Tasavvuf; Nasıl Abdal (Evliya) Allah Dostu Olunur?
Nasıl Abdal (Evliya) Olunur? (Abdal, "bedel"in çoğuludur, tebeddül ile aynı köktendir; değişim, dönüşüm yaşayan ulu eren demektir. Bu değişim hem ruhîdir hem de bedenîdir. Abdallar, duası kabul olan kişilerdir; ama sıradan biri gibi görünürler.)
Hilyetü'l-Ebdâl İbn Arabi Hazretleri
Bize bilmediğimiz şeyleri ilham edip öğrettiği için Allah'a
hamdolsun. Allah’ın üzerimizdeki inayeti büyüktür, tartışılmazdır. Şerefli
efendimiz Hazreti Muhammed’e selam olsun; en büyük makamda sözün en derli toplu
ve kalıcı olanı ona verilmiştir. İmdi ben Peygamber'in amcaoğlu olan Abbas'ı[n
kabrini] ziyaret etme münasebetiyle gittiğim Taif'te [h.] 592 yılının
Cumadelulâ ayının 12. gününde (13 Nisan 1196) Pazartesi akşamı el-Miye'nin
evinde istihareye yattım; Rabbime “ hayırlı bilgiler nasip et" diye
niyazda bulundum. İstiharemin sebebi, Harranlı Ebu'l-Ganâim'in azatlısı olan Habeşli
arkadaşım Ebû Muhammed Abdullah bin Bedr ile Tilimsanlı Ebû Abdullah Muhammed
bin Halid Sadefî’nin (Allah her ikisini
de doğru üzerinde muvaffak kılsın) şu mübarek ziyaret günlerinde ahiret için
faydalı olacak bir şeyler" yazmamı istemeleridir. Hemen bu gece Allah'tan
hayırlı [ilhamlar] murat ettim ve su fasikülü yazıp "Hilyetü'l-Ebdâl' diye
adlandırdım. Bu hilyeden zuhur eden bilgi ve derin haller o iki arkadaşıma ve başkalarına
saadet yolunda azık olsun; [müridin] iradesinin tüm renklerine ve dallarına
açılan bir kapı olsun istedim. Varoluşu yaratandan destek ve yardım isteriz.
1- Giriş: Hüküm hikmetin sonucudur. Bilgi, marifet [denen
derin araştırma ve tahkikin] sonucudur. Hikmeti olmayanın hükmü geçerli
olmamalıdır. Yaratanı hakkıyla bilerek yargıda bulunan daima diktir, ayaktadır,
pörsümez. Allah’ı hakkıyla tanıyan daima tefekkür halindedir. Bilgili olan
hâkimler “Lam” harfindendirler. Ârif olan hikmet sahipleri ise "Bâ"
harfindendirler.
2- Zuhur Öncesi durum: Zahidin ihtiyacı dünyayı terk
edebilmesiyle gerçekleştiği, mütevekkil tüm işlerinde efendisi olan Allah’a güvendiği,
mürit sema ve vecd ile huzur bulduğu, abid, ibadet ve zorluklara katlanmayla tatmin
olduğu; hikmet sahibi arif Hakk’a yönelerek kendini gerçekleştirdiği (aslına
rücu ettiği) manevi hüküm ve güç sahibi âlimler Hakk’ın gayb hazinesinde eriyip
yok oldukları için, onların nasıl bu hale geldiklerini hiçbir âlim, hiçbir
mürid hiçbir abid tam olarak bilemez. Onların bu haline hiçbir mütevekkil ve
zahid de gereğince tanık ve vakıf olmamıştır. [Hiçbiri, kendi halleri hususunda
hakiki şuur sahibi olamadılar] Zahidin dünyayı terk edişi elbette bir bedel
içindir, mütevekkilin tevekkülü maksadını elde etmek içindir, müridin vecdi ve coşkusu
ruhundaki sıkıntıları defetmek içindir, abidin zorluklara katlanışı Hakk’a
yakın olmak içindir. Arifin amacı ise Hakk’a buluşmadır. Hak ancak tüm
çizgilerini, resmini, ismini ve hüviyetini imha edene yansır. Marifet ve tüm diğer
derin nitelikler alfabedeki harflere benzer; hepsi de bir başka şey için vesiledirler,
işarettirler. İsim, çizgi ve resim gibi şeylerin tümü, gözün saf gerçeği
görmesini engelleyen sebep perdesidirler; ışığı gölgeleyen yapraktırlar.
Eğer oluş / oluşum öne çıkmasaydı hakiki zat (el-ayn) tüm çıplaklığıyla
zuhur ederdi. İsimler olmasaydı, sadece isimlerin sahibi belirgin hale gelirdi.
Sevgi olmasaydı kavuşum / kabz daimi olur, [varlık hiç
zuhura gelmezdi].
Kavuşumun hazzı / nasibi olmasaydı sadece mertebeler egemen
olurdu.
Hüviyet olmasaydı enniyet ["ben" olmak] zuhur
ederdi.
"O" olmasaydı, "Ben" ortalığı kaplardı.
"Sen" olmasaydı, bilinmezlik fermanı her yere
duyurulurdu.
"Anlamak / anlaşılmak" olmasaydı,
"bilme"nin iktidarı tek ceberrut olurdu.
Bu karanlıklar dağılıp fena (yokluk) halinin ince
kırıntıları uçuşunca içime su beyitler ilham edildi:
“Sonsuz varlık yansıdı, senin gönlüne
En derin kuyularından, ezelin ve ebedin
Gözler görmekten aciz kalıp perdelenmisse
Bir mesel bu sadece, ama sebebi sensin.
Kalbin kanat çırptıgı kafeste tek gerçek,
"O"nu onda görenin fani olmayacagıydı,
Ve mesaj, kelâm gömlegiyle, bilgiyle sarılıydı,
Göründü isaret tasları zirvede, yer ve zamanın.”
3- Abdülmecid bin Seleme'nin abdal oluşu: Endülüs'te
Mersanetü'z-Zeytun'da Allah'ın ermiş kullarından biri vardı Abdülmecid bin
Seleme adında. Onu tanırdık; çocuklara Kur'an öğretir, fıkıhtan anlar,
hadisleri ezbere okur, Hak sevgisiyle dopdolu olduğu her halinden belli olurdu.
Yoksullara yardım etmekten geri durmayan bu mütevazı kişi bir gün bana şunları
anlattı, Allah onu doğruda baki kılsın: "Bir gece her zamanki gibi bir
miktar Kur'an okuyup seccademde sakin bir şekilde oturmuş, basımı dizlerimin
arasına koymuştum; Allah'ı anıyordum. Ansızın garip bir kuvvetin seccadeyi
altımdan çektiğini hissettim. Bu garip kişi hemen bir hasır buldu ve seccade
yerine bu hasırı sererek;
- Bunun üzerinde namaz kıl! Dedi. Evimin kapısı sıkı sıkı
kilitliydi; onun nasıl buraya girdiğini anlamamıştım, korktum ve tir tir titremeye
başladım. Ansızın seslendi:
- Allah’la dost olan, hiçbir şeyden korkmaz. Devam etti:
- Her zaman sadece Allah’tan çekin. Sonra sakinleştim, bana
cesaret geldi ve ona dedim ki:
- Efendim, abdal nasıl abdal olur?
- Ebû Talib Mekkî'nin Kûtu'l-Kulûb kitabında bahsettigi gibi
dört asamadan geçmekle kişi ruhen olgunlaşıp abdal olur. Dile hâkimiyet, mideye
hâkimiyet, uykuya hâkimiyet. Bu sözleri söyledikten sonra döndü gitti, nasıl
eve girdiğini, nasıl çıktığını asla anlayamadım. Ama kapıya baktığımda hâlâ
açıktı. Onun bıraktığı hasır ise altımdaydı! Tüylerim diken diken olmuş vaziyette
ardından bakakaldım!” Bu adam abdal tayfasındandı ve ismi Muaz bin Esres idi.
Onun bahsettiği dört esas, yolumuzun temel direkleridir. Kimin ayağı kayar da
ana esaslara dikkat etmezse kendini kaybeder; Hakk’a giden yolu bulamaz.
4- "Sumt": Dile hâkim olmak: Dile hâkim olmak yani doğru
zamanda susmak, iki kısımdır. Allah'tan başkasıyla, Allah'tan başka bir şey konuşmamaktır.
Bu, zahiri olarak mâsivâdan tamamen kopabilmek demektir. Esas sumt, kalbin her
türlü düşünceden, boşaltılmasıdır. Mutlak surette sükût herhangi bir olay, kişi,
şey hakkında bile kalpten bir şey geçirmemeyi başarmaktır. Kim ki diline hâkim
olur da kalbine hâkim olamazsa onun sorumluluğu azalmış ama yok olmamıştır. Daha
ermemiştir, hamdır o. Kim ki hem dili hem kalbi derin sükût haline erişmişse o,
kendi ruhunun sırlarına vakıf olmaya başlamış demektir ve Rabbi ona tecelli
eder. Kim ki kalbini sükûta erdirmiş ama diline konuşma hakkı vermişse hikmet
lisanıyla konuşma seviyesini tercih etmiş demektir. Kimde ne diline ne de
kalbine sükût dizgini takmamışsa şeytanın maskarası olur; ruhunu şeytanın memleketine
çevirir. Dile hâkim olmak umum halkın mertebesidir, hakikat yoluna ilk
koyulanlar da böyle yapar. Kalbe hâkim olmak, yüce tecellilere tanık olan
mukarreb (Hakk’a yakın olan) kişilerin halidir. Yücelme yoluna koyulan
saliklerin sükût hali, manevi afetlerden uzak durmaktır. Mukarreb kişilerin
sükût hali ise, Hakk’a yakın olmanın verdiği hazzı derin bir sükun içinde
yasamaktır. Kim ki bu anlamda suskunluğu tüm hallerinde yaşarsa artık o sadece
Rabbiyle baş başa kalmayı basarmıştır. Aslında susmak, özellikle de iç konuşmaları
defetmek insan için imkânsızdır. Bu yüzden, hiç olmazsa, mütemadiyen başka
varlıklarla kurduğu diyalogun bitmesinin hemen ardından Rabbiyle diyaloga
geçerse bu durum, kendisi için daha hayırlı olur. Kurtuluş yolunun kapısını
aralar. O artık konuştuğunda doğruyu söyler, çünkü kendini Rabbinde fani etmiştir;
sanki Rabbinin tercümanı olmuştur. Kuran'da söyle buyurulur: "O kendi arzu
ve hevâsıyla konuşmadı!" (Necm Sûresi 3). Doğruyu konuşabilmek, doğru
dilekte bulunmak, yanlışı söylememekten, yanlış şeyi dilememekten geçer.
Esasında Hak dışında bir şeyle konuşmak her hâlükârda sakıncalıdır; konuştuğunda
Allah'ın [tecellilerini] bulmamak başlı başına kötüdür. Rabbimiz buyurdu:
"Onların çoğu fısıltılarında hayır yoktur; ancak sadaka vermeyi, iyilik
yapmayı veya insanlar arasını düzeltmeyi isteyenler hariç." (Nisâ Sûresi 114)
Bu durumun tam yetkinleşmesi ile ilgili olarak söyle buyurulur: "oysa
onlar Hakk'a tapan, Allah'ı birleyici olarak dini yalnızca Allah'a tahsis edip
ona ibadet etsinler diye emrolunmuşlardı…” (Beyyine Sûresi 5) Sumt hali, vahiy
türlerinden birinin makamıdır. Sumt, yani verimli sükût Hak bilgisini getirir
insana.
5- “Uzlet”: Yalnız kalma: Uzlet derin sükûtun merdivenidir. İnsanlardan
uzaklaşan adam, konuşacak kimse bulamayınca dilini terbiye etmeyi öğrenir. Yalnızlık
iki kısımdır: Müridlerin uzleti ki maddi yalnızlık demektir; başkalarından
fiili olarak uzaklaşmak demektir. Tamamen kalbin yoğunlaşmasıyla gerçekleşen ve
dış dünyadaki her şeyin kalpten atılmasıyla son bulan, derin kişilerin (muhakkiklerin)
uzleti. Onların gönlünde Hak (marifet) bilgisinden başka bir şey kalmaz. O
kendi kalbinde Hakk’ı müşahede eder. Yalnızlaşanların üç amacı vardır. Diğer
insanların muhtemel kötülüklerinden arınmak, kendisinin yıkıcı etkilerinden başkalarını
korumak -ki bu ilkinden daha yücedir- ve Hak ile dostluğu tercih edip tüm
masivayı boşamak. İkinci amaç birinciden daha yücedir demiştik; çünkü birinci
amaçta insanlara suizanda bulunmak, onları kötü saymak vardır; ikinci durumda
ise kişinin kendi nefsini muhasebe etmesi daha çok öne çıkar. Senin kendi
nefsin hakkında suizan etmen başkaları hakkında suizan etmenden daha iyi! Çünkü
sen kendini başkalarından daha iyi bilirsin. Ama yalnızlığı tercih edenlerin en
yücesi, Rabbinin dostluğunu tercih ederek inzivaya çekilenlerdir. Kim, Rabbinin
dostluğunu amaçlayarak yalnızlaşırsa kimse onu bilmez, Hak tarafından ona
verilen ruhi sır ve yeteneklerden kimse haberdar olmaz. Yalnız kalma isteğinin
bir kalbe yerleşmesi, iki basamakta gerçekleşir; önce bir "yabancılaşma"
gereklidir. Yabancılaşma, yabanıl kalma hissi, kişinin kopmak istediği hal ve şeylere
(masivaya) karsı tepki alışıdır. Sonra varmak, sığınmak istediği şeye doğru yanaşmak,
ilişmek, ünsiyet peyda etmek basamağı gelir. İnsanı gönüllü ve huzurlu yalnızlığa
iten de budur. Yalnızlık, verimli suskunluğu zenginleştirir; ona katkıda
bulunur. Suskunluk, aslında yalnızlığın getirdiği zorunlu hallerdendir. Burada
dilin susmasını kastediyorum. Kalbi susturmak, uzlet yoluyla elde edilemez.
Yalnız kişi ne denli gayret etse de Hak’tan başka biriyle masiva hakkında konuşabilir.
Bu yüzden susmayı yolun esaslarından kıldık. Kim uzlete yapışırsa ilahî birliğin
sırlarına vakıf olur. Böylece onun önünde ahadiyyet sıfatının (Hakk’ın mutlak birliğinin
makamı) sırları açılır. Uzlet hali, mürid veya muhakkikin tüm beşeri
niteliklerden soyutlanarak yücelmesi demektir. Uzletin en yüksek derecesi,
mutlak halvet makamıdır. Bu makam "yalnızlık içinde yalnızlık" demektir.
Böyle bir uzletin semeresi, umumi uzletten daha güzeldir; daha verimlidir. Yalnızlaşan,
ayrılan anlamında "mutezil" kişi Hak hakkında kesin bir inanç ve
güven hissiyle dolmalıdır; ta ki hiçbir fikir geçmesin gönlünden. Eğer o, kesin
güvenden ve "Hakk’ı görüyormuşçasına bilme makamı”ndan mahrum ise uzlet
zamanını bir tür azık saysın; yalnızlığı esnasında ilahî yansımaların aynası
olmak için beklesin. Umulur ki ruhen güçlenir de Hakk’ı görüyormuşçasına inanma
makamına yaklaşır. Verimli uzletin ön şartlarından biri de bu makama
geçebilmektir. Uzlet, dünya hakkında açık ve doğru bilgiler getirir insana.
6- "Açlık": Bedene hâkim olma: Açlık, bu ilahî
yolun üçüncü esasıdır. Dördüncü esas olan uykusuzluğu da içerir. Tıpkı uzletin sükûtu
içermesi gibidir. Açlık iki türlüdür. İradi açlık: müridin bilerek, nefsi
terbiye etmek için girdiği açlıktır. Mecburi açlık: muhakkiklerin (sufilerin) açlığı
bu türdendir. Zira muhakkik kişi kendini "aç kalacağım!" diye bir
amaç ve niyet çerçevesinde aç bırakmaz. Ama ilahî ünsiyet makamında ise yediğini
azaltmak zorunda kalır bazen. Muhakkik kişi, ilahî heybet dediğimiz güç ve
kudret makamında ise onun yemeği çoğalacaktır. Muhakkik sufilerin yemek
konusundaki rahatlıkları, tanık oldukları azamet haline uygundur. Hakikat nuru,
olanca ağırlığıyla azamet renginde onlara yansıyınca buna dayanmak için güçlü
bir bedene sahip olmak durumundadırlar. Eğer muhakkik sufi az yeme durumundaysa
ona yansıyan tecellinin ünsiyet ve dostluk rengi taşımasından ötürüdür. Ama bu
yola yeni giren müridde durum farklıdır. Onun çok yemesi, Hak zikrinden ve
fikrinden uzaklaşmasına kanıttır. Sanki Hakk’ın kapısından ötelere sürülmüştür
de şehvetin dizginleri ele aldığı nefis onu yönetmektedir. Hayvani hisler onda
güçlüdür. Müridin az yemesi, ilahî rahianın Kalbine yavaş yavaş dolduğuna işarettir.
Böylece bedeninin isteklerini takip etme derdinden uzaklaşıp yücelmektedir. Açlık,
zorlanma derecesine varan bir ifrata gidilmediği sürece hem yeni mürid hem de
muhakkik için iyidir. Yeni müridi güzel ve üstün hallere hazırlar muhakkiki ise
ilahî sırlara vakıf kılar. Ancak açlıkta aşırıya gidilirse aklın yitirilmesine,
saçma sapan hayallerin görülmesine ve mizacın bozulmasına yol açılmış olur. Öyleyse
mürid kendi kendine "ben yüceleceğim" diyerek açlık nöbetlerine
giremez! Ancak ehil bir üstad nezdinde, onun uyarı ve yönlendirmeleriyle girişir.
Tek basına bu ise karar vermemelidir. Mürid tek basına kaldığında açlık
prensibini uygulamak istiyorsa yemeğini dikkatli bir şekilde azaltmalı; oruç
tutmalı, gece ile gündüz arasında tek bir öğünle yetinmeye alışmalıdır. Açlığın
kendine özgü halleri ve mertebeleri vardır. Tevazu, efendilik, sakinlik, açık
kalplilik, fuzuli islerle uğraşmama, gönülden kötü şeyleri geçirmeme ve kendini
Allah'a muhtaç hissetme açlığın müridde olusturdugu hallerdir. Açlık muhakkikte
ise daha farklı hallere yol açar: ince ruhluluk, merhamet, hoş dillilik,
dostluk, varlık ve sahip olmak hissinin kaybedilmesi, Hak’tan gelen izzet ve
heybet sebebiyle beşeri / hayvani niteliklerden uzaklaşma gibi. Açlık hali, muhakkiki
"samedaniyet makamı"na (Hakk’ın sonsuz güç sahibi olduğunu ve hiçbir
şeye ihtiyacı olmadığını; her şeyin Hakk’a muhtaç olduğunum derinden hissetme)
götürür. Bu makam, kendine ait sırları, yansımaları olan yüce bir derecedir ve
biz "Yıldızların Mevki" kitabında söz kalpten söz açınca bundan
bahsettik. H. 596 yılında Câbiye sehrinde bunu yazmıştım. Daha sonra birçok
nüsha kopya edildi ama ben orada yoktum; bu kısım (menzil) sabit değilmiş o
nüshalarda. İlahi gayret sahibinin faydalanacağı haller vardır açlıkta. Yoksa sıradan
bu manada açlıktan medet umması gereksizdir. Ama şu da bir gerçek ki sıradan kişinin
açlığı, mizacın düzene girmesine, bedenin daha sıhhatli bir şekilde nimetleri
tatmasına yol açabilir. Açlık insanın Şeytanı daha iyi tanımasına yol açar.
Allah bizi ve sizi korusun ondan.
7- “Uykusuzluk" Zihne hâkim olma: Uykusuzluk aslında açlığın
semeresidir. Mide tamtakır olunca uyku da çekip gider. Uykusuzluk iki türlüdür:
Gözün açık kalması; fiili uykusuzluk, Kalbin uyanık kalması, zihnî uykusuzluk. Kalbin
uyanıklığı anlamında uykusuzluk, insanın ilahî müşahedeleri talep ederek
gafletten, aymazlık halinden uyanması demektir. Gözün uyanık kalması ise
geceleri uyumamak yoluyla kalpteki himmeti (manevi yoğunluk ve yüce bir amaca
kilitlenme) artırmak için yapılır. İnsan gözünü kapatıp uykuya dalınca, kalbin
manevi eylemi durur. Bedenî uyku devam etmekle birlikte kalp uyanıksa, onun isteği
evvelce fiili olarak uyanıkken tanık olduğu şeylere erişmektir. Uykusuzluğun
faydası, kalbin hiç ara vermeden manevi işine devam etmesidir. Bu sayede ilahî hazinelere
erişmek mümkün olur. Uykusuzluk bir tür bakım ve "vakti yenileme"
demektir hem mürid hem de muhakkik açısından... Ancak muhakkik sufi, ilahî
ahlak gömleğine daha fazla bürünürken yeni mürid bunu bilmez, bunu tadamaz. Uykusuzluk
makamı, kayyumiyet makamıdır. (Hakk’ın her an kâinatı yönettiği ve bir an
ilgisini esirgese her şeyin yok olacağını yoğun olarak hissetme makamı). Bazı
dostlarımız kişinin kayyumiyet makamıyla bütünleşmesini, kendini bu mertebede gerçekleştirmesini
yasakladılar. Bazı dostlarımız da bu makamın ahlakına bürünmeyi yasakladılar. Bir
keresinde Ebû Abdullah bin Cüneyd'le görüştüm; o da bundan menediyordu. Ama biz
bu fikirde değiliz. İlahî hakikatler bize şunu öğretti ki; insan-ı kâmil, ilahî
mertebenin tüm isimlerini yüklenecektir. Eğer bazı dostlarımız bu konuda
çekimser kalıp insanın hakikati ve varoluşu hakkında yeterince bilgiye sahip olamayışlarındandır
bu tavırları. Eğer o dostumuz, kendini hakkıyla tanısaydı, bu gibi hususlar ona
zor gelmezdi. Uykusuzluk insana nefsini tanıtır. Böylece ilahî bilgiyi elde
etme yolunun, ruhi aydınlanmanın dört esası tamamlanmış oldu. Bilgi bunların
üzerinde yükselir. Allah'ı tanımak, kendi nefsini tanımak, dünyayı tanımak ve Şeytanı
tanımak bu esaslar üzerine dayanılırsa mümkün olur. İnsan kendi nefsinden kopup
masivadan uzaklaşarak inzivaya çekilirse; Rabbini anarak başka şeyi unutursa;
bedenî gıdayı terk edip herkesin uyuduğu zaman uyanık kalmayı başarırsa onda
dört temel nitelik "tahakkuk" etmiş olur. Onun beşeri yönü melekliğe dönüşür;
ibadeti, efendiliğe dönüşür; zihnî algıları somut [beş duyusu gibi] keskinleşir,
duyarlı hale gelir. Bilmediği, görmediği şeyleri yakından bilmiş, görmüş gibi
olur. İçte kalan gizli hususlar ona aşikâr olur. O bir yeri terk edip gittiğinde
kendi ruhi "bedel"ini oraya bırakır; o şehrin ruhları onun yanına
gelir; onunla sohbet eder. Eğer o yerin halkı bu ruhani varlığı sever ve bağırlarına
basarlarsa onlar için bedenî surete bürünür. Onlarla konuşur, aslında onlardan
uzaktadır ama dileklerini dinleyen, yerine getiren biri karşılarındaymış gibi görünür
oralılara. Bazen bu "bedel" in asıl sahibi kendi vatanına dönmek
isterse oralı insanların herhangi bir talebi olmadan da geliverir ve dolaşır
yurdunda. Ama uzaklarda iken kendi vatanında görünme, abdal olmayan kişiler
tarafından da gerçekleştirilir. Aradaki fark şudur: Yüce kişi bir abdal olarak
oradan gittiğinde bilinçli olarak kendi görüntüsünü, "bedeli"ni
bırakır; o bu işin bilincindedir. Ama abdal olmayan kişinin başına bu is geldiğinde
o kendi benzerini "bedel"ini orada terk ettiğini bilmez bile. Çünkü o
yukarda izah ettiğimiz dört esasa dayanmamış, bunları hakkıyla uygulamamıştır.
Allah sizleri ve bizleri bu esasları anlama ve uygulama
yolunda başarılı kılsın, hepimizi ihsan makamında ağırlasın. Daima veren dost
odur. Allah’a hamdolsun, efendimiz Hazreti Muhammed'e, Ailesine ve arkadaşlarına
selam olsun.