Huzur-u Aşk
Huzur-u Aşk; Ey kardeşim! Hakk Teâla sana aşk lezzetini tattırsın. “Allah’a sanki O’nu görüyormuş gibi ibadet et.” (Hadis-i Şerif) Hayalin sultanı bizzat “Sanki”nin kendisidir! İnsan sevgilisine, ancak onun suretini hayalinde husule getirince âşık olabilir. Böyle olmasaydı gözü, kulağı vb. gibi duyumları sevgilisinden uzaklaştığı zaman onunla olan alakası kesilirdi. İşte bu şekilde insan, maddi suret olmayan sevgilisini, gözüyle görmese de, sürekli hayalinde canlı tutarak sevgisini ve O’na olan iştiyakını canlı tutabilmektedir. Kısacası hayal, her sureti olmayana suret vermek ve ham de bu suret insanada sürekli tutmak suretiyle Allah (c.c.) ile kul arasında bir şekilde sevgi ve iştiyak alakası sağlamaktadır. (Muhyiddin Arabi Hz.)
Benden başkasına bakma, maksadın Zat’ım ise.”
Neşe-i insaniyye ancak fikri sahihdir. Sureti unsuriye nisbetle hayvandır. Fikir ise, cilve-i Rabbani olup, muhabbet-i ilahiyye ile oldukda kurb ve bud fikre hail değildir. Zaman ve mekân bu suret içindir. Bu vücud-u insani, anasırdan (hava, su, ateş, toprak) mürekkebdir, bir gün elbette fena bulur. Baki kalacak fikirden hâsıl olan vücud-u hakkanidir ki, ona “Vücud-u Muktesebi” diyorlar. Gaflet, sıfat-ı hayvaniyye vasfı olduğundan, gafil olmaya razı olmayasın ki “Hatta hayvandan da sapıktır.” (Araf 179) zümresinden olursun. O’ndan gafil olmak kadar büyük bir azap tasavvur edilmez. Cenab-ı Hakk: “En büyük azabdan önce, onlara mutlaka en yakın azabdan tattıracağız.” (Secde 21) buyurup, dünyada sevmediği kullarına “Yakın bir azabı tattırırım.” buyurarak, kullarına duyurmuştur. (İmam Efendi Hz.)
Ayrılığın ateşi her azabdan beterdir.”
Fakat ol kimse ki, sahib-i huzur ola, o da bil-fiil Cennettir ki, hem
Cennet’i Mev-ud’u bulur ve hem de Cennet i Zat’da olur. “Allah’ü Teâla’nın önceki Cennet’i vardır. Ona giren sonraki Cenneti
arzulamaz. O nedir? Ya Resulullah (s.a.v.) dediler. Cevaben: Marifetullah’dır, buyurdu.” (Hadis-i
Şerif)
Sanma onlarda nefh-i süra kadar, gam, keder, olur.”
“İnsanın kalbi, ya cehennem ya da cennettir. Kalp, yöneldiği şeyin sıfat
ve rengine bürünür. Hatta yöneldiğinin aynı olur.” (Niyazi Mısri Hz.) Yani
erbab-ı huzurun zevki, zat-ı Hak’la olduğundan, nakid (hazır) cennettir. Bu
dünyada onların gönüllerinde surun üflenmesine kadar ve ondan sonra da hüzün ve
gam olmaz demektir. Pes (O halde) vuslat ve müşahadenin manasını bu vech ile
bilip say edesiniz (çalışasınız). Ve vuslat etmedikçe rahat kalmayasınız. Ve
tarikatimizin hâsılı ise “Halvet de encümendir.” Yani zahirde halkla ve batında
huzur-u Hakk’la olmaktır. “Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe 40) ayet-i
celilesi bu sırra işarettir.
Bir ilimdir ol ki, cümle ilim ve irfan andadır.”
“Dünya insan için, insan da Allah için yaratılmıştır. İbadet edecek kadar şeriat öğrenmek kâfidir.” (N. Mısri Hz.) Sonra: Evrad ve ezkardan bir an hali olmayıp, sırren ve alenen bir dem Hakk’dan ayrılmaya razı olmayarak Zikr-i daimle daim olasınız ve saadeti sermediyye ve devlet-i edebiyyeyi bulup makbul-ü dergâh-ı izzet olasın. (İmam Efendi Hz.)
Bir bilinmez suret içre, padişahı âlem ol.”
Efdal-i amalin ilmi billah olduğu hadis-i sahihle sabittir. “İlm-i
billah” ise zat-ı bahtta müteveccih olup, kalpte huzur-u daim sahibi olarak
abd-i mahz olmaktır ve masiva talebinde bulunmamaktır. (İmam Efendi Hz.)
Malum u alinizdir ki istikametin fevkinde (üstünde) bir keramet yoktur.
Huzur-u meallahın bedelinde bir nimet olmaz. Tarikattan meram bu huzura
ermektir. Kalp, masiva ve ağyarı vesavis (kuruntular, vesveseler) ve
meşguliyetinden kurtulup fariğ ve hali kalmalıdır. Ve ayine-i kalp, bu küdürat
(kederler) ve jenkar-ı (kir) masivadan silip pak ve hali olduğu zaman, sırrı
müşahade-i Mevla’yı bulur. Hemen say edip bir an evvel bu nimeti itmam ederek
sahib-i temkin ve ehl-i nisbet olasınız. Ve bu esrar-ı kimseye faş eylemeyip
mektum (gizli) tutasınız. Ve yar-ü ağyara bakmayıp müşahade ve mücahadeden ırak
gitmeyesiniz. Ve halkı Halık’a
ısmarlayıp rahat kalasınız. Ve mümkün oldukça tatlı söz ile mahlûk-ı Hudayı
bu tarık-ı Nakşiye teşvik ve tergip edip, vech-i batınların sırf Cenab-ı Hakk’a
teveccüh ettiresiniz. (İmam Efendi Hz.)
Yerin kalbimde, öyleyse nerede gizleniyorsun?”
Hemen aramızda olan bağ ve nisbet-i manevi üzere fikrinizi zikr-i hakiki
olan huzur-u kalbe eriştirip. Vücud-u mevhumunuzdan mahv olmağa ve ehli huzur
olup temkin bulmağa himmet ve bezl-i kudret eyleyesiniz ki, tariki Nakşibendi
de “Hoş der Dem” (Her nefeste uyanık
olmak) ve “Yâd-Daşt” (hatırında
tutmak) ve “Ni gâh-Daşt” (unutmamak)
buyrulduğu budur. Ve bu tarikin niyeti, bu huzuru bulup, sahib-i saadet
olmaktır. Buna ıstılah-ı sahabe-i güzinde “ihsan” tabir buyurulmuştur. Ve
Muhsin olmakla insan memurdur. Ve dahi Cenab-ı Hak abdinden, zikr-i daim üzere
olmasını istediği malumunuzdur. Bu emri ilahi: “Unuttuğunda Rabbini (an) hatırla” (Kehf 24) ve dahi: “Rabbinin ismini zikret ve bütün varlığınla
O’na yönel.” (Müzemmil 8) ayeti celileleri ile ve dahi: “Ey Âdemoğlu! Beni zikir edince, Bana
şükretmiş olursun, unuttuğunda küfretmiş olursun.” Hadis-i Kudsiyle sabit
olmuştur. Malum-u saadetmendinizdir ki, bu vücud-i insani, anasırdan (hava, su,
ateş, toprak) mürekkebdir ki, bir gün muhakkak fena bulacaktır. Baki kalacak,
fikirden hâsıl olan huzur ve vucud-u hakkanidir ki, ona “Vücud-u müktesebi” derler. O halde, vuslat ve müşahade, sahib-i
huzur ve ehl-i temkin olmaktan ibaret olmakla “Allah’a koşun.” (Zariyat 50) ayeti kerimesi srrınca ve emri celili
mücibince derununuzdan Cenab-ı Hakk’a meyl ve masivadan firar eyleyesiniz ki,
tarikimiz de vuslat bu iki adımdır. Bir iraz ve bir ikbalden ibarettir.
Kesret-i suri vahdete mani değildir. Kesrette vahdet bu vecihte ele gelir. Yani
daima fikri ağyardan hıfz edip deruni tahliye eyleyesiniz ki, kalbin hulüvvü
(boşalma) zamanı huzur ve müşahadeyi Mevla ile olduğu zamandır. (İmam Efendi
Hz.)
Bu âlemde sahib-i huzur ve üns olmayıp ve
mahbub-u hakikisine erişmeyip ayrı kalanlar, o âlemde dahi mechur ve meyus ve
nar-ı firkatle mahsun olacakları mütefekkün aleyh dir (üzerine ittifak
edilmiştir) bilesin. Bundan artık dert olur mu? Bir kişi sevdiğinden ayrılıp
dar-ı fenadan akıbet onsuz, Cenab-ı Hakk’ın: “Bu dünyada a’ma olan kimse ahirettede a’ma dır.” (İsra 72)
buyurduğu bu uzaklığa yeterli tehdittir. İki âlemde de a’ma olmaya razı olmayıp
levh-i dilden nükuş-u masivayı silmeye ve huzur-u Hak’la olup vuslat eylemeye
ceht ve gayret eyleyesin.
Müehher ey pir-i pey ker görünmez anda didar.”
Külliyetle (bütün varlığınla) zat-ı Hakk’a meyl edip her an O’nunla
oldukta O’ndan gaflet eylemeyip huzur ve vuslatta olasın ve “Hoş der dem” (her
nefeste uyanık olup) ile mukayyed olup daima agâh bunup aklını nefsinle rapt
edesin. Ta ki cem-i evkatın zikr-i daimle geçe. Cenab-ı Hakk’ı bulanlar ve bilenler bu vecihle kendi derununda (içinde)
bilmiş ve bulmuştur.
Özündedir o define elinde tir-ü keman.”
Hz. Hak kimseden dür ve baid (uzak) değildir. Heman gönül âleminde O’nun
huzurundan gafil olmayasın ki, ayrılık senin varlığındadır ve tarikımızın
mebnası (yapısı, binası) “Halvet der
Encümen” dir. Zahirde vücudunla
kesrette olup var gözükesin ve batında huzur-u Hak’la olup, varlığı O’nun
bilesin. Ve tarik-i Hakk’ki, biz O’nun kat-ı saadetindeyiz, bir adımdan
ibarettir.
Diğer adımın varsın sevdiğinin köyüne.”
Mefhumunca, nefs üzerine bir kadem basıp, yok olduğunu bildik de, yok olan masivayı teemmül eylemez ve O
âdem de ki varlık O’nun olduğunu bilir ve huzur-u Hakk’dan başka bir fikri
olmaz. “Varlığın öyle bir günahdır ki başka günhlarla mukayese olmaz. (Hadis-i
Şerif) Meal-i münifince bu günah-ı terk eylemek talib-i sadıka emr-i ehemdir.
(İmam Efendi Hz.)
Kendi varlığını yok bilip, ancak Cenab-ı Hakk’ın varlığını isbat ile kalbinden bir nefes bile Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve seninle beraber bulunduğunu feramuş eylememeye gayret kılasın ve bu istikamet ve müchade den ayrılmayasın “Mücahade, müşahadenin tohumudur.” Tohum ekilmese yerden bir şey hâsıl olmaz. Ve bu dünyada körlükten kurtulup, nar-ı firkatta kalmayasın. Mirac-ı ruhaniyi bulmak ve arif-i Rabbani olmak ve şeref-i vuslata ermek huzuru meallahı kalbinden ayırmamakla kazanılır. Ve vücud âleminde varlığını Cenab-ı Hakk’ın varlığında ifna ederek her dakika gönlündeki huzurdan ayrılmaz isen, nail-i şerifi vuslat olursun. “Vuslat-ı candır ancak hilkat-ı candan garaz.”
Mazi ve müstakbele bakmayıp bulunduğunuz zamanda gönül huzurdan gaflet
eylemeyesiniz. Dünya işleri, buz üzerindeki yazıya benzer. Gelir, gider. (İmam
Efendi Hz.)
Kim ki, varlığından geçip kendi varlığını
bilmedi, yüz senede yaşasa erbab-ı buluğ addolunmaz.
“Men arefe” den sebk al, sonra gark-ı irfan it.”
“Li ma Allah” Benim Allah ile öyle bir anım vardır ki!
(Hadis-i Şerif) İşte O an tüm zaman durur, saniye içinde binlerce yıl yaşanır,
an da olma halidir. An da nefes alma halidir. İşte O zaman da zaman yoktur, O
mekânda mekân yoktur, Nerede ve Nasıl yoktur. (Hallac-ı Mansur Hz.)
Günlerin devirlerin aslı, merkezi ve ruhu Cenab-ı Hakk’ın “O, her an
başka bir şandadır.” sözü ile işaret buyurduğu (An) günüdür. Bölünemeyen tek
zamandan ibaret olan An’a itibar et. Bu an, daima hali üzeredir. Aslı değişmez “Rabbin indinde sanbah, akşam yoktur” (Hadis-i
Şerif) Kime zamanın sırı açılırsa Kur’an’ın ruhu açılmış olur. Zamanın
mertebeleri olduğu gibi mekânın da mertebeleri vardır. Bunlardan kimi kesif
kimi daha kesiftir. Kimi latif, kimi daha latifdir. Zamanın bir de berzahiyyet
(ara) mertebesi vardır ki cinlerin ve şeytanların ve bazı ruhların
mertebesidir. Soyut manaların ve tecellilerin soyut bir günü vardır. Bir de
mütehayyız (cisim) lere mahsus mukayyed gün vardır. Demek zaman, soyutla soyut
mütehayyız (yer kaplayan kısım) la mütehayyızdır. Bu makamı gören der ki: Âdem
(a.s.) zamanından bu zamana gelenler, biz ve kıyamete kadar gelecek olanlar
hapimiz biziz “Biz sonrakiler ve öncekiler” hepsi bir tek An’dan ibarettir.
Bütün mekânlar içinde durum aynıdır. Hâsılı o makamda isimlerin ve sıfatların
tekabülü yoktur. Zamanın değişmesiyle “an” değişmez. Mekânların değişmesiyle de
“mekân” değişmez. (Niyazi Mısri Hz.)
“Zahir görünüşün yok itibarı,
Kalpte olmamalı siva tozu.”
Zat-ı ilahiyeyi akla ve hayale gelen misal ve süverden münezzeh bilerek “Nerede olursanız O, sizinle beraberdir.”
(Hadid 4) ayeti celilesi sırrınca hemen ve her zaman varlığı yok bilip O’nun
varlığı ile gönlünüzü O’nun huzurunda bulundurmalısınız. Nuru pak-i Hakk’ın ki
o huzurun gönülde temkin bulmasıdır. Ve o sayede mearif-i ilahiye ve ulum-u
ledunniyye ayine-i ilahi ve mazhar-ı Rabbani olan kalpten tulü ve sutü
eylemesidir (parlaması). İnşaallah sizin gönlünüzde de o nur tulü edip ol
vecihle Hakk’ı Hak’la şühud edesiniz. Nefsin hilelerine ve desiselerine
aldanmayıp tevhid-i Hak olan huzurdan bir an ayrılmayasın ve vücut varlığını
büyük günah bilip tevhid ile bir kere nefiy edip, enaniyyet belasından
kurtulasın. Masiva ile gönlün meşgul
olması varlıktan gelir. Bunu da ehl-i hakikat, Hak’tan başkasına tapınma diye kabul
etmişlerdir. Vel hâsıl tarikat rah-ı karipdir ki, iki hatveden belki bir
nefesten ibarettir. Gönlün gayrı Hakk ‘dan iraz ettirip, zatı bahta teveccühde
bulundurulması ve bir dahi efkâr-ı masiva-yı kalbe sokmayıp huzur-u Mevla’ya
meluf (alışılmış) edilmesi. Zaman-ı Zat-ı Hakk’a vuslat zamanıdır diye kabul
edip afak ve ağyar-ı fikirden bırakıp Zat-ı Haktan ve vuslattan bir an münfek
olmayasın.
Sadıklara vuslat var, ru’yet dileyen gelsin.”
“Vahdet şarabın kim içe, fani ala-iktan ol geçe.” “Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad 28) ayet-i kerimesi sırrınca zikr-i hakikiyye devamla gönlünü huzur-u ilahi ile mutmain kılasın ve bu huzur ve vuslata ermeyince bir nefes aram ve rahat etmeyesin. (İmam Efendi Hz.)
"Huzur bütün ibadetleri ruhudur!”
Huzur meallah ile gafleti masivadan olduğu zaman bir sırada kalbinin
ötesinden onu Allah’tan başka bir düşünce aldatır, meşgul ederse o kimsenin
hasmı Allah’tır. Bu tıpkı şuna benzer mesela padişahın meclisinde, yüzünü
padişaha çevirerek oturmuş bulunan kimseyi, arka tarafından birisi meşgul
ediyor. Bu takdirde padişah o adamın bu lauballiğine kızmaz mı? (Niyazı Mısri Hz.)
“Âşıklık kavuşandan başkasında olmaz”
Kişi unutmak istemedi ama elinde olmadan unuttu, o zaman şu mübarek kelime ki “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi” dediği anda arada unuttuğu zaman dilimi ortadan kalkar. Yani hiç unutmamış olur. (M. Mazhar Efendi Hz.)
“Allah, hakkı söyler ve O, (doğru) yolu gösterir.” (Ahzap 4)