Huzur-u Sır Hak İle Kul Arasındaki Sır
Huzur-u Sır Hak İle Kul Arasındaki Sır;Ey kardeşim! Bilesin ki, bu kesret ki âlem-i tahsildir ve dar-ı vuslattır. Bu menzil kadrini bilip, niçin gönderilmiş olduğunu anlayıp iki kanatlı olmanıza himmet edesin. Sermaye-i ömür elde iken dil hanesinin masivaullahdan tahliyesiyle (boşaltmasıyla) huzur-u meallah nuruyla süslenmesine ve tecellisine say ve gayret kılasın. Bir nefes bile gaflete razı olmayasın. Ahlak-ı ilahi ile tahalluka bezl-i makdur eyleyesin. Sıbğatullah’ı boyanasın. Huzur-u meallah sırrı dilde meleke olup, rüsuh bulursa, bir daha armağa muhtaç olmazsın. Ve O’nunla görüp, işitip bir dem O’nsuz kalmazsın. Devlet-i ebediyye ve saadet-i sermadiyyeyi bulmuş olursun ve mebde ve meadın sırrını bilip “Onlara korku yoktur.” (Yunus 62) zümresine dâhil olan insan-ı kâmil olmuş bulunursun. Layık olan budur ki;
Acep güzel reviştir, arif ol, divane sansınlar.”
Tavrıyla hareket edip “Halvet der encümen” cilvesiyle zevkyap olmayı rube-i hulasa-ı
ehass-ül-havas bilesin. (İmam Efendi Hz.)
Marifet-i nefs, mucib-i marifet-i Rabb
olduğu malumunuzdur. Maksud bizzat bu âlem-i kesrette marifettir, yani marifet
tahsili yeri bu dünyadır. Marifet-i nefs, varlığını fani ve yok bilip, masivayı
zikir nuruyla gönülden silip tahliye etmek ve huzur-u meallah nuruyla
süslenmektir. Yani tevevvüh-i külli meylini ve kalbini akla gelen hatıranın
cümlesinden münezzeh ve mukaddes olan Zat-ı Baht-ı Mutlak’ın huzur sarfına
verip müteveccih olmak ve bu suretle Rabbi bilmek ve bulmaktan ibarettir. (İmam
Efendi Hz.)
Nazargahı Hüda olan ve Arş-ı Mevla bulunan
hane-i dil ki, Halvet hane-i Hakk’dır, onu efkâr-ı gayriden hali kılmaya himmet
buyursanız ve vuslat bu nimet oldğuna yakin ve itimat kılıp ona göre dikkat ve
gayret kılasınız.
Böyle canın ki gam-ı aşkla dağı vardır.”
Maada-yı ilahi olan taayyunat-ı (meydana
çıkmalar) afaki bir nakış, bir ayettir. Vücut ve âdemi ayettir. Âdem-i
vücut-nüma bir cilveden (var görünen bir yokun görüntüsünden) ibadettir. Şu
halde, var gibi görünen nakşa gönül bağlamak iktiza etmez. Belki Nakkaş-ı
hakiki bu nakş ve resmi ayine-i zat yapıp, ibad-ı karşısına vaz eylemiştir
(koymuştur) ki, baktıkça nakkaş-ı hakikinin varlığı, muhabbeti, büyüklüğü ve
huzuru dilde tezahür edip karar kıla ve sahib-i temkin olup miratiyett-i kurba
erip, “Onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerde.” (Yusuf 62) ye vasıl ola.
Ve erbab-ı beka ve lika olarak hayat-ı ebediyye bula. İşte hakiki olan erbab-ı
basiret her birşanda huzur-u Hakk’la olmakla zevk-i daim hâsıl eder.
Ayrılıp dar-ı fenadan akıbet onsuz ola.”
Kişi neye müteveccih hayat sürerse, ona
müteveccih ölür ve onunla haşr olur. Hz. Hakk üzerine bir şey tercih eylemek en
büyük zulümdür. (İmam Efendi Hz.)
“Bir gün, Rasulullah Efendimiz (s.a.v) Hz. Ali (r.a) ile sohbet ederken, kimseye anlatmaması şartıyla ona ilahi aşkın sırlarından bahseder. Hz. Ali, Efendimiz’den öğrendiği sırların ağırlığı altında adeta ezilir. Taşıyamaz olduğu bu hal onu alır, Medine şehrinin dışına kadar götürür. Ne kadar zamandır yürüdüğünü bilmediği çölde, yolu suyu çekilmiş bir kuyuya varır. Gönül dünyasına akmaya devam eden ilahi sırlar benliğine sığmaz olduğunda Hz. Ali dayanamaz artık, feyiz ve muhabbetle bezenmiş duygularını kupkuru kör kuyuya döker. Hz. Ali’nin dilinden dökülen sırların güzellikleriyle dolan kuyu da coşarak deruni bir heyecanla sel olur taşar. Taşan suların bereketi ile kuyunun etrafında bir bir kamışlar boy verir. Aradan günler geçer ve kuyunun başına bir çoban gelir. Kamışlardan birini keser. Kestiği kamışın gövdesine çeşitli yerlerinden delikler açar. Sonra dudaklarına götürüp üfler. Çoban nefesini verir vermez kamıştan âşıkane inleme ve feryat sesleri yükselmeye başlar. Kamış her işiteni hayran bırakan seslerle birlikte ününü de yaymaktadır. Efendimiz, kalbe vecd ve heyecan veren bu sesleri duyunca işin aslını anlar. Hemen Hz. Ali’yi çağırıp “Sana anlattığım sırrı açıkladın mı?” diye sorar. Hz. Ali “Evet, ya Rasulallah! O yüce sırrı kalbime sığdıramadım. Suyu çekilmiş bir kuyuya söylemeye mecbur kaldım” diye cevap verir.” Mevlana’nın anlattığı bu hikâyeye göre o kuyunun etrafında uzayan kamışlar “ney” diye bilinir.
Cüneyd-i Bağdadi
Hazretleri’nin de belirttiği gibi: “Allah onları önce rûh-i mücerred olarak
yarattı. Ezelde, ezel için mevcûd olanlar o kimselerdi ki, bildiğimiz bu
dünyadaki vücûdlarına gelmişlerdi. Bunlar beşerî varlıklarından geçip (fenâ)
‒ezeldeki gibi‒ tekrar rûh-i mücerred hâline gelerek Allah ile bâkî olurlar. O
zaman onları Rabbânî sıfatlar, ezeliyet eserleri, deymûmet alâmetleri ihâtâ
eder. Allah bu sıfatları onlarda izhâr eder ki onları bu dünyâdan geçirsin ve
orada bekālarını devâm ettirsin, gayb ilmine muttalî kılsın, pek kapalı gizli
ilmini onlara göstersin ve onları kendisiyle cem’etsin. Kendisiyle cem’ettikten
sonra onları kendisinden ayırır ve (onlara kendi ferdiyetlerini geri verir.)
Cem‘ hâlinde onları (dünyâdan) kaybeder; tefrika hallerinde onları (dünyâya)
getirir. Bu suretle gaybları (Allah’ta yok olmaları) dünyaya gelmelerine,
dünyada var olmaları da Allah’tan kaybolmalarına sebep olur. Ve ikinci defa o
hâli kaybedip beşeriyete dönmenin ıstırabı ile içinde daima inlerler. Cisimler dünyevî olsa da ruhlar nuranidir
ve ruhların vatanları gayb âlemindedir. Rûh beşerî kayıtlar altında kaldığı müddetçe hasret ve ıztırab içinde
kalmaya devâm eder.” (Risailü’l Cüneyd)
Ruhlar âleminde Hak ile olunan ahd ve mîsâkı
bu “âlem-i kevn ve mertebe-i nâsûta nüzûl eden” insan gaflet ve şehvet
sebebiyle unutur. Bu sebeple “yâd-kerd” kelimesi vakt-i elestte yapılan ahd ü
mîsâkı dâimâ hatırda tutmaya işaret eder. (Lemeât-ı Nakşbendiyye - Köstendilli
Süleyman Şeyhî)
“Kulun Allah Teâlâ’nın huzûrunda bir hayâlet
ve karaltı gibi olması, İlâhî kudretin ahkâmının mecrâsında Allah’ın tedbir ve
tasarrufunun üzerinde cârî olması, bu hâl içinde tevhîd deryâsının dalgaları
içinde boğulması, böylece nefsinden, halkın onu kendi işleri için davet
etmelerinden ve buna cevap vermekten fânî olması, bu fenânın Hakk’a yakınlık
(kurb) makāmında Allah’ın vahdâniyet ve vücûdunun hakîkatine erişilmesi
dolayısıyla hâsıl olması, fenâ hâlinde Hakk’ın kuldan murâd ettiği şeyi bizzat
kendisi îfâ ettiği için kulun his ve hareketini kaybetmesidir. Yani kulun son
hâlinin ilk hâli durumuna dönmesi, olmadan evvel olduğu gibi olmasıdır.”
“nihâyet, bidâyete/başlangıca rücûdur/dönmektir - Kulun son hâlinin ilk hâline
dönmesi”ni elest âyeti bağlamında açıklayan Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerine göre
tevhîdin nihâî sınırı “kulun var olmadan önceki hâli gibi olması, Allah’ın şu
an olduğu gibi daima bâkî kalmasıdır”.
El fenerini güneşe doğru tutarsanız görülmez. Görülmesi için bir karanlık yani yokluk gerekir. Bu yoklukta bizdeki emanet olan varlık vehmini kaldırınca gerçekleşir.