEYLANİ (K.S.) HAZRETLERİ’NİN OĞLU ABDURREZZAK’A
VASİYETİ
Oğlum! Allah (c.c) bizi de, sizi de ve bütün Müslümanları da
hayra ve iyiliğe muvaffak kılsın. Önce Allah'tan, bilerek korkmanı, O'na
layık-i vechile ibadet etmeni ve Şer'i sınırları korumanı tavsiye ederim.
Bilirsin ki bu bizim tarikatımız Kitap ve Sünnet üzere ve bir de gönül
selâmeti, el cömertliği ve kalb ayıklığı üzerine kurulmuştur. Ayrıca bu binânın
temelinde ezâ ve cefâ etmemek, gelecek olan eziyete katlanmak ve Müslüman
kardeşimizin bize karşı vukû bulan bir takım sürçmelerini ve kusurlarını
bağışlamak vardır. İslam büyükleri ile ilim adamlarına saygılı olmanı, din
kardeşlerinle iyi geçinmeni, küçük-büyük herkese hayırhah olmanı, dinine dil
uzatanlar müstesna, sâir hususlarda kimseye karşı hasmâne davranmamanı, çekişme
ve nizâ'ı bırakmanı tavsiye ederim. Oğlum, bilirsin ki fakirliğin hakikati,
kendi denk ve benzerine muhtaç olmaman, zenginliğin de gerçek manası, yine sana
denk ve benzer olan kimselerden müstağni [doymuş] kalmandır. Zaten TASAVVUF bir
mana ve haldır, kiyl-ü kâl değildir. O halde bir fakir gördüğün zaman evvela
ona ilimle faydalı olmayı değil de, şefkat ve yumuşak huylulukla yararlı olmaya
çalış. Çünkü ilim ona yabancı gelir, şefkat ve yumuşak davranmak ise ona daha
dost görünür.Yine bilirsin ki, TASAVVUF sekiz güzel haslet üzerine kurulmuştur:
1. Cömertlik,
2. Rıza (hoşnutluk),
3. Sabır,
4. İşaret,
5. Gurbet,
6. Kaba yün hırka giyinmek,
7. Sıyahat (oruçlu bir vaziyette gezip dolaşmak),
8. Fakirlik.
CÖMERTLİK, bilhassa Allah'ın (c.c) Peygamberi İbrahim (A.S.)
ın;
RIZA, İshak Peygamberin;
SABIR, Eyyüb Peygamberin;
İŞARET, Zekeriyya Peygamberin (*),
GURBET, Yusuf Peygamberin;
KABA YÜN HIRKA, Yahya Peygamberin;
SEYAHAT, İsa Peygamberin,
FAKİRLİK, sevgilimiz, efendimiz, şefaatçimiz, Allah'ın (c.c)
Nebi ve Resulü Muhammed (A.S)'ın özeliğindendir.
Oğlum! Zenginlerle, izzet ve şerefini koruyarak arkadaşlık
ve dostluk et. Fakirlerle de alçak gönüllülük ile kaynaş. İhlâstan hiç ayrılma.
Unutma ki ihlâs, halkın gördüğünü, göreceğini unutmak, yaradan Allah'ın (c.c)
devamlı gördüğünü hatırdan çıkarmamaktır. Sebepler konusunda Allah'ı (c.c) zan
altında tutma. Bütün ahvalde Allah'a sığın ve ancak O'nunla karar kıl. Aramızda
hısımlık, sevgi ve sadakat bulunan kimselere güvenerek, ihtiyaçlarını yüzüstü
bırakma. (Daima Allah'a (c.c) güven ve çalış). Fakirlere şu üç şey ile hizmette
bulun:
1. Tevâzu
2. Güzel ahlak,
3. Gönül berraklığı.
Nefsini öldür ki yaşayasın. Allah'a (c.c) en yakın olan
ahlâk, en geniş ve müsamahalı olanıdır. Amellerin en üstünü, Allah'tan
başkasına iltifat etmemekteki sırra riâyet etmektir. Fakirlerle toplanıp
birleştiğin zaman birbirinize sabır tavsiye edin, hakkı tavsiye edin. Dünyadan
sana iki şey yeter: -Fakir ile sohbet, -Allah dostlarına saygı. Bilirsin ki,
hakiki fakir, Allah'tan başka hiç bir şey ile zengin olmaz, hiç bir şey onu
tatmin etmez. Ve yine bilirsin ki, kendinden aşağı olanların üzerine atılmak zayıflıktır.
Kendinden üstün kimselerin üzerine atılmak gurur ve küstahlıktır. Fakirlikle
tasavvuf ikisi de çok ciddi şeylerdir. Bunları ciddi olmayan şeylere sakın
karıştırma. İşte bu benim sana ve müridlerden duyabilenlere olan
tavsiyelerimdir. Benim bu anlatıp açıkladığım şeyleri anlatmaya ve anlamaya,
seni ve bizi ancak Allah (c.c) muvaffak kılar. Allah (c.c) seni ve bizi,
Efendimiz, Peygamberimiz, şefaatçimiz Muhammed (A.S.) hürmetine, selef-i
salihinin yolunda yürüyenlerden kılsın.. Çokça salât ve selâm ta kıyamete kadar
O'na ve O'na dosdoğru uyanlara ve ashabına olsun. Hamd de Âlemlerin Rabbine
olsun.
(*) Zekeriyya: «Ya Rabbi! Bana bir alamet ver» dedi,
"Alâmetin, üç gün işaretten başka şekilde insanlarla konuşmamandır."»
Meâlindeki ayet bu işareti beyan eder. (Al-i İmran 41)
Kaynak: Gönül İncileri Abdülkadir Geylani Hz.
ZİKRİN ŞARTLARI
Zikre başlayan kimsenin tam abdest üzere olması gerek.
Yaptığı zikrin cümlelerini söylerken kuvvetle söylemesi icâb eder. Sesini
yüksek çıkarmalı. Bu şekilde yapılan zikrin nurları zakirlerin kalbine yer
eder; kalbleri o nurlarla hayata kavuşur. Uhrevî ve sonsuz hayat kazanırlar.
Allah-ü Teâla onların hayat kazancını anlatırken şöyle buyurdu: - «Onlar ilk
ölümden sonra, hiçbir ölüm tadmazlar.» (Duhan, 56)
Peygamber S.A.
efendimiz de Hakkı zikredenleri ve iman sahiplerini şöyle anlatır: - «Müminler,
ölmezler; ancak bu fâni âlemden, beka âlemine geçerler.» Yine buyurur: -
«Nebiler ve velîler, evlerinde namaz kıldıkları gibi, kabirlerinde de
kılarlar.»
Bunun manası: Rablarına münacaat ederler, demektir. Bu
Hadis-i Şerifte beyan edilen namaz, dünyada kılınan rukûlu, sucûtlu namaz
değildir; yalnız münacaattır. Bu münacaat ise, kulluk vasıflarından bir
tanedir. Mârifet, Allah tarafından gelir, îrfan sahibi o hali bulduktan sonra;
Hakkın mahremi olur. Bu hâli; diri kalbi ile Hakka daima münacaat ettiği için
bulur. Bu hâli Peygamber S.A. efendimiz bizlere şöyle anlatmıştır: - «Gözlerim
uyur; ama kalbim uyumaz.»
Mârifet üzerine şu Hadis-i Şerifi anlatmak da yerinde olur: -
«Îlim tahsili içinde ölen kimseye, kabrinde Allah iki melek memur eder; onlar
taa, kıyamet gününe kadar mârifet ilmini öğretirler.. O kimse, kabrinden kalkerken;
âlim, arif olarak kalkar.» Burada iki melekten maksat, Peygamber S.A.
efendimizin ruhaniyeti ile velâyet nurâniyetidir. Çünkü melek, mârifet âlemine
giremez. Bu hususta bir Hadis-i Şerif yine zikredelim: - «Birçok kimseler,
ölürken cahil ölür; ama kabirden âlim ve arif olarak kalkar. Birçok kimseler
de, âlim olarak ölür; ama, kabirden câhil, fasık ve müflis olarak kalkar.»
Bu durumu, şu Ayet-i Kerime bize daha iyi anlatır: - «Dünya
hayatınızda birçok şeylere zevkle yürüdünüz ve onunla bu âlemde de fayda
alacağınızı sandınız, ama bu gün alçaltıcı azapla ceza alacaksınız.» (Ahkâf,
20) Peygamber S.A. efendimiz yukarıdaki mânayı bir Hadis-i Şerifi ile şöyle
anlatır: - «Ameller, niyete bağlıdır. Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.
Fasıkın niyeti amelinden şerlidir.»
Niyet, amelin binâsıdır. Bunu da peygamber S.A. efendimiz
şöyle anlatır: - «İyi işin; iyi bir şey üzerine yapılması iyi olur. Kötü şeyin
kötü şey üzerine yapılması fesad olur.»
Yeri gelmişken bir Ayet-i Kerime daha anlatalım: - «Ahiret
hayatını isteyene veririz ve bu hususta çalışmasındaki bereketi de artırırız.
Dünyayı isteyene de veririz, fakat ahirette iyilikten yana nasibleri olmaz.»
(Şura, 20)
Gerekli olan; telkin ehlini bulup, uhrevî hayatı
kazandıracak kalbi ondan almaktır. Bunu; vakit kaybetmeden, dünyada iken
yapmalıdır. Çünkü dünya âhiretin ekim yeridir. Burada ekim yapamayan, öbür
âlemde bir şey toplayamaz. Burada ekim yerinden murad, afaki ve enfüsî
(dışımızdaki ve içimizdeki) varlık olarak anlatılabilir.
FUKARA ZÜMRESİ
Bu zümreye neden SOFÎYE, adı verildi? Hikmeti ne ola? Bu
kısımda ondan bahsedeceğiz. Bazıları der ki: Onlar yün elbise giyer de ondan. Yahut
kalplerini dünya sıkıntısından aldılar da ondan... Yahut kalplerini Allah’ın Zat’ından
gayri her sıfattan temiz ettiler de ondan... Bazıları diyorlar ki: - Onlar
kıyamet günü yakınlık âleminin ilk safında dururlar da ondan...
Gerçekte âlem dörttür? Mülk âlemi, Melekût âlemi, Ceberut
âlemi, Lahût âlemi ki bu, hakikat âlemidir.
Keza, ilim de dörttür: Şeriat ilmi, Tarikat ilmi, Marifet
ilmi, Hakikat ilmi...
Keza, ruhlar da dört bölümdedir: Cismanî ruh, Nuranî ruh,
Sultanî ruh, Kudsî ruh.
Keza; tecelliler de dört bölümde görülür: Eserlerdeki
tecelli, Fiillerdeki tecelli, Sıfatlara ait tecelli ve ZAT tecellisi.
Keza, akıllar da dört bölümde anlatılır: Maaş -dünyalık-
aklı, Meâd aklı -öteleri düşünecek akıl-, Ruhânî akıl ve Külli akıl...
Anlatılan dört bölümün; yani: Îlim, ruh, tecelli ve akla ait
bölümlerin mukabili vardır. İnsanların bir kısmı: Îlim, ruh, tecelli ve akıl
bölümlerinin ilk bölümüne bağlıdır. Bunlar, birinci cennette demektir. Ki onun
adı ME'VA cennetidir. İkinci derecede anlatılan kısma bağlı olanlar NAÎM
cennetinde sayılır. Üçüncü derecede anlatılan kısma bağlı olanlar da üçüncü
cennet sayılan FÎRDEVS'de sayılır.
Sayılan nimetlere bağlanıp kalanlar, eşyanın gerçek yüzünü
görmekten mahrum kaldılar. Ama Hak ehli, irfan sahibi ve gerçek fakr halini
tadanlar hepsinden kaçtı. Hakikat âlemine erdiler, yakınlığı buldular ve
Allah-ü Teâla'nın zatından gayrı hiçbir şeyle meşgul olmadılar. Allah-ü Teâlâ’nın:
- «Allah'a kaçınız.» Emrine uydular. Ayrıca Peygamber S.A. efendimizin buyurdu:
- «Dünya ve ahiret, Allah'ı arayana haramdır.» Peygamber S.A. efendimizin haram
kılması, onların haram olduğu manasını taşımaz. Allahın Zatı'nı arzu edenler;
nefislerini, dünyadan bir talepte bulunmaktan ve onun fani varlığına sevgi
duymaktan mahrum kılmışlardır. Anlatılan Hadis-i Şerifin asıl manası budur.
O büyükler der ki: - Dünya bir yaratıktır; biz de
yaratıldık. İkimiz de bir yaratıcıya, sahibe muhtacız. Muhtaç, muhtaçtan nasıl
bir talepte bulunur?. Bu durumda yaratılmışa gerekir ki, yaratanı araya..
Fukara zümresi hakkında, şu kudsi hadis önemlidir: -
«Sevgim, varlığım onların sevgisidir.»
Sonra peygamber S.A. efendimizin de şu Hadis-i Şerifi
önemlidir: - «Fakirlik - varlıksız olmak - övüncemdir; ben onunla övünürüm.»
Burada anlatılan fakirlik hali, dünyalık yoksulu olan, malum
kimseler mânasına gelmez. Asıl mânası Allah-u Teâla'nın zatından gayrı her şeyi
terk edip, Allah-u Teâla'ya ihtiyaçlarını arz etmektir. Dünya ve ahirete ait
bütün nimetleri terk etmektir. Bu anlatılan halden murat, Allah-u Teâla'nın
zatında yok olmayı gösterir. Şöyle ki: Nefsinde, nefsi için hiçbir şey
olmaya... Ve ondan başkası kalbinde yer almaya... Bunu Allah-u Teâla şu kudsî
hadis'te ne kadar güzel ifade eder: - «Ben, semama, arzıma sığamam; ama mümin
kulumun kalbine sığarım.» Burada müminden kasd, kalbini cümle beşeri
sıfatlardan temizleyen ve ağyarı oradan atandır. Böyle olunca Hak o kalbi
genişletir, varlığını sığdırır.. Bayezid-i Bistamî'nin şu kelâmı zikri geçen
kudsî hadisin derin manasını daha iyi açıklar: - Arş ve çevresinde olanlar,
irfan sahibinin kalbindeki köşelerden birine konsa, bir ağırlık duymaz. Bu
sevgili kulları seven; ahiret günü onlarla olur. Onları sevmenin alameti,
onlarla sohbettir. Allah-ü Teâla'ya içten iştiyaktır. Bir kudsî hadiste şöyle
buyurulur: - «Ebrar -iyiler, salihler- zümresinin bana şevki arttı; ben de
onlara çok iştiyak duymaktayım.»
O büyük zatların üç çeşit elbisesi vardır ki bunu üçüncü
bölümde anlattık. Onların yaptığı işe gelince, iki şekilde mütalaa edilir. Bu
yola ilk giren ve orta derecede olan.. İlk girenin işi, iyi ile kötü
karışımıdır. Orta derecede olanın ise, iyilikle doludur. Giydikleri elbise de
çeşitlidir. Bazan beyaz, bazan kırmızı karışımı, bazan yeşil... Bunlar, ilk ve
orta dereceli yolcunun halini tariftir. Bu yolda son haddini bulan kimsenin;
rengi, şekli olmaz. O güneş ışığı gibidir. Güneşin tek rengi vardır. Onun nuru
renge belenmediği gibi, giydiğinde de renk kabul etmez. Belki hiçbir rengi
kabul etmeyen SÜVAD -siyah- dır. Bu tam bir fenâ âlemine ermenin alametidir. Bu
SÜVAD -siyahlık- onların irfan nuruna perdedir. Aynı şekilde; gece de, güneşin
perdesidir. Bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurulur: - «Geceyi libas eyledik;
gündüzü maişet için kıldık.» (Neb'e; 10-11)
Aklın ve ilmin özünü bulanlar için bunda bir işaret var...
Hak yakınları bu âlemde, zindan hayatı yaşar. Gariplik çeker, ömrü gam, kederle
tükenir. Mihnet, şiddet ve zulmetle ömür sürer. Peygamber S.A. efendimiz, şu
Hadis-i Şerifiyle, bu zatların halini anlatır: - «Dünya müminin zindanıdır.» Bu
zulmet, şiddet diyarında karalı libas giymek gerek. Peygamber S.A. efendimizin
buyurduğu gibi; bela önce peygamberlere, sonra velî kullara daha sonra sırası
ile... Siyah giymek ve siyah sarık sarmak, bu yolun yolcularına uygundur Bu
libas ve sarık, belâ elbisesidir. Birçok kabiliyetini yitiren kimsenin karalar
giymesi gerek... İnsan bu âlemde, kendine has olan müşahedeyi ve Hakkı görmeyi
yitirdiği gibi, ebedî hayatını da bir nevi öldürüyor. Aşkı, şevki, sönüyor;
kudsî ruhtan ayrılıyor. Vuslat ve yakınlık hali elden gidiyor. Bunlar,
musibetlerin en büyüğüdür. Bu belalara uğrayan kimseye ömrü boyunca tâziyet
elbisesi giymek düşer. Çünkü uhrevî menfaatlerini kaybediyor. Kocası ölen bir
kadının dört ay on gün yas tutması icab ediyor. Bu dünyaya ait bir iştir.
Ahiret âleminin faydasını yitirene bu yas sonsuz olmalı... Peygamber S.A.
efendimizin buyurdu: - «Îhlas sahipleri büyük tehlikenin ucundadırlar.»
Bu zatların haline ne kadar güzel uyar... Bu anlatılanlar,
fenâ, âlemine geçip varlığını yitiren fukara zümresinin vasfıdır. Bu fakirlik
büyüktür; insanın benliğine bir güzellik verir. Peygamber S.A. efendimiz. -
«Fakirlik iki cihanda yüz karasıdır..» Buyurur. Bunun manası: Kendi rengi
dışındaki renkleri kabul etmez; yalnız, ilahî vechin nurunu kabul eder
demektir. Sonra, yüzdeki siyah benek, güzelin güzelliğini artırır. Hak yakınlığına
eren kimseler, Hakkın cemal tecellisine nazar ettikten sonra, gözleri onun
gayrını artık kabul eylemez. Sevgi ile başkasına bakamazlar. Onların sevgilisi,
oradaki artık tek şey olur: ALLAH.. Her iki cihanda onların hali budur. Onların
gayelerinde, yalnız Onun varlığı bulunur. Artık onlar, insan olmuştur, insanı
da Allah-ü Teâla, Kendini bilsin diye yarattı.. Zatına vâsıl ola diye halk
etti. Bu durumda insana gerekir ki, yaratılışındaki hikmeti seze ve onun
derinliğindeki manayı bulmaya çalışa.. Her iki âlem için yapacağı vazifeleri
bile.. Ta ki, ömrünü boş şeylere harcamaya. Ve ölümden sonra pişmanlık
duymaya.. Sonsuz hasrete boğulmaya.. Ömrünü boş yere tükettiği için nedamet
etmeye...
VECD VE SAFA
Bu babda, Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerif vardır. Ayrıca
birçok büyük velîler de, bu hususta güzel kelam etmiştir. Ayet-i Kerimeler: -
«Onlar, Rablarından korkarlar, tüyleri ürperir; sonra bedenleri yumuşar,
kalbleri ile Allah'ı anlamaya koyulurlar.» (Zümer, 23) - «Bir kimsenin sinesini
Allah açarsa, o Rabbı tarafından verilen bir nur üzerine yürür. Kalbleri
Allah'ı anmaya karşı katılaşan kimselere yazıklar olsun.» (Zümer, 22)
Hadis-i Şerifler; -«Hak tarafından gelen bir cezbe, iki cihanın
işine bedeldir.» -«Bir vecde sahip olmayanın hayatı yoktur.»
Cüneyd Hz. der ki: - Vecd, iç âlemde, ilahî tecelli ile
karşılaştığında sahibi, ya sevinç içindedir; ya da hüzün...
Vecd iki kısımdır: Cismanî ve ruhanî...
Cismanî vecd, nefisten gelir. Ruhî bir haz vermez. Maddî
duyguların tesiri ile olur. Görsünler, işitsinler diye yapılan işler bu vecdin
mahsulüdür. Bu cins vecd tamamen boştur. Çünkü, irade vardır; seçme duygusu
geçmemiştir. Bu gibi hallere uymak caiz değildir.
Ruhanî vecde gelince, o bir başka hal arz eder. Ruhanî
kuvvetin taşmasından meydana gelir. Bu hal çok kere, güzel sesle okunan
Kur'andan, veya bir şiirin okunuşundan, yahut bir zikir esnasında hasıl olur.
Bu durumda cismin bir kuvveti kalmaz, îrade ve seçme kabiliyeti erir. Bu vecd
tamamen ruhanîdir. Buna uymak iyidir. Allah-ü Teala buna işaret ederek şöyle
buyurdu: - «Sözü işitip onun güzelliğine uyan kullarımı müjdele.» (Zümer, 18)
Âşıkların inlemesi, kuşların tatlı sesi, hep ruhî kuvveti
harekete getiren sebepler arasında sayılır. Bu ve benzeri vecd için, nefse ve
şeytana pay çıkmaz. Şeytan, nefsin karanlık işlerinde tasarruf eder. Rahmani
nur âlemine onun sözü geçmez. Rahmani âlemde, şeytan; suda eriyen tuz gibi
erir. Aynı şekilde LA HAVLE VELA KUVVETE ÎLLA BÎLLAHÎL - ALÎYYÎL - AZÎM - yüce
ve azim olan Allah'tan başkasında güç ve kuvvet yoktur. - cümlesi okununca,
yine o şeytan eriyip, gider.
Bir Hadis-i Şerifte şöyle anlatılır: - «Okunan Ayetler,
hikmetli aşk ve sevgi şiirleri, hüzün dolu sesler ruha nuranî kuvvet verir.» Gerek
olan, nuru nura kavuşturmaktır. Yani, ruhu o nura erdirmektir. Allah-ü Teâla bu
manada şöyle buyurdu: - «İyiler iyileredir.» (Nur. 26) Duyulan bir vecd,
şeytandan ve nefisten gelirse, orada nur olmaz. Küfür ve şaşkınlık olur. Zulmet
zulmete layıktır, yani nefse... Bunu: - «Kötüler, kötülere.» (Nur, 26) Ayet-i
açıklar. Orada ruh için bir kuvvet yoktur. Vecd halinden doğan hareketler ikiye
ayrılır. Biri insanın kendi arzusuna bağlıdır. Öbürü de irade ve seçme hali
ötesindedir. İhtiyarî tabir edilen arzu ile hareket, insanın bedeninde ağrı,
sızı ve hastalık olmadan bir vecde tutulmuş gibi hareket etmesidir; ki bu meşru
sayılmaz. Meşru olan içten gelen iztirarî harekettir.
- İztirarî hareket, ruhî kuvvetin tesiri ile olur. Bu hali
insan; kendi kendine yapamaz. Ruhî sayılan bu vecd hareketi, dış duygulara
galiptir... Mesela sıtma ateşinin verdiği hararet gibi... O ateş basınca
insanın tahammülü kolay olmaz. O anda olan hareketler irade haricidir. Vecd
hali, ruhani kuvvetin galip gelmesi sonunda olursa, hakiki ve ruhanî sayılır.
Vecd ve semağ aşıkların ve irfan sahiplerinin kalbini tahrik eden iki alettir.
Aynı zamanda sevenlerin gıdası ve Hakkı arayanların güç kaynağıdır. Peygamber
S.A. efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur: - «Semağ, bir cemaat, için
farz, bir cemaat için sünnet, bir cemaat için de bid'attır.»
Peygamber S.A. efendimiz; diğer Hadis-i Şerifinde ise şöyle
buyurur: - «Semağ, ve onda okunan şiirlerden, bahar ve onun çiçeğinden; ud ve
onun titreyen sesinden kim zevk almıyorsa mizacı bozuktur.»
Bu Hadis-i Şerifte anlatılan hastanın ilacı yoktur.
Kuşlardan, bütün hayvanlardan, hatta merkepten bile aşağıdır. Çünkü onların
hemen hepsi, güzel nağmelerden zevk alır. Davud a.s. okuduğu zaman, kuşlar
başında saf olurdu; onun güzel sesini işitmek isterlerdi. Bu vecd halinin önemini
şu Hadis-i Şerif beyan eder: - «Vecdi olmayanın, dinî zevki yoktur.»
Vecd hali on çeşittir. Bir kısmı, açıktadır, eseri dış
hareketlerde görülür. Bir kısmı da gizlidir, dıştan görünmez. Kalbin, gizliden
Allah-ü Teâla'yı anması ve Kur'anı Kerimi okuması, buna bir misal olarak
verilebilir. Ağlamak, elem duymak, korkmak, hüzünlü olmak, Allah-ü Teâla
anıldığı an, boş günleri için esef ve hayret etmek, içten ve dıştan gelen bazı
hallerle rengin değişmesi, Allah'a talib olmak, ona iştiyak duymak, vücudu
hararet sarması, bundan hasıl olan hastalık ve keder gibi haller vecd sayılır.
TAHARAT BEYAN OLUNUR
Taharet, temizlik manasına gelir; burada anlatılacak
temizlik iki çeşittir. Biri, dış temizliği ki, bu dinin zahirî emrindeki
temizliktir, suyla hasıl olur. Öbürüne gelince, tevbe, büyük bir zattan
alınacak telkin ve iç temizliği ile olur. Ayrıca manevî yola girmek de icab
eder. Şeriatın emrine göre, insandan çıkan bir necis sonunda abdest bozulur;
yeniden abdest almak gerekir. Abdesti yenilemek üzerine, Peygamber S.A.
efendimizin buyurduğu şu Hadis-i Şerifler manalıdır: - «Herkim abdestini
tazelerse, Allah onun iman nurunu parlatır, yeniler.» - «Abdest üzerine abdest,
nur üstüne nurdur.»
Zahirde alınan abdest bozulunca, tazelenir. Manevî abdestin
bozulduğu da olur. O, kötü işler ve düşük huylarla bozulur.. Manevî abdesti
bozanlar arasında, büyüklük satmayı, kendini beğenmiş olmayı, gıybeti,
koğuculuğu, bühtan atmayı, yalanı saymak kabildir. Ayrıca gözün, kulağın, elin,
ayağın yaptığı hatalar da bu meyanda sayılabilir. Çünkü: Peygamber S.A.
efendimiz: - «Bu gözler zina eder.» Buyurur.. Bu abdestin yenilenmesi, halis
tevbe ile olur. Bu, müfsit hataların hepsini bırakmakla hasıl olur. Pişman
olmak, istiğfar eylemek ve bütün bu kötü huylardan sıyrılmakla hasıl olur.
İrfan sahibinin, namazı tam olması için, tevbesini yukarıda sayılan afetlerin
istilasına uğramaktan esirgemesi gerekir. Allah-ü Teâla buyurdu: - «İşte bu,
tevbe edip, tevbesini tutanlara; vaad olunmuştur.» (Kaf, 4)
Zahirde alınan abdestin zamanı muayyendir. Güne, geceye
bağlıdır. Îç âlemin; yani, batın âleminin abdesti ise, ömür boyuncadır. Buradaki
ömürden murad, dünya ve ahiret ömrüdür; dolayısı ile sonsuzdur. Zaten, bu
hayatın ötesindeki ömrün sonu yoktur.
ZİKİRLERİ BEYAN EDER
Allah-ü Teâla: - «Allah, size nasıl hidayet ettiyse onu öyle
anınız.» (Bakara, 198) Ayet-i Kerimesi ile onu anmak arzusunda olanlara yol
gösteriyor. Bu ayet'in bir manası da: Kendi mertebenize göre zikrediniz.
Peygamber S.A. efendimizin buyurduğu: Bir Hadis-i Şerif'te -
«Zikirlerin en değerlisi, ben ve.. benden önce gelen nebilerin yaptığı LA İLAHE
ÎLLALLAH'dır..» Hadiş-i Şerifi de en iyi zikri anlatır.. Manası: Allah’tan
başka ilah yoktur.
Zikir makamlarının her birine has ayrı mertebesi vardır. O
zikirler ya cehren yapılır, ya da hâfi... Yani, ya açık sesle; yahut da
kalbden. Zikir ilk defa dilden olur. Sonra; nefse geçer. Sonra kalbe gelir.
Sonra ruha geçer. Sonra kalbden de ötede olan, sır âleminden olur. Daha sonra
hafi; sonra, hafinin daha hafisine. Bu zikirler, Allah'ın verdiği hidayete göre
derecelenir.. Dilden edilen zikir kalbden yapılana benzer. Dilden zikir
ediliyorsa; kalben Allah'ın unutulmadığı belli olur.. Nefisten, yani içten
yapılan zikirde, harf olmaz, ses işitilmez, içten bir hareket ve duygu ile
olur. Kalbin zikri, kendi özünde celal ve cemal sıfatının tecellisini
duymaktır. Ruhla yapılan zikrin neticesi; Allah-ü Teâla'nın celal ve cemal
sıfatının nuranî tecellisine ermeyi nasib eder.. Sır âleminden yapılan zikir,
ilahî sırların murakabesine götürür. Hafi zikir; güçlü padişahın katında,
doğruluk otağında olan; EHADÎYET zatından parlayan nurları görmeye götürür... Gizlinin
gizlisi, adı verilen zikre gelince; o da: Hakk'el - yakîn makâmının hakîkatına
ermeyi sağlar. Şu iyi bilinmelidir ki; bu gizlinin gizlisi HAFİYYÜL AHFA, tabir
edilen hale Allah-ü Teâla'dan başkası muttali olamaz. Bunu şu Ayet-i Kerime
ifade eder: - "Sırrı ve en gizliyi muhakkak o bilir." (Taha, 7) Bu
hal, bütün ilimleri içine alır. Bütün maksadların sonu da oraya varır.
Yukarıda anlatılan zikirlerden sonra bir başka ruh hasıl
olur. Bu, anlatılan, bütün ruhlardan daha latiftir. Buna, TIFL-I MAANÎ adını da
verirler. Sonra bu, yukarıda anlatılan tavırlara varmak için latif bir
davetçidir. Oradan da Allah-ü Teâlanın zatına... Bu ruhî hal herkeste bulunmaz.
Ancak has kullarda bulunur. Bunu şu Ayet-i Kerime bize anlatır: - «O ruhu; emri
olarak kullarından dilediği kimsenin kalbine yerleştirir.» Bu ruh, kudret
âleminde durur.. Müşahede âleminde yer tutar. Hakikat âleminin de malıdır.
Allah-ü Teâla'nın zatından gayrına iltifat etmez. Bu âlemi anlatmak için.
Peygamber S.A. efendimiz şöyle buyurur: - "Dünya, ahiret ehline haramdır.
Ahiret, dünya ehline haramdır. Dünya ve ahiret, Allah-ü Teâla'nın zatını arzu
edenlere haramdır."
Bu ruh, TIFL-I MAANÎ'dir. Allah-ü Teâla'ya vusul oradan
olur. Şeriat hükümlerinin muhafazası için, cismi doğru yoldan yürütmek gerek.
Gece gündüz, gizli aşikar, Allah-ü Teâla'nın zikrine devam icab eder. Hak yolu
arayanlara daima Allah-ı anmak farzdır. Bunun gerekli olduğunu şu Ayet-i Kerime
bize anlatmaktadır: - «Allah'ı ayakta, oturarak ve yan gelip istirahat ettiğiniz
zaman anınız.» (Nisa, 103) Yine buyuruyor: - «Onlar, Allah'ı ayakta, oturarak,
yan gelip istirahat ettikleri zaman anarlar. Ve yerin göğün yaratılışındaki
hikmeti düşünürler.» (Ali İmran, 191)
SAADET VE ŞEKAVET
İnsanların iki kısım dışında olmadığını bilesin; yani:
Saâdet veya şekâvet.. Keza bu iki vasıf her insanda bulunur. Bir insanın ihlâsı
ve iyilikleri galip gelirse; yani, nefsanî olan duygular ruhanî bir hal alırsa;
o kimsenin şekâvet - kötülük - tarafı, saâdete - iyiliğe - çevrilir. Şayet; bir
şahıs iyi olmayan arzularına uyar, iş yukarıda anlattığımızın aksine dönerse;
şekâvet tarafı, saâdet tarafından üstün gelir. Her iki taraf eşit olduğu
takdirde son ümit, iyiliğedir. Bunu şu Ayet-i Kerime bize ifade eder: - «Bir
iyilik getiren on misli sevap alır.» (En'am, 160)
Allah-ü Teâla dilerse, daha fazla ihsanda bulunur.. Ve bu
kimse için mizân kurulur. Halbuki; nefsanî halleri ruhâniyete geçen için mîzâna
lüzum kalmaz. O, hesapsız gelir ve cennete hesap vermeden girer. Bu durum; şu
Ayet-i Kerime ile daha iyi îzah edilir: - «İyilik yönünden tartıları ağır olan
kimse, bir hoş geçim içindedir.» (Karia, 6-7)
Hatası; sevabından fazla olan kimse; ettiği cinayet kadar
azap görür; sonra o ateşli azaptan kurtulur; imanı da varsa cennete girer.
Saâdet ve şekâvetten kasdımız; iyilik ve kötülüktür. Bunlar; bir kimsede hali
ile kalmaz, iyilik, kötülüğe; kötülük de iyiliğe çevrilebilir. Peygamber S.A.
efendimizin buyurduğu gibi; iyi, kötü olabilir; kötü de iyi olabilir.
İyilikleri çok olan, saâdet bulur; iyi olur. Kötülükleri, iyiliğinden fazla
olan da şekâvet bulur; kötü olur.
Tevbe edip iyi iş tutan kimsenin şekâvet hali saadete döner.
Mukadder olana gelince; hem iyilik, hem de kötülük, yani saadet, ve şekâvet
herkesin varlığında gizlidir. Her iki vasfa da sahiptir. Peygamber S.A.
efendimiz, şöyle buyurur: - «Saîd olan, anasının karnında saiddir; şâki olan yine
anasının karnında şâkidir.» Hal böyle olmasına rağmen, bu bahsi açmaya kimsenin
hakkı yoktur. Çünkü bu fasıl kader sırrına taalluk eder. İleri gidilirse,
zındıklık getirir. Sonra; hiç kimsenin, kaderi ele hüccet olarak alıp, iyi
işleri terk etmeye hakkı yoktur: - "Eğer, ezelde iyiler arasında
yazıldımsa, bugün yapacağım iyiliğin faydası yoktur; keza kötülerden
yazıldımsa, iyiliğin de yararı olmaz." Demek, kimse için caiz olmaz. Bu
hallerde: - "Eski halim ne ise, o olur; yeniden ne faydam, ne zararım olur."
Demek yakışmaz.
Bu hususta Adem a.s. nebi ile iblis -şeytan- misal
getirilebilir. İblis işini kadere havale etti, kâfir oldu; kovuldu.. Adem a.s.
nebi isyanı, hatayı özünde bildi, rahmete erdi; kurtuldu.. Her Müslüman için
gerekli olan odur ki: Kaderin inceliği üzerinde düşünmeye. Böyle bir hale
kapılan, teşvişe düşer; şüpheler içinde kalır. Sonra, zındıklık haline kaçması
da ihtimal dahilinde olur. Her müslümanın; Allah-ü Teâla'nın, HAKÎM olduğuna
kani olması gerek... İnsanın, bu âlemde oluşunu gördüğü işlerin her biri, bir
hikmete mebni oluyor. İnsan; bu dünya evinde, küfür, nifak, fısk ve benzeri
işleri, Allah'ın C.C. kudretini izhar için yaptığını ve bildiği hikmete binaen
olduğunu bilmeli... Bunların büyük sırrı var.. Allah-ü Teâla kudretini izhar
eder. Peygamberimiz MUSTAFA' dan S.A. başkası bu işlere akıl erdiremez; muttali
olamaz. Şöyle bir hikaye anlatılır:
İrfan sahiplerinden biri; yaratanına şöyle münacaat
ediyordu: "İlahî, takdir senin,
irade senin ve nefsimdeki marifeti de sen halk eyledin.." Bunun üzerine şu
nidayı içinden duydu: "Ey kulum, bu
dediğin TEVHÎD'in icabıdır; kulluğun icabı değildir." Bundan sonra, o kul
şöyle dedi: "Ben hata ettim, günah işledim, nefsime zulmettim." Bu
itiraftan sonra, ikinci defa yine bir ses geldi: "Ben de seni bağışladım,
affettim, merhamet eyledim."
Her iman sahibine lazım olan odur ki; yaptığı iyiliği,
Hakk'ın verdiği başarı ile bile.. Şer iş ediyorsa, onu da nefsinin kötü
arzusundan olduğunu anlaya.. Böyle yaparsa; Allah-ü Teâla'nın şu Ayet-i Kerimede
tavsif ettiği kullardan olur: - «Allah'ın kulları onlardır ki; bir hata
işledikleri zaman, ya da nefislerine zulüm ettikte, Allah'ı hatırlar ve
günahlarına bağış talebinde bulunurlar. Günahları Allah'tan başka kim
bağışlayabilir ki?..» (Ali-İmran, 135)
Kul, kötülüğün menbâı olarak nefsini bilirse, kâr eder;
kurtulur. Böyle etmek, ismi Aziz olana isnad etmekten daha hayırlı olur. Çünkü
o; hakikî yaratıcıdır. Peygamber S.A. efendimizin buyurduğu: «Şâki ve said ana karnında iken bellidir..»
Cümlesi tefsir ister. Burada anadan murad, beşerî kuvveti doğuran dört
unsurdur. O dört unsurdan ikisi su ile topraktır. Bunlar iman bitirir, ilim
getirir, hayat verir. Sonra, kalbde tevazu doğurur. İkinci parçada mütalaa
edilen, ateşle havaya gelince; onlar da su ile toprağın aksinedir. Bunlar yakar
ve öldürür. Bu zıdları bir cisimde birleştiren Sübhandır. Su ile ateşi nasıl da
bir arada tutuyor. Nurla zulmeti bulutta nasıl da birleştiriyor. Bir Ayet-i
Kerime zikredelim: - «O size, korku ve ümitle baktığınız şimşeği gösterir ve
ağır yüklü bulutlar yapar..» (Ra'd, 12)
Bir gün Yahya b. Muaz Hz. Ali'ye: - "Allah'ı nasıl
anladın?" Diye sordular, şöyle anlattı: - "Zıdların bir araya
gelişinden." Bu zıd sıfatlar icabıdır ki; insan, Hakkın aynası oluyor; hem
de celal sıfatını göstermektedir. Bütün kâinatı, yaratılışında toplamıştır.
Yine bu hikmete mebni, insana: "Cem edici varlık ve büyük âlem" adı
takılır. Çünkü onu Allah-ü Teâla iki eli sayılan kahır ve lütufla halk etti.
Böyle yaratılınca, iki yönden de ayna olması gerek.. Hem kesafeti gösterir; hem
de letafeti... İnsan, diğer eşya hilafına; bütün; isimlerin zuhur yeridir,
insan dışında kalan eşya tek yönlü yaratılmıştır. Kahır sıfatından iblis ve
zürriyetini yarattı. Lütuf sıfatından melekler yaratıldı. Onlar: Sübbüh, Kuddüs
isimlerine mazhardır. Kahır sıfatından iblis ve tayfası yaratıldı. Bunlar da
cebbar sıfatının zuhur yeridir. Bundan ötürü. Adem a.s. nebiye secde etmediler,
büyüklük sattılar. İnsan; kainatın ulvî ve süfli özelliklerini benliğinde
topladığına göre, gerek enbiya, gerek evliya hatadan beri olamaz. Ancak
peygamberler, nübüvvet' ve risâleti uhdelerine aldıktan sonra, büyük
günahlardan mâsumdur. Küçük hatalardan değil... Evliya zümresi masum değildir.
Derler ki: - Evliya zümresi, tam kemale erdikten sonra,
büyük günahlardan mahfuzdur. Şakikül-Belhî rh. der ki: - Saadete alamet beştir:
Yumuşak kalb, çok ağlamak, dünyaya gönül vermeden zahid yaşamak, az ümitli olmak
ve haya sahibi olmak... Keza, şekâvet alameti de beştir: Kalbin katı olması,
gözlerin yaşsız olması, dünyaya rağbet, ümit çokluğu ve hayasızlık...
Peygamber S.A. efendimiz, saadet ehlinin alametini dört
olarak anlatır: - «Kendine tevdi edilen emâneti edâ eder. Verdiği ahdi yerine
getirir. Sözünde doğru olur. Biri ile çekişme anında sövüp saymaz.»
Keza şekâvet alametini de dörde ayırır ve şöyle devam eder: -
«Verilen emanete hıyanet eder. Verdiği sözü tutmaz. Sözüne yalan katar. Biri
ile çekişme sırasında söver sayar.» Sonra o şâki kişi, arkadaşlarının hatasını
affetmez. Çünkü af, dinî huyların en büyüğüdür. Sonra; Allah-ü Teâla, Peygamber
s.a. efendimize affı emir buyurmuştur: - «Affı al; iyilik için emir ver. Bilmezlerden
kaç...» (A'raf, 199) "Affı al" emri, yalnız Peygamber s.a. efendimize
değildir. Bu emir, umûmi bir mâna taşır. Bütün MUHAMMED S.A, ümmetine şâmildir.
Bir sultan, emrini tebliğe memur bir vâlisine, şu işi şöyle yap derse; o
vâlinin eli altında bulunan bütün ülkeler o şeyi yapmaya memurdur, isterse
emir, yalnız o zata olsun.. "Affı al" emri üzerine bu FAKÎR şerh
vermek ister.. «Al» demek, onu daima huy edin; demektir. Her kim, af sıfatı ile
huylanırsa, Allah-ü Teâla'nın isimlerinden biri ile isim almış olur. O isim
ise, «AFV» dır. Bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurulur: - «Affeden ve ıslâh olan
kimsenin mükafatını bizzat Allah verir..» (Şura,40) İyi bilesin ki: Saadet
şekâvete, şekâvet ise. saadete terbiye ile çevrilebilir. Bunu Peygamber S.A.
efendimizin buyurduğu şu Hadis-i Şeriften anlıyoruz: - «Bütün çocuklar doğarken
ÎSLAM fıtratını taşır. Sonra, ana babası onu yahudî, mecusî, nasrani eder.» Bu
Hadis-i Şerif gösteriyor ki, herkesin iyiliğe ve kötülüğe kabiliyeti vardır.
Bundan ötürü şu, tamamen kötüdür, veya iyidir; gibi bir hüküm verilemez. Bu yolda
söylenmesi doğru olan şudur: - Eğer bu şahsın iyiliği, kötülüğünden üstün
gelirse, saadete erer.
Kötülüğü üstün gelen ise aksine olur.. Bu sözden başkasını
diyen şaşmış sayılır. Bu demek değildir ki, insan, amelsiz cennete girer;
hatası olmadan da ateşe sokulur. Bu inanç, ÎSLAM esaslarının hilâfınadır. Çünkü
Allah-ü Teâla cennetini iyilik ve iman ehli kullarına vaad etti. Ateşi ise
küfür, şirk ve isyan ehline.. Şu Ayet-i Kerime bize bu mevzuda yol gösterir: -
«Bir kimse iyilik ederse, kendine; lehine.. Kötülük ederse, yine kendine;
aleyhine.." (Casiye, 15)
Yine buyurur; - «Bugün herkes, yaptığı ile ceza görür, bugün
zulüm yok.» (Gafir, 17) Yine buyurur: - «İnsana yalnız yaptığı kadarı
kalır." (Necim, 19) Yine buyurur: - «Kendiniz için Hakk'a takdim
ettiğinizi onun katında bulacaksınız.» (Bakara, 110)
NUR VE ZULMET PERDELERİ
Bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurulur: - «Bu âlemde âma olan,
ahirette de âma olur.» (Îsra, 72) Burada, âma'dan; yani. körlükten murad, kalb
gözünün kör olmasıdır. Bunu açıklayan bir Ayet-i Kerime zikredelim: - «Baş
gözleri kör olmaz; sinelerde olan kalb gözleri kör olur.» (Hac, 46) Kalbin kör
olmasına yegâne sebep; yaratanla olan ahdi unutmak, gaflete dalmak oluyor..
Gafletin başlıca sebebi ise, ilahî emrin gerçek yüzünü bilmemektir. Bu
cehaletin sebebine gelince, zulmânî - karanlık - sıfatların istilasına uğramak,
teşkil ediyor. Bu zulmânî sıfatların bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: Kibir,
kin, hased, cimrilik, kendini beğenmek, gıybet etmek, söz gezdirmek, yalan
söylemek... ve bunlar gibi... daha nice kötülükler...
İnsanı, aşağıların en aşağısına düşüren de bu kötü
sıfatlardır. Bu kötü hallerin izâlesi için, kalb aynasını temiz tutmak icab
eder. Bu temizlik; TEVHÎD, ilim. amel, içten ve dıştan nefisle yapılan kuvvetli
cihadla elde edilir. Taa TEVHÎD nuru ile kalb hayatı hasıl oluncaya kadar bu
mücahede devam etmeli.. Sonra sıfat nurları da gözükür. Bundan sonradır ki,
aslî vatan hatıra gelir. Ve insan, hakikî vatana dönmek iştiyakını duyar.
RAHMAN'ın yardımı ile günü gelince vâsıl olur.
Bu karanlık sıfatlar kalkınca. nur kalır. Ve ruh gözü ile
gören olur. Îlahî sıfat isimlerinin nurları ile nura gark olunur. Zaman gelir;
bu nurların perdesi de aralanır, ilahi zatın nuru kalır.. Kalbin iki gözü
vardır; biri suğra - küçük - öbürü ise, kübra - büyük -.. Suğra ile, ilahî
sıfat ve isimlerin tecellileri müşahede edilir. Bu görüş ve müşahede, dereceler
âlemine kadar uzar. Kübra gözüne gelince, o TEVHÎD ve EHADÎYET nuru sayesinde
lahut âleminde olan, yakınlık ilinde bulunan haller müşahede edilir.
İnsanın; ölmeden önce bu mertebelere erebilmesi için,
nefsanî sayılan beşeri sıfatlardan arınması icab eder. Kulun bu âleme erme
miktarı, nefsanî şeylerden uzaklaştığı kadar hâsıl olur. Burada ermek işi; bir
cismin diğerine ermesine, ilmin maluma bağlanmasına, aklın mâkula ermesine.
vehmin mevhuma kavuşmasına benzemez. Buradaki vuslat, Allah'ın zatından gayrı
şeylerden soyunulan mikdar hâsıl olur. Bu oluşta yakınlık, uzaklık, ayrılmak,
birleşmek, karşılık veya cihet lafı olmaz. Subhandır o ilah... Gizlisi
zuhurunda olur... Tecellisi perdelenince açık olur. Bilinmesi, bilinmeyişinde
saklı...
Her kime dünyada iken anlatmak istediğimiz nura kavuşmak
hâsıl olur da, nefsini öbür âlemdeki hesaptan önce hizaya getirirse; kurtulmuşlardan
olur. Aksi halde; zorluk, sıkıntı, karşısına öbür âlemde ve bu âlemde çıkar.
Kabir âzabı gelir. Mahşerde güç hesaba uğrar, iyiliği kötülüğü inceden inceye
tartılır. Sonra, önüne sırat köprüsü çıkar. Daha bunların dışında kalan
ahiretin nice güç işleri...
TEVBE VE TELKİN ÜZERİNE
Buraya kadar bazı meratib izah edildi; onların hangisi
olursa olsun, tevbe ile elde edilir. Bunu böylece bilesin. Tövbenin tam olması
da şarttır. Ayrıca ehli olandan da, o yolların telkinini almak gerekir. Allah-ü
Teâla şöyle buyurdu: - «Onları takva kelimesi ilzam etti.» (Fetih, 26)
O takva kelimesi La ilahe illallah, cümlesidir. Îşte ona sahib
olanı bulup almak icab eder. Sonra o kelimenin alındığı yerin; ALLAH, lafza-i
celalinden gayrı her şeyden pak ve temiz olması da icab eder. Bilhassa avam
halkın ağzından duyulan bütün sözlerle, o kalb sahibi tarafından söylenen söz
ayırd edilmeli. Ayrıca söylenenlerin, söyleniş tarzına da dikkat etmeli.
Zahirde aynı manayı taşısalar bile, bâtın itibarı ile tamamen değişiktir. O
zattan çıkacak kelamla, diğerleri aynı olamaz.
Kalb; manen diri bir kalbden TEVHÎD tohumunu alınca hayata
kavuşur. Ve o tohum tam olur. Kemâle ermeyen tohumdan bir bitki bitmez. Kur'an-ı
Kerimin iki yerinde geçen: LA ÎLAHE İLLALLAH cümlesi, anlatmak istediğimizin
esasına işaret eder. Birinde: «LA ÎLAHE İLLALLAH, cümlesi onlara okunduğu zaman
büyüklenirler.» (Saffat, 35) Bu ayet zahirî duruma işaret eder; yani âvama
dairdir.
Diğer yerde ise, şöyle buyurulur: - «Şunu bil ki. - LA ÎLAHE
İLLALLAH - Allahtan başka ilah yoktur; sonra senin ve kadın, erkek müminlerin
günahına bağış talebinde bulun!» (Muhammed, 19) Bahsettiğimiz telkin bu âyetin
delâleti ile olmaktadır. Ki bu. havas kullar için buyurulur.
ZİKİR TELKİNİ: Bu yolu, Resulüllah S.A. efendimizden ilk taleb eden Hz. Ali r.a. olmuştur. Peygamber S.A. efendimizden en yakın, en değerli ve en kolay yolu belletmesini temenni etmişti. Bunun üzerine Peygamber S.A. efendimiz Cibril'in gelmesini bekledi.. Geldi; üç defa Peygamberimize S.A. yukarıda zikri geçen TEVHÎD kelimesini telkin etti. Sonra Peygamber S. A. efendimiz aynı şekilde tekrar etti. Bundan sonra Hz. Ali'ye r.a. belletti. Daha sonra ashaba geldi; aynı cümleyi onlara öğretti.. Ve aynı mânayı anlatmak için bir gün, şöyle buyurdu. - «Biz küçük cihaddan döndük; büyük cihada geliyoruz.» Bunu söylerken nefisle edilen cengi murad ediyordu. O büyük Peygamber S.A. bir gün ashaptan birine şöyle diyordu: - «En büyük düşmanın; iki kaburga kemiğin arasındaki düşmandır.»
İlahî sevgi, vücud düşmanı ölmeyince ele gelmez. Vücudun,
ilk defa emmâre, levvâme ve mülhime derecelerinde olan nefisten temizlenmesi
lazımdır. Sonra, hayvani adetlerden de pak olmak icab eder. Özellikle; çok yemek,
çok içmek, çok uyumak, boş şeylerle meşgul olmaktan.. Sonra, yırtıcı hayvani
huylardan sayılan; öfkelenmek, kızmak, dövmek, saldırmak ve benzeri huyları da
bırakmalıdır.
Şeytanî huylardan sayılan, büyüklenmek, kendini beğenmek,
hased etmek, kin ve benzeri huyları da bırakmak icab eder. Bunların dışında
kalan, kalbe ve bedene dair afetlerden de korunmak, temiz olmak icab eder.
Bunlardan arınan kimse, esasta sayılan hatalardan arınmış olur. Temiz, pâk,
tövbekar kullardan sayılır. Bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurulur: - «Allah,
tövbekârları, sever; pak, temizleri sever.» (Bakara, 222)
Zahirde mücerret günahlardan tevbe eden için gereken şudur
ki, aşağıya alınan cümlenin tehdidi altına girmeye. - Her ne kadar tevbe ettiyse
de, tevbekâr olmamıştır. - «Tevbekâr olmamıştır.» Cümlesi biraz mübalağa ile
zikrediliyor. Bundan çıkan mana şudur: Havas kullara has olan tevbe ile tevbe
etmiyor...
Dıştan tevbe edip. İşin özüne geçmeyen kimse odur ki: Otu
keserken, kökünü kesmiyor; yalnız dışta görünen kısmını koparıyor. Bu hale
göre, o ot ilk halde; öncesinden daha çok dal salacaktır. Hataları, bilhassa
kötü huyları tam bırakan kimse, kopardığı otu kökten keser. Şüphesiz, o bir
daha dallanmaz; dallanması nadir olur; ki onu kurutmak kolaydır. Bu sökülme
ameliyesi yapılırken,. diğer bir büyük zattan gelen manevî telkin de, bir alet
sayılır. Yapılan telkin kime ise; onda mevcut olan Hakkın zatından gayrı
şeyleri keser atar. Acı ağacı, kökünden kesip geçmeyen kimse, tatlı ağaca
eremez. - «Ey basiret sahipleri ibret alınız; iflahınız ve vuslatınız, bu yolda
umulur.» (Haşr, 21) Bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurulur: - «O öyle bir
Allah'tır ki, kullarından tevbeyi kabul eder; hatalardan geçer.» (Şura, 25)
Yine buyuruyor: - «Kim tevbe ve iman eder, iyi işi yaparsa, Allah böyle bir
zümrenin kötülüklerini iyiliğe çevirir.» (Furkan, 70)
Tevbe iki kısımdır. Avam halkın tevbesi, bir de has kulların
tevbesi...
Avam halkın tevbesi; Zikirle, ciddî çalışma ile; olur.
Böylece isyandan taate, kötülükten iyiliğe, geçilir ve... cehennemden cennete
gidilir. Sonra.. tevbenin aslına, bedenin rahatından geçip, nefsin güç işlere
sokulması neticesinde varılır..
Has kulların tevbesine gelince.. O, bir başka durum arz
eder. Onlar, iyi görünen kimselerin iyi hallerinden daha ileride bir mârifet
makamındadırlar. Dereceler onlar için yok olur, tam yakınlığa varmışlardır.
Cismanî tadları bırakıp. ruhanî lezzete ererler. Bu lezzet; Allah-ü Teâla'nın
zatından gayrı her şeyi bir yana atıp, onunla ünsiyet etmek ve ona yakîn gözü
ile nazar eylemektir.
Yukarıda bahsi geçen tadlar, maddi varlığın kazancı sayılır.
Halbuki o maddî varlığın bizzat kendisi hatadır; kazancı da ona göre.. Nasıl ki
şöyle bir büyük kelâm vardır: -«Vücudun öyle bir günahtır ki. Onunla hiçbir
günah kıyas edilemez.»
Bazı büyükler Allah onlara rahmet eylesin şöyle derler: -
Yakınlık makamına varamayan iyilerin yaptığı iyi iş; yakınlık makamına
varanlara nazaran, hata sayılır. Îşte bundandır ki, Peygamber S.A. efendimiz
günde yüz defa istiğfar ederdi. Bunu Allah-ü Teâla, bize tâlim için Peygamber S.A.
Efendimize buyurmuştur: - «Günahına bağış talebinde bulun.» (Muhammed, 19) -
Yani, varlığını silmeyi Allah'tan dile.. Bu hale, tevbeden daha çok; ÎNABE,
tabir edilir. ÎNABE, Allah'ın zatından gayrı her şeyden geçip ona dönmektir. Ve
onun yakınlık evine girip, ilahî yüze nazar eylemektir. Bu aziz kulları
Peygamber S.A. efendimiz anlatırken, şöyle buyurur: - «Allah'ın birtakım
kulları vardır ki; onların bedeni dünyadadır; ama. kalbleri arş altında.»
Onların kalbi arş altında olması, dünyada ilahî rüyetin
olmayışındandır. Kalb aynasında ilahî sıfatların tecellisi görülür. Ki, Hz.
Ömer R.A. bu hususta der ki: - «Kalbim, Rabbimi, Rabbimin nuru ile gördü.» Kalb,
CEMAL sıfatının tecellisine bir aynadır.
Bu anlatılan âlemin bir ismi de müşahededir. Bunun hasıl
olması için: Ergin, vuslat âlemini bulmuş, geçmiş zatlar tarafından makbul olan
bir zatın telkini lazımdır. Bu zat, o âleme erdikten sonra. Allah'ın emri ile,
noksan kişilerin eksiğini tamamlamak için, bu âleme gönderilmiş olmalıdır. Bu
gelişte vasıta, bizzat Peygamber S.A. efendimiz olmalıdır. Velî zatların
kullara gönderilişi özel bir durum arz eder. Bunların dâveti umuma şâmil
değildir. Bu yüzden peygamberlerle tefrik edilirler. Çünkü peygamberler hem
havas kullara hem de avama gönderilmiştir. Sonra bunlar, yani peygamberler,
kendi işlerinde tam istiklale sahiptir. Velîler müstakil değildir; peygambere uymak
zorundadırlar. Derler ki: - Kendi istiklalini îlan etmeye yeltenen bir velî,
kendisini peygambere benzetmek ister ki; bu isteği onu küfre götürür.
Peygamber S.A. efendimiz, ümmetinden ulema güruhunu ÎSRAÎL
devri peygamberlerine benzetmiş olması başka mana taşır. Musa a.s. peygamberden
sonra gelen nebi onun kurduğu dini esas üzerine yürümekte idi. Yeni bir
şeriatla değil, aynı şeriatı takip edip gelmekte idi. Bu ümmetin uleması ise,
havas kullara gönderilmiştir, emri ve yasağı yeni bir şekilde sunarlar. Açık
bir şekilde, amelleri talim eyler, din temelindeki güzelliğe halkı devam
ettirmeye bakarlar. Marifet için bir temel yeri olan kalbi temizletirler.
Bunlar; ashab-ı suffe gibi, Peygamberin S.A. verdiği bilgiye göre, haberler
verirler.
Ashab-ı suffe öyle bir hale ermişti ki; Peygamber S.A.
efendimiz, mi'rac hadisesini anlatmadan önce; onlar, mi'racın sırlarından
bahsederdi. Velî, Peygamberin S.A. velâyet haline de sahiptir. Çünkü taşıdığı
hal, peygamberliğin bir cüzüdür, îç âlemi Peygamberin S.A. emânetindedir.
Bu anlatılanları dinlerken: Zahiri ilme sahib olan herkesin,
bu hale ereceği akla gelmesin. Bizim anlattığımız peygamber varisleri, neseb
itibarı ile ona yakın olanlardan da ileridir. Peygambere tam varis olan, bir
oğul derecesindedir; ki o manevî neseb itibarı ile en yakındır. Zahiri neseb,
bu nesebe göre sönük kalır. Bunlar kahhar sıfatının mazharıdır. Ve dinî nizâmı
korurlar. Taze cevizin yeşil kabuğu misali. Zahirî bilgi sahipleri ise, cevizin
özünü saklayan sert kabuğuna benzer. Bâtın âlimlerine gelince onlar da öz
sayılır. Peygamber S.A. efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur: - «Ulema
meclisinde oturmalısınız. Hakimlerin sözünü dinlemelisiniz. Allah-ü Teâla,
yağmur suyu ile, yeri yeşerttiği gibi; hikmetle de ölü kalbleri ihyâ eder.»
Yine buyurur: - «Hikmet, müminin yitiğidir, bulduğu yerde alır."
Âvam halkın dilinde olan kelâm, LEVH-Ü MAHFUZ'dan iner;
orası ceberut âlemidir. Derece itibarı ile hesaplanır. Hakka vasıl erlerin
dilinden akıp gelen cümleler en büyük makamdan coşar.. Orası yakınlık ilidir;
arada vasıta yoktur. Her şey aslına dönecektir. Bu sebeple kalbin dirilmesi
için, ehl-i telkini arayıp bulmak gerek.. Bu farzdır. Peygamber S.A.
efendimizin şu Hadis-i Şerifi buna işaret eder: - «İlim, her Müslüman kadın ve
erkeğe farzdır.» Burada farz olan ilimden murad, marifet ve Hak yakınlığı
ilmidir. Geri kalan bilgilerin, ancak lüzumu kadarı farzdır. Farz ibadetlerinin
edâsı için gereken fıkıh ilmi gibi. Yakınlık âlemine vara.. Derecelerin hiç
birine iltifat etmeye.. Allah-ü Teâla bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurur: -
«Söyle, ben yaptığım işe sizden ücret istemiyorum. Ancak yakınlıklara bağlılık,
sevgi..» (Şûrâ, 23) Bazı rivayetlere göre, buradaki yakınlıktan murad, Hak
yakınlığı bilgisini tâlimdir.
RUYETULLAH – İLAHİ – ZATİ TECELLİYE ERMEK VE GÖRMEK
Bu görüş iki çeşittir. Biri. öbür âlemde vasıtasız olarak
CEMAL sıfatının tecellisini görmek. Öbürü de, kalb aynası delâletiyle bu âlemde
ilahî sıfatların tecellisine ermek... Cemal nurlarının tecellisi olarak, bu
sıfatlar - FUAD - kalb gözüyle görülür.. Bu görüşü Allah-ü Teâla şu Ayet-i
Kerime ile bildirmektedir: - «Kalb, - FÜAD - gördüğünü yalanlamadı.» (Necm, 11)
İlahi tecellilerin görünüşü üzerine, Peygamber S.A.
efendimizin buyurduğu şu Hadis-i Şerif de önemlidir: - «Mümin müminin
aynasıdır.» Burada anılan, birinci müminden murad, müminin kalbi olup;
ikincisinden ise, bizzat Allah-ü Teâla murad edilmektedir. Herkim bu âlemde
sıfat tecellisine ererse, öbür âlemde; şekilsiz olarak, zatını görür.. Arz
edilen bu kelamlar; Allah'ın sevgili kulları tarafından teyid edilmiştir. Hz.
Ömer R.A. der ki; - Kalbim, Rabbimin nûru ile, Rabbimi gördü.. Hz. Ali R.A. der
ki; - Görmediğim Allah'a kulluk etmem. Bu anlatılanların cümlesi; ilahi
sıfatların müşahedesini anlatır. Bir kimse; pencereye düşen güneşin ışığını
görse ve: - Güneşi gördüm. Dese, yalan olmaz. Allah-ü Teâla sıfat tecellileri
itibarı ile bir misal olarak, anlatacağımız şu Ayet-i Kerimeyi inzâl eyledi: -
«O'nun nuruna misal bir penceredir ki; orada aydınlık veren madde bulunur. O
aydınlık veren madde bir billur içinde durur. O, mübarek zeytin ağacından hâsıl
olan şeyle inci gibi yanar ve parlar gibidir.» (Nur, 35)
Yukarıda arz edilen ayette bahsi geçen pencereden murad;
imanlı kulun kalbidir. Oradaki lambadan murad ise, FÜAD'ın - kalbin - özündeki
sır olduğu söylenir. O sır ise bizzat sultanî ruhtur. Birinci olarak vasfedilen
billurdan kasd ise. FÜAD'dır. O tam bir nurla kaplandığı için Hak Teala onu
inciye benzetti.. Sonra; o nurun kaynağı bir mübarek zeytin ağacından alınıp
yakıldığı şeklinde anlatılışı; hâlis TEVHÎD halinin telkin ağacıdır. Ki bu,
vasıtasız olarak, kudsiyet dilinden alınır.. Aslında, KUR'AN-I Azim'i Peygamber
S.A. efendimiz dilden vasıtasız olarak almıştı.. Cibril'in sonradan getirmesi,
bazı maslahat icabı idi; ki, bunda umumî bir fayda vardır. Bilhassa kâfir ve
münafıkların meydana çıkması..
Peygamberimize, Kur'ân'ın vasıtasız verildiğini şu Ayet-i
Kerime, beyan eyler: - «Sen, katî olarak bu kitabı; Kur'ânı, HAKİM ve ALÎM
zatın katından aldın...» Peygamber S.A. efendimiz Cibril Kur'ân'ı getirmeden,
alacağı yerden vahyini almıştı.. Bu hikmete binaen; Cibril, vahyi tebliğ
ederken, Peygamber S.A. efendimiz daha önce kalbinde bulurdu. Ve daha önce
okurdu... Bundandır ki şu Âyet-i Kerime nazil oldu: - «Vahyi tamam almadan
acele ile Kur'ân-ı okumaya başlama.» (Taha, 114)
Yine bu hikmet icabıdır ki, mi'rac gecesi Cibril, sidre-i
müntehâyı geçemedi: - Bir adım daha geçersem yanarım. Dedi ve Peygamber S.A.
efendimizi haline terk etti.. Sonra; daha önce zikri geçen Ayet-i Kerimede, o
ağacı Hak Teâla şöyle tavsif ediyor: - «O ne şark'a aittir, ne de garba..»
(Nur, 35)
Yani, ona bir had ve yokluk tanınmaz. Yeniden doğması veya
batması da akla gelmez. Belki o, ezeli bir vasıftadır ve daimî kalır. Nasıl ki,
Allah-ü Teâla'nın bir vasfı, ezeli, bir vasfı da ebedî'dir. Onun zatının yokluk
yeri olmaz; sıfatları da öyle olmalı değil mi ya? Çünkü o sıfatlar; kendi
nurlarıdır. Tecellileridir. Zatı ile kâim olan sıfatlarıdır. Ona tam ibadet
edilebilmesi için, kalb yönünden perdelerin kalkması gerekir. O zaman, kalb o
ilahî nurların feyzini alır; ruha gelince; o ulvî pencereden Hakkın sıfatını
müşahede ederler.
Her ne olursa olsun, bu âlemin yaratılışından kasd; o gizli
hazinenin keşfidir. Bunu anlatan kudsî hadisin zikri yukarıda geçti. Faydasına
binâen bir daha anlatalım: - «Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim.
Halkı da beni bilsinler diye yarattım.» Demek oluyor ki, dünyada sıfatlarımı
bilsinler; zatımı görme işine gelince; o, öbür âlemde olacak.. Orada vasıta
olmayacak, inşallah... TIFL-I MAANÎ adı ile anılan sır gözü ile bakılacak... Bu
mânayı şu Ayet-i Kerime teyit eder: - «O gün; yüzler vardır, parlar; Rablerine
bakarlar..» (Kıyamet, 22)
Peygamber S.A, efendimizin şöyle bir Hadis-i Şerifi vardır: -
«Rabbımı, güzel bir delikanlı şeklinde gördüm.» Bu TIFL-I MAANİ - demek olur.
Ve yaratanın o surette tecellisidir. Ruh aynasına öyle tecelli eyledi... Suret;
ruhun aynası sayılır. Tecelli ile ona mazhar olan arasında bir vasıta olur.
Yoksa, Hak Teâla sûret ve yemek şekline görülmekten, cismin özellikleri ile
tavsif edilmekten münezzehtir. Sûret bir aynadır. Görünen ne aynadır; ne de
gören... Anla... Çünkü o, sır âleminin özleridir. Ki bunlar sıfat âleminde
olmaktadır. Zat âlemine gelince; orada bütün vasıtalar yanar ve mahvolur. O
âlemde olanlar Allah-ü Teâla'nın zatından gayrını duyamazlar. Bu hali,
Peygamber S.A. efendimizin şu Hadis-i Şerifi bize daha iyi anlatır: - «Rabbimi,
Rabbimle anladım..»
Yâni onun nuru ile... İnsanın hakikati işte bu nûrun mahremi
sayılır. Bunu da şu kudsî hadis bize anlatır: - «İnsan benim sırrımdır; ben de
onun sırrı..» Peygamber S.A. efendimizin şu Hadis-i Şerifi de bu babda
önemlidir: - «Ben, Allah'tan, müminler de bendendir.» Yeri gelmişken şu kudsî
hadisi de zikredelim : - «Muhammedi, yüzüm nurundan yarattım.» Burada bahsi
geçen yüzden murad, ERHAM sıfatı ile tecelli eden, mukaddes zattır. O, ERHAM
-en çok merhamet eden- sıfatını şu kudsî hadisle beyan eyler: - «Rahmetim,
gâzabımı geçti.» Hazret-i Resul S.A. Hakkın nurudur. Hak Teâla nuru için
aşağıdaki ayet ve kudsi hadisleri buyurdu.. Teberrüken zikredelim: - «Biz seni
ancak; âlemlere rahmet olarak gönderdik» (Enbiya, 107) - «Size Allah'tan nur ve
her şeyi beyan eden kitap geldi.» (Maide, 15) - «Sen olmasaydın; felekleri
yaratmazdım..» (Kudsî hadis)
TASAVVUF EHLİNE DAİR
Onların; TASAVVUF EHLÎ olarak ad almalarına yegâne sebep; iç
âlemlerini TEVHÎD ve marifet nuru ile aydın kıldıkları içindir. İkinci bir
sebep de, ashab-ı suffe'ye intisapları ilk zamanlarında koyun postu giydikleri
için de olabilir. Orta halde olanlar koyun postundan elbise giyer. Tasavvufun
son devresine gelenler de eski, yamalı libasa bürünür. Dış halleri böyle olduğu
gibi, iç âlemleri de aynıdır.. Yemek, içmek işlerinde de mertebe takip ederler.
MECMA tefsiri sahibi der ki: - Zühd ehline; gerek yemek,
gerekse giymek işlerinde kaba saba şeyler giymek yaraşır. Mârifet ehli yumuşak
ve nârin olmalı.. Çünkü onlar, insanların uğrak ve durak yerleridir. Sünneti
takip etmek onlara gerekir. Onlar birinci, ilk safta gözükür, îlk bakanların
yoldan şaşmaması için, ilk saftakiler; iyi giyinmeli, kibar olmalı.. Sonra
onlar EHADÎYET makamındadır.
Tasavvuf kelimesi dört harften ibarettir; TA, SAD, VAV, FA..
TA: Tövbeyi ifade eder. Bu da ikiye ayrılır: Zahiri tevbe, batıni
tevbe.. Zahiri tevbe odur ki: Sözde, işte, bütün dış duygular, günahtan ve kötü
işlerden beri alınıp taate sevk edile.. Baş kaldırma bırakılıp, uyarlık hali
alınmalı.. Batınî tevbeye gelince.. Ona da: - Kalbin tasfiyesi ve zahirî
tevbeden bir başka olan, tam muvafakate geçmek.. Denilebilir. Kötü halin, iyiye
geçmesi ile TA makamı tamam olur.
SAD: Safa halini ifade eder. Bu da, TA harfi gibi iki yönden
mütalaa edilir. Biri, kalbin safiyeti, öbürü de sırrın. Kalbin sâfası odur ki:
Beşeri kederlerden beri ola.. Mesela; çok yemek, çok içmek, çok uyumak ve çok
konuşmak kalbi dünyaya çeker. Dünyalık işleri düşünmek onu yorar. Kalbi yoran,
dünyaya salan şeyler arasında: Çok kazanmak, cinsî ifrat, ehlini ve evladını
haddinden fazla sevmek gösterilebilir. Bu anlatılan şeyler bir kalbde olursa,
saflık ve temizlik çağına eremez. Kalbin sâfiyeti zikrullah ile olur. Bu zikir
ilk zamanda cehren yapılmalı. Sonra, hafi zikre geçilir. Allah-ü Teâla bir
Ayet-i Kerimede şöyle buyurur: - «Müminler, onlara denir ki: Allah anıldığı
zaman; kalpleri titrer.» (Enfal, 2) Buradaki titremenin bir mânası da haşyet
olur. Haşyet, kalbin ayık hali bulması ile başlar. O, gaflet uykusundan uyanır;
temizlenir, parlarsa; gayb âleminden hayır ve şerre dair işlerin sureti kalbine
nakşedilir. Peygamber S.A. efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurdu: -
«Alim, teftiş eder, arif ise, kalbini parlatır aya bakar.» Sırrın temizliğine
gelince, o da Allah'ın zatından gayri işlerden beri durmaktır. Ve onun sevgisini
kalbe yerleştirmektir. Sır dili ile, TEVHÎD esmâsına devamdır; bu içten
yapılır. Bu hal de tamam olursa, SAD makamı da tamam olur.
VAV: Velâyet hali olarak anlatılır. Bu hal, iç âlemin
sâfiyeti üzerine düzenlidir. Allah-ü Teâla velâyet halini bulanlar için şöyle
buyurur : - «Ayık olunuz, Allahın velî kullarına; korku yoktur. Onlar mahzun da
olmazlar.» (Yunus, 62) Yine buyurur: - «Onlara dünya ve ahirette müjdeler
olsun.» (Yunus, 64) Velâyet halinin neticesi ilahî huylarla bezenmiş olmaktır.
Peygamber S.A. efendimiz bu mânada şöyle buyurdu: - «İlahî huyları, huy
edinin..» Bu halde; beşeri sıfattan soyunup, ilahî sıfata bürünmek vardır. Bunu
Allah-ü Teâla şu kudsi hadisle bize bildirir: - «Bir kulu seversem, gözü,
kulağı, dili, eli ve ayağı olurum. Benimle işitir. Benimle görür. Benimle
konuşur. Benimle tutar ve benimle yürür.» Allah-ü Teâla’nın zatından gayri
şeylerden temiz olunuz. Şu Ayet-i Kerime bu makamı daha iyi anlatır: - «Hak
geldi; batıl eridi. Batıl mutlaka eriyip gitmeye mahkumdur.» (İsra, 81) Îşte
bundan sonra, VAV makamı hâsıl olur.
FA: Fena - yokluk - makamıdır, ilahi sıfatlar arasında
eriyip gitmektir. Beşeri sıfatlar gidince, yerini EHADÎYET sıfatı alır. Haddi
zatında, Hak Teâla ne fena bulur, ne de zeval.. Bu olanlar arasında kul, baki
yaratanla beka bulur. Onun rızasına varır.. Fani kalb, bâki sırla varlığa
kavuşur. - «Onun vechinden gayrı her şey helâk olur.» (Kasas, 88) Ayet-i
Kerimesi, bu iddiamızın şahididir. İhtimal ki, onun varlığına rıza ile gidilir.
Onun varlığı için iyi işler görülür, rızâsı gözetilir ve zâtına varılır. Bu
arada; bir râzı olan, bir de râzı olunan kalır.. Îyi amel, manalar çocuğu
-TIFL-I MAANÎ - olarak adlandırılan hakikî insanlığın hayatını doğurur. Allah-ü
Teâla şöyle buyurur: - «Güzel kelâm, ona varır; iyi işler ona yükselir.»
(Fatır, 10) Hangi iş olursa olsun; Allah için yapılmıyorsa, şirktir. Sahibini
helâk eder. Fenâ hali hâsıl olunca, beka tamam olur. Bu beka yakınlık
âlemindedir. O âlemi Allah-ü Teâla şöyle anlatır: - «Doğruluk otağında. güçlü
padişahın katında...» (Kamer, 55) Orası lâhut âleminde olup, nebilerin,
velilerin makâmı olmuştur. Sonra; Allah doğrularla beraberdir. Sonradan olan
bir varlık, ezeli var'la birleşince ona vücud düşünülemez. Fenâ hali tamam
olunca, Hak'la ebedî sâfiyet kalır. Bu hali bulanların sonsuz lezzetini Allah-ü
Teâla şöyle anlatır: - «Cennete gidenler, orada ebedî kalırlar.» (Araf, 42)
Yine buyurur: - «Allah sabredenlerle beraberdir.» (Enfal, 66)
RUHLARIN CESETTEKİ YERLERİ
Cismanî ruhun cesetteki yeri, sinedir. Zahiri duygularla
beraberdir. Onun metaı şeriattır. Yaptığı iş, Allah'ın emri olan farzlardır.
Allah-ü Teâla o emirleri ile, zahirdeki ahkamı düzenlemiştir. O ruh farzları
eda ederken şirk ehli olmaz. Çünkü Allah-ü Teâla onun için şöyle buyurdu: - «O
yaptığı ibadette Rabbına şirk koşmasın.» (Kehf. 110) Allah birdir; bir'i sever.
Yani; ibadetin, yalnız kendine has olmasını ister. Dahası var; Ameller
gösterişsiz olmalı, duysunlar diye, yapılmamalı. Sonra, yapılan ibadetin,
dünyada iken kârı gözetilmemelidir. Yapılan ibadetten hasıl olacak velâyet
hali, keşif ve müşahede hali mülk âlemine aittir. Bu haller yer zemininden semâ
yüksekliğine kadar böyledir. Sonra, bazı bu âleme has KEVNİ keramet tabir
edilen, ruhbanlara ait işler vardır; onlar da, suda yürümek hava boşluğunda
uçmak, az zamanda çok yer kat etmek.. Uzaktan söyleneni duymak ve iç âlemde
gizli şeyleri haber vermek gibi şeylerdir...
Ahiret âleminde ise, bazı iyilikler bulabilir. Onlar da
cennet, huri, köşkler, gılman, içkiler ve cennetin diğer nimetleri.. Bunlar,
birinci cennet olan meva cennetindedir. Revâni ruhun yeri kalbdir. Metaı,
manevî yolculuğa dair olan ilimdir. Bu ruhun meşgâlesi Hakkın zatına ait isimlerin
ilk dördü iledir. Diğer on iki isimde olduğu gibi, bu dört isimde de ses, harf,
konuşma olmaz. Allah-ü Teâla bu hale işaret için şöyle buyurdu: - «İster Allah
deyiniz, isterse Rahman; hangisini çağırırsanız, çağırınız; güzel isimlerin
hepsi onundur.» (İsra, 110) Yine buyurdu: -«Güzel isimler onundur; onlarla
çağırınız.» (A'raf, 180) Bu âyetlerdeki işaret şudur ki, uğraşılması gereken
esaslı iş, ilahî isimlerdir. O da iç âlemine dair olan bilgidir. Bu bilgiden
hâsıl olan mârifete gelince: TEVHÎD esmasının sonucu olduğunu söyleriz. Îlahî
esmaya dair Peygamber S.A. efendimizin şu Hadis-i Şerifi vardır: -
"Allah-ü Teâla'nın doksan dokuz ismi vardır; herkim onları ezbere sayarsa,
cennete girer.»
Anlatmak istediğimiz mevzuu açıklayan Peygamber S.A. efendimizin
bir Hadis-i Şerifi de şöyledir: - «Ders, bir harftir, tekrarı bindir.» Yani,
zata has isim bir tane; ama, onun huyuna bürünen sayısız... On iki ilahı isim,
LA İLAHE İLLALLAH cümlesinin esasına dayanır. Çünkü bu cümlenin Harfleri on
ikidir. Allah-ü Teâla, kalb işlerindeki her harfe bir isim verdi. Ayrıca her
âlemin üç ismi vardır. Allah-ü Teâla, sevenlerin kalbini öylece, sevgide sabit
kıldı... Bu durumu, Allah-ü Teâla şöyle haber verdi: - «Allah iman eden
kimselerin kalbini dünyada ve ahirette sabit söz üzerine tesbit etti.» (İbrahim
27)
Ve onlara, ünsiyet zevkini ihsan eyledi. TEVHÎD ağacını
onların kalbine yerleştirdi. Aslı, yerin yedinci zemininde sabit olup, belki
daha aşağıda; dallarına gelince, semâ yüksekliğinden taa arşa kadar veya daha yukarı
uzar. Allah-ü Teâla diğer Ayet-i Kerimede şöyle buyurur: - «O bir pak ağaca
benzer, kökü yerde, dalı semâya uzar.» (İbrahim, 24)
Revâni ruhun yeri, kalp hayatıdır. Melekût âlemini müşahede
eder. Müşahede ettiği şeylerin bir kısmı, cennetler ve onun ehli, nurları, ve
içinde bulunan meleklerdir. Sonra konuşması iç âleme dair olur. İlahî isimlerin
bâtın manasını düşünür; sessiz ve harfsiz konuşur. Bu ruhun, ahiretteki yeri
ise, NAÎM cennetidir.
Sultani ruha gelince, Onun da olduğu ve tasarruf ettiği bölge
FÜAD'dır. Bunun metaı ise, marifettir. İşine gelince, kalb dili ile vasıta
kılınıp yalvarılan ilahî ilimlerin hepsidir. Peygamber, S.A. efendimiz ilmi
anlatırken şöyle buyurur: - «Îlim iki çeşittir. Biri, dildeki ilim; bu Allah'ın
kullarına karşı bir tutanağıdır. Öbürü de kalblerdeki ilimdir. Faydalı olan da
budur.» Esas yararlı bilgi bu ilmin çerçevesi içindedir. Peygamber, S.A.
efendimiz diğer bir Hadis-i Şerifinde ise şöyle buyurur: - «Kur'an'ın bir dış,
bir de iç mânası vardır.» Yine buyurur: - «Allah-ü Teâla Kur'an'ı on batında
inzâl eyledi... Her bâtın mânanın bir sonrası daha faydalı ve daha kârlıdır. Çünkü
gerçeğe daha yakındır...» Bahsettiğimiz, on iki ilahi isim, bir nevi Musa a.s.
nebinin, taşa vurup açtığı on iki çeşmeye benzer. Bu durumu, Allah-ü Teâla bize
şöyle haber verdi: - «Musa, kavmi için bizden su talebinde bulundu. Ona: - Taşa
sopanla vur. Dedik, o zaman on iki göze fışkırdı. Her cemaat, içeceği yeri bildi.»
(Bakara, 60) Zahirdeki ilim, geçici yağmur suyuna benzer. Bâtınî ilme gelince,
temeli olan bir hazinedir; ki bu, zahir ilimden daha yararlıdır. Allah-ü Teâla,
bir misal olarak şöyle buyurur: - «Ölü yer, onlara kudretimizi bildiren bir
delil olmalıdır. Oraya can verdik, habbe çıkardık; ondan yemektedirler.»
(Yasin, 33) Allah-ü Teâla bu afakta habbe yarattı. Bu habbe, hayvâni nefsin
kuvvetidir. Bir de enfüsî âleme habbe halk etti. O da, ruhânî ruhların
kuvvetidir; gıdasıdır. Peygamber S.A. efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle
buyurur: - «Her kim kırk gününü ihlâs ile sabahlarsa, hikmet kaynakları
kalbinden diline akar.»
Bu sultanî ruhun kârına gelince, CEMÂL sıfatının tecellisini
seyre dalıp hayrân olmaktır. Bunu Allah-ü Teâla şöyle haber verdi: - «FÜAD gördüğünü
yalanlamadı.» (Necm 11) Bir Hadis-i Şerifte ise, bu durum daha başka anlatılır:
- «Mümin, Mümin'in aynasıdır.» Birinci müminden imanlı kulun kalbi, ikinci,
müminden ise, Allah-ü Teâla murad ediliyor. Allah-ü Teâla bir sıfatının Mümin
olduğunu bize şu ayetiyle bildirdi: - «O Mümin ve Müheymindir.» (Haşr, 23) Bu
sultanî ruhun meskeni öbür âlemde, üçüncü cennet sayılan FÎRDEVS cennetidir.
Kudsî ruhun tasarruf ve durak yerine gelince, o da SIR'dır. Bu ruhun hali, şu
kudsî hadisle anlatılır: - «Însan benim sırrım; ben de insanın sırrıyım.» Bu
ruhun metaı hakikat ilmidir; bu ilim aynı zamanda TEVHÎD ilmidir. Yaptığı
işlere gelince, TEVHÎD isimlerine devamdır. Buradaki devam, sır lisanı ile
olur. Öbürlerinde olduğu gibi, burada da zahiri nutuk yoktur: - «Sözü bağırarak
demekte isen; o gizliyi bildiği gibi, en hâfiyi de bilir.» (Taha, 7)
Kudsî ruhun haline Allah-ü Teâla'dan başkası vakıf olamaz.
Bu ruhun kârı, mâna yavrusunun zuhurudur. Müşahede ettiği ve gördüğü, Allah-ü
Teâla'nın vechidir. Hem celal; hem de cemal sıfatlarına bakar. Bakışı sır gözü
iledir. O günde yüzler parlak olarak Rablarına bakarlar. Orada benzeme ve
benzetilme yoktur. O işitir ve görür. İnsan, gâyesini bulunca, akıl inhisarı
altına girer. Kalpler hayrete dalar. Diller tutulur; bu hallerden haber vermeye
gücü yetmez. Çünkü Allah-ü Teâla görünen misallerden münezzehtir. Anlattığımız
bu haberler ilim sahiplerine ulaşınca, onlara gerekir ki, ilim makamlarını
anlamaya çalışalar. Bütün rağbetlerini, oraya yönelteler, gerçek yüzünü
anlamaya bakalar. Teveccühlerini daha ötelere aşıralar... Daha yükseklere
varalar. Daha ilerisi ledünnî ilme ereler. Anlattığımız halleri inkâra
sapmadan, zatî olan ehâdiyet makamını bulmaya, irfan sahibi olmaya bakalar.
RABITA VE FAYDASI
Rabıta ve onun keyfiyeti... Rabıta zikirden üstündür. Zira
rabıta, şeyhin suretini düşünüp, düşünce şeridinden geçirmektir. Böyle olunca
da rabıta, mürîd için zikirden daha faydalı, daha münasibdir. Çünkü irşad
makamında olan şeyh, Cenab-ı Hakk'a vâsıl olmakta müridi için bir vâsıtadır.
Mürid şeyhiyle gönül münasebeti kurup arttırdığı nisbette, içinde feyiz
kaynakları artar ve böylece yakın bir zamanda arzusuna erişir.MO halde müride
gereken, önce şeyhinde yok olmak, sonra da Allah-u Teâla'da fenâ bulmaya vâsıl
olma imkânını elde etmektir. Allah daha iyisini bilir!.
GAVS-I AZAM (K.S.) HAZRETLERİ’NİN AKİDESİ
Hamd o Allah'a ki, nicelik ve niteliği O nitelemiş ve
kendisi nicelik ve nitelikten pak ve münezzeh kalmıştır. Zaman ve mekânı O
yaratıp meydana getirmiş ve kendisi zaman ve mekân kaydından pak kalıp, izzet
ve şerefle saltanatını kurmuştur, (îlmiyle, kudretiyle, rahmet ve inâyetiyle)
her şeyde mevcud olmuş ve fakat zarfiyetten münezzeh ve mukaddes kalmıştır. Her
şeyin yanında hazır olmuş ve fakat bir şeyin yanında mekân tutmaktan çok yüce
kalmıştır.
"Allah nerede"dir, dersen, onu mekânla talep etmiş
olursun. "Allah nasıldır ve nicedir" dersen, O'nu nitelik ve
nicelikle talep etmiş olursun. O'nun hakkında "ne zaman?" dersen,
O'nu zaman kavramıyla kayıtlamış olursun! O'nun hakkında "değil"
tabirini kullanırsan, O'nu var oluşluktan ta'tîl etmiş olursun. O'nun hakkında
"niçin" tabirini kullanacak olursan, melekûtiyyet konusunda O'nunla
çatışmış olursun. O'nu tenzih ederiz; öncelik O'na hastır, hiçbir şey O'nun
önüne geçemez. Sonralık da O'na hastır; sonralığa ilhak edilemez. Benzerlikle
kıyas olunmaz; hiçbir şekil yakınlığıyla nitelenmez. Eşlik ve çiftlikle
vasıflanmaz ve ayıplanmaz. Cisimlikle tanıtlanmaz. O'nu tenzih ederiz, O'nun
şanı yücedir; eğer O, bir şahıs olmuş olsaydı, kemiyyeti bilinmiş olurdu. Cisim
olmuş olsaydı, bir takım organlardan meydana gelmiş olurdu. Putperestleri
reddederek deriz ki: Allah Bir'dir; hiç bir şeye muhtaç değildir; bütün eşya
O'na muhtaç bulunuyor, çünkü O SAMED'dir. O'nun dengi ve benzeri yoktur; O'na
benzerlik koşanları reddederiz. Gizli, açık, karada, denizde hayır olsun şer
olsun hiç bir şey O'nun iradesi dışında hareket edemez, her şey O'nun yüksek
iradesiyle hareket eder. Böylece Kaderiyye Mezhebi mensuplarını reddediyoruz.
O'nun yüksek kudreti hiç bir şeye benzemez; hikmetine bir son ve sınır olmaz;
böylece Hüzeliye Mezhebi mensuplarını reddediyoruz. O'nun koymuş olduğu hukuk
vacibdir. Delil ve hücceti doruğuna yükselmiştir. Hiç kimsenin O'nun üzerinde
bir hakkı yoktur. Bu bakımdan hiç kimse O'ndan bir hak iddia edemez. Bununla
Nezzamiyye Mezhebi mensuplarını reddediyoruz.
Allah adil'dir, hükümlerinde asla zulmetmez. Sadık'dır,
haber verdiği hiç bir şeyde döneklik yapmaz. Öncesi olmayan bir söz ile
konuşucudur. Onun sözünün başka hiç bir yaratıcısı yoktur. Kur'an'ı indirip en
güzel konuşanları acze düşürmüş ve böylece Muradiyye Mezhebinin hüccetlerini
çürüğe çıkarmıştır. Rabbimiz ayıpları gizler; günahları bağışlar, tevbe
edenlerin tevbesini kabul buyurur. Bir kişi günahına dönecek olursa, geçmişteki
günahları (eğer tevbe edip bağışlanmışsa) tekrar dönmez. O, bağışladığı şeyi
geri döndürmekten münezzehtir; haksızlık ve zulümden uzak, her türlü
adaletsizlikten mukaddestir.
Biz inanıyoruz ki, Allah, mü'minlerin kalblerini bir araya
getirip uyumlu kılmıştır. Kafirleri de sapıklıklarıyla baş başa bırakıp akl-ı
selîm ve iradenin kapısını açık bırakmıştır. Bununla Hişamiyye Mezhebini
reddediyoruz.
Biz tasdîk ediyoruz ki, bu ümmetin fâsıkları, Yahudi,
Hıristiyan ve Ateşperestlerden hayırlıdır. Bununla da Ca'feriyye Mezhebini
reddediyoruz. Ve biz ikrar ediyoruz ki, O, hem kendini, hem de başkasını
görüyor ve O her sesi duyuyor. En gizli hal ve düşünceleri görüyor. Bununla
Ka'biyye Mezhebini reddediyoruz. Halkı (yaratıkları) en güzel fıtrat üzere
yaratmıştır. Onları kabir çukurunun karanlığına birer fani olarak çevirmiş ve
ilk yarattığı gibi onları tekrar diriltip hayata döndürecektir. Bununla
Dehriyye Mezhebini reddediyoruz.
Hesap günü insanları ve diğer, canlıları bir araya
toplayacağı gün, dostlarına (rahmet ve mağfiretle) tecellî eder. Dostları da
O'nu dolunayı görür gibi görürler. O, o gün perde gerisinde kalmayacak.
Mu'tezile'den rü'yeti inkâr edenleri reddediyoruz. O, nasıl olur da dostlarına
görünmez, perde gerisinde durup onları hesap alanında bekletir? Bu hususta
O'nun kadim ve ezelî va'dleri vardır. Va'dlerini mutlaka yerine getiricidir. "Ey
itmi'nane ermiş ruh, dön Rabbine, sen O'ndan razı, O senden razı olarak; haydi
gir kullarımın içine, gir cennetime!" (Fecr, 28)
Sen cennetlerden huri nîmetiyle hoşnud olacağını mı
zannediyorsun? Cennet bahçelerinde sündüsten yapılmış bir giy-siye kanaat
getireceğini mi sanıyorsun? Mecnun Leyla'sız nasıl ferah bulup huzura
kavuşabilir? Amber kokusunu almadan onu sevenler nasıl eğlenip rahat
edebilirler? Bir takım cesetler ki, ubudiyyet tahkîkinde erimişlerdir. Allah
katında yer almakla nasıl nîmetlenmiş olmazlar? Karanlık gecelerde uykusuz
kalmış bir takım gözler, Allah ile ünsiyet müşahedesine erişince nasıl lezzet
almazlar? Bir takım gönüller ki, sevgi sütleriyle gıdalanmışlar, nasıl olur da
Rabbanî şerbetle sulanmazlar? Bir takım ruhlar ki, beden şehrinde
hapsedilmişlerdir; nasıl olur da kudsî bahçelerde gezip tozmazlar? Oranın yüce
yerlerinde eğlenmezler? Oranın susuzluğu giderici sularından içmezler? O günü
nasıl tasvîr edelim, aşın derecede olan aşk ve şevki nasıl anlatalım? Aşıklar
hakimi o gün arz-ı endam edecek, açıktan kendini gösterecek ve bu davayı O
halledip hükme bağlayacaktır.
O gün Mevlâsının hitabına mazhar olan, tahiyyat ile söze
başlayacak; Mevlâsı da onu Cennet-i Adn'e buyur edecek. Ama bir takım kimseler
Cennete girmek istemeyecek, Rablerinden başkasına bakmayacaklarına and
verecekler ve Ondan başkasına niyet bağlamayacaklar; varlık âleminden hiç bir
şeye razı olmayacaklar; hem onların arzuları aşağı nesneler de olmayacak. Onlar
hayatın lezzetinden ancak, övgü değer vuslatın hazzını almak için hicret
etmişlerdi. Bu yüzden onlara ebedî rahatın kadehini sunucular şerbetler
sunacak, öyle şerbetler ki hem katıksızdır, hem de yumuşak. Buna hasret olanlar
üzerinde çevrilip, açıktan açığa takdim edilince, sabah akşam onları çepçevre
kuşatınca, onların şadilik ve iştiyaklarını arttıracak, göz ve gönül doldurucu nurlarına
doğru heveslerini çekecek. Rabbim, Senin Hakk ismine and olsun ki; Senin
cemalini görmeyen bir göz herhalde şakiydir (bedbahttır). Rabbim, kendi
güzelliğinle Sen bütün aşıkları öldürdün. Sana olan gönül arzusu hakkı için
senin emrin altında bulunanlara merhamet ve şefkat et! Öyle gönüller ki, şevk
ve istekle Sana yönelip eriyorlar. Sana olan aşkları sebebiyle onlarda bir
bakiyye kalmadı.
Şüphesiz ki, Rabbim ben Senin aşkından yana bir vasiyet
üzere bulunuyorum; Sana kavuştuğum gün asla umutsuzluktan endişe etmiyorum. Ya
ilahî! Senin atıfetlerin hatalarımızı silsin! Red nasıl olabilir kardeşlerim?
Seher vakitlerinde rabbanî anlar ve dakikalar vardır. Semavî işaretler, melekler
âleminden nefhalar vardır!
Bu mesele ve önermenin doğruluğuna delîl, kuşların ağaçlar
üzerinde davudî nağmelerle ötmeleridir. Ayrıca bağ bahçe aralarında kıvrıla
kıvrıla akan suların çağlayan sesleri, esen rüzgarların dokunup raks ettirdiği
ağaç dallarının sündüs giysilere bürünerek çıkardığı gönül çekici nağmeleri de
buna delildir. Çünkü bunların, evet bu saydıklarımızın hepsi Allah'ın birliğini
dile getirip ifade etmektedirler.
Haberiniz olsun ey muhabbet ehli! Şüphesiz ki Cenab-ı Hak
seher vakti tecellî ederek şöyle seslenir: "Tevbe eden kimse var mıdır?
onun tevbesini kabul edeyim! Günahının bağışlanmasını arzu eden bir kimse var
mıdır? onun bütün hatalarını bağışlayayım. Benden bir bağış isteyen var mıdır,
ona nîmet ve bağışlarımı bolca vereyim!"
Uyanık olun ki, ruhlar kir ve pastan arınıp safileşince,
olanca güzelliğiyle ışık saçar, aydınlık verir; bir nice hallerde başına gelen
dert ve musibetler eşit bir doğrultuda ona çok kolay gelir. Hiç şüphe yok ki, o
ruhların gözlerinden akan yaşların kokusu, manevî ufuklarda misk kokusu
neşreder. Onlar (fena âleminde) bir takım ayrılıkların hasretine sabrettikleri
için, yüksek mertebelerdeki vuslata hak kazanmışlardır. Yine onların sözlerinin
ve haberlerinin sıhhati, dostlar tabakasında sened ve rivâyet kabul edilir.
Onlar sualsiz uçup gittiler; ihtiyaçları yerine getirilir. Sevgi hediyesi,
apaçık sabahlamıştır. Artık onun için, güzel kafiyeler neredesiniz? Onların
akidesi, Hanefî, Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezheplerinin usulü üzere idi.
Allah bizi ve sizi dinde ayrılık meydana getirip parçalanan,
dağılan kimselerden korusun. Ayrılığa düşenler, okun hedefi delip geçtiği gibi
dinden öylece gelip geçtiler; üzerlerinde dinden hiç bir eser görünmemektedir.
Cenab-ı Hak beni de, sizi de kendilerine cennette yüksek menziller verilen
altlarında ve üstlerinde ilahî füyuzatın eserleri görülen kullarından eylesin!
Allah'ım, rahmet ve afiyetini, halkın en şereflisi Muhammed'e ve onun hanedan ve arkadaşlarına indir! Onları saygı ve ta'zîmin en şereflisine has kıl! Onları çokça ve ebediyen, ardarda, yeni yeni esenliğe her sabah ve her akşam mazhar eyle!. Amin!.. Amin!.. Kaynak: Gavsül Azam Abdülkadir Geylani Hz. Sırrül Esrar (www.necatiaksu.net/dosya/sirrulesrar.htm)
Diğer İslami Kitaplara Göz At!